Alper Görmüş
(Taraf, 11 Eylül 2012)
Doğan Akın, T24’ün üçüncü yılını doldurması vesilesiyle kaleme aldığı yazıda “lütufla habercilik yapılamayacağını göstermek için buradayız” diye yazdı.
Bu cümleyi izleyen paragraf da belli ki, gazetecilerin iktidarlara ve patronlara yönelik, son dönemde sıkça karşılaştığımız “bize baskı yapmayın ki biz de gazetecilik görevimizi hakkıyla yerine getirelim” mealindeki çağrılarına nazireyle kaleme alınmıştı:
“Medyadaki sorunun sadece iktidarlardan, sadece sermaye sahiplerinden kaynaklanmadığını, editoryal bağımsızlığa sahip çıkmayan biz gazetecilerin de yakındığımız sonuçta payı olduğunu kabul etmek üzere buradayız.”
Doğan Akın bu ülkede meslektaşlarını böyle eleştirmeyi en fazla hak eden gazetecilerden biri... Fakat kurduğu cümle, özellikle de gazetecilerin payını belirlerken kullandığı “de” takısı, tartıştığımız meselede gazetecilerin “günah”ının boyutlarını layıkıyla anlatmıyor gibi geldi bana.
Cümleye iki nedenle itiraz ediyorum: Öncelikle, gazetecilerin “medyadaki sorun”la ilgili sorumluluklarını küçülttüğü için, ikincisi de (dolaylı olarak) Doğan Akın ve T24’ün yapmaya çalıştığı bağımsız gazeteciliğin değerini yeterince vurgulayamadığı için...
Başbakan Erdoğan’ın, celalli anlarında gazeteci adı telaffuz edip, patronlarına “yazıklar olsun, böylelerini nasıl çalıştırıyorsunuz” diye serzenişte bulunabilmesi ve zaman zaman da sonuç alması neyi gösteriyor? Ya da şöyle sorayım: Başbakan, sermaye sahipleriyle gazeteciler arasında nasıl bir ilişki olduğunu varsayıyor ki, sonuç alabileceğini düşünüyor?
Bu sorunun cevabı şöyledir: Düşünüyor, çünkü gazetecilerin sermaye sahipleri nezdindeki moral pozisyonlarının fevkalade sorunlu olduğunu biliyor.
Sorun şurada: Gazeteciler editoryal bağımsızlıklarını her şeyden önce kendi sermayelerine karşı korumak gerektiğini, iktidarlara karşı bağımsızlığın yolunun da buradan geçtiğini bir türlü anlayamıyorlar ya da anlamak işlerine gelmiyor...
Gazetecilerin kendi sermayelerine karşı editoryal bağımsızlıklarını savunmaları neden bu kadar önemlidir?
Çünkü sermaye sahipleri, siyasi iktidarlar ve başka güç odaklarından gelen baskıyla, çalıştırdığı gazetecilerden gelen editoryal bağımsızlık talebi (baskısı) arasında kalırlar ve pozisyonlarını yukarıdan ve aşağıdan gelen taleplerin şiddetine göre ayarlarlar.
Eğer gazeteciler patronlarına sahiplikle editoryal bağımsızlığın farklı şeyler olduğunu anlatamamışlarsa, yani bir gazetenin sahibi oldu diye o gazeteye istediği gibi müdahale edemeyeceğini izah edememişlerse; yine, editoryal bağımsızlığın kendileri için statüden ve paradan çok daha önemli olduğu hususunda patronlarının zihninde sahih bir izlenim yaratamamışlarsa... İşte o zaman sermaye sahibi, pozisyonunu salt “yukarıdan” gelen baskılara göre ayarlar.
Görüldüğü gibi, gazetecilerin editoryal bağımsızlıklarına sahip çıkmaları, medya patronlarının da iktidarlara karşı daha “dirençli” olabilmesinin yegâne imkânını sunar bize.
Editoryal bağımsızlık, demokratik bir ülkede bir gazeteci hakkıdır ama, o da bütün haklar gibi“verilen” bir hak değildir, “alınan” bir haktır.
Nokta ve Taraf bu açıdan iki önemli örnek... Her ikisinde de gazeteciler, yola koyulurlarken öncelikle patronlarına editoryal bağımsızlık konusundaki hassasiyetlerini anlatmışlar, bu noktada kesin sözler almışlardı. Bu iki yayın organının patronlar açısından “tehlikeli” olabilecek alanlara girebilmesinin altında her şeyden önce bu “akit” yatıyordu.
Taraf’ın imtiyaz sahibi Başar Arslan’ın T24’ten Hazal Özvarış’a verdiği söyleşide (10 eylül) sarf ettiği şu sözler, gazetecilerle patronlar arasında olması gereken ilişkiyi gayet güzel özetliyordu:
“Patronunun karıştığı gazetelerin nasıl olduğunu biliyoruz. Yazı işlerinin neyine müdahale edebilirsin ki? Ben profesyonel olarak bu işi yapacaksam ve gazeteci değilsem, bu işi güvenebileceğim birine emanet etmem lazım. (Patronların karıştığı bir gazete) her şeyden önce özgür olamıyor. Patronların çıkarları ve korkularına göre yayın yapıyor. Gazetecilik ve habercilik tek ölçü olmaktan çıkıyor. İktidarla iyi geçinme endişeleri gazeteciliği örseliyor.”
Nokta ve Taraf, gazetecilerin, “hakları” olan editoryal bağımsızlıklarını kendi sermaye sahiplerinden“aldıkları” bir modelin örnekleri... T24 ise “patronsuz” bir editoryal bağımsızlığın hayalini kurup gerçekleştirmenin örneği...
Doğan Akın ve T24’ün üç yıldır inatla sürdürdükleri yayıncılık, bize yansıyan yanıyla böyle bir editoryal bağımsızlığın, müdanasız bir gazetecilik için nasıl bir nimet olduğunu ortaya koydu... Hikâyenin bize yansımayan yanında ise “külfet” faslı yer alıyor. Doğan Akın’ın her yıl ağustos sonu, eylül başında kaleme aldığı T24 yazılarına göz gezdirince anlıyoruz ki, editoryal bağımsızlık sevdası, bütün sevdalar gibi “birçok şeyi göze almayı” gerektiren bir sevdadır (1 Eylül 2010 tarihli birinci yıl yazısından):
“Biz T24’ü, kredi kartlarımıza taksit yaptırarak teknik altyapısını oluşturduğumuz Taksim’deki mütevazı ofisimizde kurduk. Hiçbir kişi, kurum, örgüt veya oluşumla, doğrudan ya da dolaylı olarak ilişki kurmayan bağımsız bir internet gazetesi olarak yola koyulduk. Medyada mali ihtiyaçların aşırı tedariki ile ideolojik takıntıların haberciliği nasıl katlettiğini biliyoruz... (...) Elbette başarmak için, ama başaramamaya da cesaret ederek karşınızdayız. Yarın nokta koysak da, sonuna kadar yaşasak da, biz amacımıza ulaştık. ‘Oldu işte, iktidar bağımlılığına yakalanmadan, büyük paralara tutsak olmadan bağımsız habercilik mümkünmüş’ diyebildiğimiz bir noktaya ulaşmış olmanın, kendimizi bu yolda sınamanın onurunu yaşıyoruz.”
Daha önce de yazdığım gibi, ben T24’ü “hasretini çektiğim bir gazeteciliğe en fazla yaklaşmış”yayın organlarından biri olarak görüyorum, fakat bunu, eninde sonunda bir “araç” olan editoryal bağımsızlığı merkeze alarak söylemiyorum.
Ne olacak ki? Bir internet sitesi kuracak ve yaşatacak kadar paranız varsa sizin de editoryal bağımsızlığınız olur. Fakat içini “iyi gazetecilik”le değil de söz gelimi ideolojiyle doldurursanız, çekiverin gitsin öyle editoryal bağımsızlığın kuyruğunu...
Ben, T24’le ilgili yukarıdaki kanaatimi ifade ederken, onun, kullandığı editoryal bağımsızlığın içini “iyi gazetecilik”le doldurma hususundaki samimi gayretini merkeze alıyorum...
Şimdi siz de bana haklı olarak “T24’teki iyi gazetecilik gayreti”nden söz ederken neyi kast ettiğimi soracak, onun içini neyle doldurduğumu sorgulayacaksınız... Yazının kalan bölümünde bu soruya ve sorgulamaya cevap vermeye çalışacağım...
Burada, T24’ü farklı bir yere taşıyan özelliklerden benim için en temel ikisi üzerinde duracağım.
T24’ün manipülasyondan uzak bir haber dili kurma konusundaki samimi ve ısrarlı tavrından başlayayım... Üçüncü kuruluş yıldönümü için benden istenen kısa değerlendirmede de belirttiğim gibi:
“T24, demokratik bir toplumda basının görevinin son derece önemli olmasına rağmen bu görevin bir yandan da son derece mütevazı olduğunu (okurları bilgilendirmek) bilen bir habercilik çizgisi izliyor. Bizim gazeteciliğimizin, ‘Bu haberi veriyorum ama sen bunu şöyle anla’ diye özetleyebileceğimiz manipülatif habercilik çizgisinin yanında, T24’ün yapmaya çalıştığı şey bence bir nimet...”
Bir başka çok önemli nokta, haberlerle ilgili “yarar gözetme” tavrıyla arasına kesin bir sınır çekmesi... Biliyorsunuz, bazı haberler, üzerinde ne kadar “mühendislik” yaparsanız yapın “yanlış”olmaya devam ederler. Böyle durumlarda bizim gazeteciliğimizin bulduğu çözüm, o haberleri okurların göz menzilinden tamamen uzak tutmak, yok saymaktır. T24, bazen o bazen bu cephenin “bu haberi neden veriyor ki” suçlamalarına aldırmadan okurlarını bilgilendirmeyi bir gazetecilik görevi sayıyor. Okurlarına, “al sana bilgi, değerlendirmesi sana kalmış” diyor ki, bence bu da bir nimet...
Doğan Akın, arkadaşlarıyla birlikte yarattıkları bu yayın organı için şöyle konuşurken bence tamamen haklı:
“Türkiye’de medyaya hâkim olan ‘cephe’ rüzgârlarına kapılmayan T24, hiçbir görüşe bağlanmadan ya da düşman olmadan, ‘doğru enformasyon arayışı’ndan hareket ederek yayın yapıyor.”
T24, evet hâlâ küçük bir yayın organı, fakat sembolik önemi çok büyük. Orada, Türk basınının içinde bulunduğu zilletten kurtulabilmesinin şifreleri gizli.