Doğançay: Artık resim hediye etmem

Doğançay: Artık resim hediye etmem

T24- 'Sen Hugo Boss mu giymek istiyorsun, Ferrari'ye mi binmek istiyorsun? Çıkarıp parayı sayıyorsun takır takır, resim almaya gelince pazarlık yapıyorsun!" Dünyanın en değerli 250 ressamı arasında yer alan Burhan Doğançay, Türk zenginlere kızgınlığını bu sözlerle anlattı. En zenginler listesinde yer alan isimlerin bile resimleri için indirim istediğini belirten Doğançay, artık eserlerini hediye de etmeyeceğini söyledi. Doğançay, durumları çok iyi olan kişilerin bile hediye ettiği resimleri müzayedelerde satmasına sitem etti. Sabah gazetesi yazarı Şirin Sever'in ressam Burhan Doğançay ile yaptığı 'Hediye ettiğim resimlerimi bile müzayedede satıyorlar, ayıp!' başlığıyla bugün (1 Ağustos 2010) yayımlanan yazısı şöyle:Mavi Senfoni adlı eseri 2 milyon 200 bin TL'lik rekor fiyatla satıldığında Türkiye'nin gündemindeydi Burhan Doğançay. Ardından 'dünyanın en değerli ilk 250 sanatçısı' listesine girdi. Yapıtları dünyanın dört bir köşesinde sergilenedursun, o ise Turgutreis'teki yazlığında dinleniyor. Bir Bodrum seyahatinde soluğu yanında aldım. Ben sordum, o anlattı.- Babanız ünlü ressam, Adil Doğançay. Babadan mı geçti size bu merak ve ilgi? - Öyle olmalı çünkü sülalede benden başka sanatla ilgilenen kimse yok! - Ressam olmaya nasıl karar veriyorsunuz; yeteneğiniz var diye mi?- Benim bilinçaltımda vardı, içimdeydi hep. Çünkü herkes küçüklükten beri hep 'Ressam olacak,' der dururdu benim için. Fakat o zamanlar Ankara'da galeri bile yok, Ankara'da bu alanda fakülte yok!

- Babanız destekliyor muydu sizin de ressam olmanızı? - İlk zamanlarda çok teşvik etti resim yapmamı, ressam olmamı... Ben de sabah akşam resim yapıyordum. Fakat baktı ki ben bu işte ciddiyim, frene bastı!

Fena kumar oynamazdım!- İlginç değil mi; ressam bir baba, oğlunun ressam olmasını istemiyor? - İstiyor ama bir taraftan da sefil olacağımı biliyor, bütün hikâye buydu. Lise bittikten sonra resimden tamamen kopmuştum zaten. Derken gençliğin verdiği macera ruhuyla başka şeylere daldık; at yarışı oynuyordum, kâğıt oynuyordum...

- Vaaay kumarbazlık da var! - Tabii, kumar işlerim de vardı. Fena oynamazdım. (gülüyor) İlk kitabımı, ilk süveterimi kumardan kazandığım parayla aldım. Derken futbol girdi hayatıma. Gençlerbirliği'nde oynadım kaç yıl; beş defa Ankara, iki defa Türkiye kupası aldık, Milli Takım'a bile çağrıldım ama futbolu da hiçbir zaman ciddiye almadım. - Bunları hep para kazanmak için mi yapıyordunuz?- Hayır, ne parası? Türkiye şampiyonu olduk iki defa, kravat verdiler! Futboldan para kazanılmazdı, o dönem yok öyle bir şey. Liseden sonra mimar olmak istedim ama aritmetiğim iyi değildi. Bütün arkadaşlarım hukuk fakültesine gidiyordu, onların peşine takılıp hukuk okudum fakat hiç sevemedim! Ders kitabım bile yoktu, arkadaşlarımın notlarına bakardım. Okul bittiğinde herkes 'Nasıl bitirdin?' diye şaşakalmıştı. Sonra babam dedi ki; 'Seni Fransa'ya yollayacağım.' Sene 1950.

- Resim eğitimi için değil herhalde!- Deli misin, ne resmi! Doktora için

- O saate kadar hâlâ resimden bahsetmiyor mu babanız? - Hayır, tersine iyice frene bastı. Ben de yavaş yavaş anlamaya başlamıştım; eğer akademide değilseniz, resim hocası değilseniz resim yaparak yaşamanıza imkân yok. Resim alan yok, resim satan yok! Evlere resim almak diye bir şey hele; asla yok. Ev duvarlarında ya halı vardı, ya evlilik resimleri ya da tabak. Resmi sadece Ziraat Bankası, Osmanlı Bankası, İş Bankası alırdı, biraz da ordu. O yüzden Türkiye'de sanat bu durumda işte. Neyse... Beni yollarken iki şartı vardı babamın. Dedi ki, 'Söz ver futbol oynamayacaksın ve resim yapmayacaksın!'

- Dinlediniz mi onu?- Şimdi, yatıp kalkıp ona dua ediyorum çünkü benim ufkumu açtı. Ressam arkadaşlarım var, bütün gün resim yapıyorlar, atölyeden çıkıp yine resim konuşuyorlar. Oysa ben operadan edebiyata her şeyden konuşabiliyorum. Sonuçta Fransa'ya gittim; iktisat doktorası yaptım. Gece bekçiliği yaptım, kilise temizledim, barmenlik yaptım, geçinmeye çalıştım yıllarca. Bu arada sürekli resim yapıyorum, hatta karma sergilere falan katılıyorum.

- Babanızın haberi olmuyor muydu?- Tahminimce oluyordu ama doktoramı yaptım ve babama telgraf çektim; 'Ellerinizden öperim. Dr. Doğançay. Oğlunuz' yazdım. Türkiye'ye döndükten altı ay sonra da, babamla sergi açtık. Tabii galeri falan yok, sanatseverler kulübünde açtık, yerin altında bir yer... Tabii yurtdışını gördükten sonra kafama yerleşmişti; ya yurtdışında yapacaksın bu işi ya da yapmayacaksın; ya hep ya hiç! Batı'ya açılmadan ve Batı'yı bilmeden Türkiye'nin bir şey olmasına imkân yok, bunu görüyordum. Paris'te şunu da görmüştüm; yeni sanat merkezi Amerika olacaktı. O yüzden ne yapıp edip Amerika'ya gitmem lazımdı. Ama mali durum müsait değil, bir tek bürokrat olursam gidebilirdim, ben de Dış Ticaret Müsteşarlığı'na girdim. Tabii doktora yapmışsınız, lisan biliyorsunuz, görmüş geçirmişsiniz, özel kalem müdürü yaptılar beni. Derken 1958'de Brüksel'de Dünya Fuarı'nda çok başarılı işler yapınca Türk turizminden sorumlu oldum.

Sürünmekten beter oldum! - Nasıl bir dönemdi sizin için?- İstanbul'da üç otel vardı o zaman; Hilton, Park Otel ve Pera Palas. Anadolu'da zaten doğru dürüst otel yok. Nasıl resim yaparak bir şey yaratıyorsanız, ben turizm alanında da bir şeyler yaratmayı istiyordum. Tabii çok seyahat de ettim o sıralarda... Dünyanın, doğanın, medeniyetin ne olduğunu çok daha iyi anladım. Geceleri kafamda hep 'Göreme'yi nasıl tanıtırız?' fikri var, 'bilmem nereye ne yapmalı?' sorusu var. Bunlar için çaba sarf etmeye karar verdim fakat 60 darbesi oldu. Ve ne yazık ki Türkiye'yi çok geri götürdü. Askerler tebrik ediyorlar beni, 'Çok iyi çalışıyorsunuz,' diye... Derken seçimler oldu, ilk görevine dönen memur bendim ama şartım vardı; Kültür ve Turizm Enformasyon müşavirlikleri vardı, 'İstediğim yere gideceğim' dedim. New York en önemlisiydi, kabul ettiler. Biliyorum ki dünyanın sanat merkezi New York olacak...

- Aklınız hâlâ resim yapmakta yani... - Diplomat olarak New York'tayım ama boyuna resim yapıyorum. İki sene sonra dayanamadım, istifa ettim. O zaman anyayı konyayı anlıyorsun... İki telefonum vardı ikisi de durmazdı akşama kadar, aylarca çalmadı telefon! En iyi arkadaşlarım beni görünce yol değiştirdi, 'Ya borç isterse,' diye.

- Çok mu süründünüz?- Sürünmekten de beter bir sürünmek! İki gün ekmek alamıyorsunuz, 15 sent verip metroya binemiyor, yürüyorsunuz. Evin bir odasını kiraya veriyorum, öyle idare ediyorum. Bu durumu evden saklıyorsunuz, en önemlisi. Bu epey sürdü böyle...

- Malzemeleri falan nasıl alıyorsunuz?- Sulu boyalarla gece-gündüz New York tabloları yapıyorum, kolay satılıyor. Zengin dostlarım, resimlerimi alıp eşlerine dostlarına hediye ediyor; öyle geçiniyorum.

İsmimi değiştirmedim çok pişmanım!"Amerikalı, çok iyi bir ahbabım 'Başarmak istiyorsan, önce ismini değiştir,' diye nasihat etmişti ama ben şovenist bir Türk olarak dinlemedim onu maalesef. Maalesef diyorum çünkü Doğançay demek her zaman zor oldu. 'Burhan' diye imza attım hep. Onu dinlememek, hayatta yaptığım birkaç hatadan biridir. Anglosakson alfabesinde 'ç' yok. Fransızcada, Rusçada, Japoncada güzel söyleniyor ama İngilizcede hâlâ söyleyemiyorlar adımı; Doganki, Doganke, Dogansi diye gidiyor..."En Zengini bile indirim istiyor"Ben birazcık biliyorsam bu işi, iddia ediyorum; hiçbir ressam arkasında büyük bir güç olmadan meşhur olamaz; imkân ihtimal yok! Ne Leonardo da Vinci'si, ne Michelangelo'su, hiç kimse olamaz ve olmadı da zaten... Papa olmasa Leonardo olur muydu? Bir galeriye gidip de bir Türk'ün resmini almazsın ki durduk yere. Ayrıca Türklerin sanatla hiç ilgisi yok! Belki 50 kez dünyanın en iyi galerilerinde sergi açtım, Türklere hiçbir galeriden 48 senede bir tek baskı dahi satamadım. Çünkü galerideki fiyat daima pahalıdır. Sonra geliyorlar atölyeye, pazarlık yapıyorlar. Asla isim vermem ama dünyadaki 26 milyonerin arasına giren isimlerden biri bile telefon açmıştı, 'Burhan Bey herkesten resim aldık, sizden de almak istiyoruz ama çok pahalı sizin resimleriniz,' diye. E almayın o zaman! Bir dolar bile inmem, pazarlamacı mıyım ben? Sen Hugo Boss mu giymek istiyorsun, Ferrari'ye mi binmek istiyorsun? Çıkarıp parayı sayıyorsun takır takır, resim almaya gelince pazarlık yapıyorsun. 15-20 senedir biliyorlar, Burhan pazarlık yapmaz!"Benim için imkansız diye bir şey yok- New York'ta sürünürken, hayat ne zaman yüzünüze gülmeye başladı? - Gülmedi de, gülümsemeye başladı. 1964'te, bir resmim Guggenheim Müzesi'ne girdi. Bir kapı resmi. - Nasıl oldu o? - Üçüncü sınıf bir galeriden alınıyor resmim ve müzeye gidiyor. Tam sürpriz. Fakat Türkiye'de hiçkimsenin haberi bile yok bundan... - Guggenheim'ı kimse bilmiyordur herhalde!- New York'ta oturan Türkler, yerini dahi bilmiyorlardı. Hoş, hâlâ da bilmiyorlar! (gülüyor) - O saatten sonra hayatınız değişiyor mu? - Olur mu? Gırtlağa kadar borç! Hiç unutmam, sevdiğim bir gazeteci dostum 'Abi senin yerinde olsam çoktan intihar etmiştim,' demişti. Ama benim için imkânsız diye bir şey yoktur, istemek yapmaktır. Ankara'da galeri bile yokken 'Bir gün benim resimlerim dünyanın en önemli müzelerinde olacak,' derdim babama. Bir gün burama geldi (burnunu gösteriyor), gittim Guggenheim'ın müdürü Thomas Messer'e ve 'Ben gidiyorum, bırakacağım bu işi' dedim. 'Git,' dedi, 'ama gidersen gördüğüm en aptal adamsın! Çünkü burada yaparsın sen.' 37 yıl Guggenheim'ın müdürlüğünü yapmış koca adam, bir şey biliyor olmalı, dedim; kalmaya karar verdim. - Yurtdışında duvar serinizle tanındınız değil mi?- Şu anda bile, yurtdışı dahil, daha tanınmadım! - Kısa süre önce 'Dünyanın en değerli ilk 250 sanatçısı' arasında yer aldınız ama? - Güzel bir şey elbette ama dünya sıralamasına göre gülünç! Mesela Dubai'de Christie's müzayedesi oluyor; Mısırlılar, İranlılar, Suriyeliler bize fark atıyor. Neredeyse Afganistanlılar da fark atacak! -Daha mı çok eser alıyorlar yani? - Daha pahalı eser alıyorlar. - Önemli değil mi bu listenin içinde olmak yani? - 221. olmak çok önemli ama bir tek resmimin değil, bütün resimlerimin böyle gitmesi lazım. - Kaç eseriniz yurtdışındaki müzelerde şu an? - 60-70 eserim var müzelerde.En pahalı ressam mı? Too late?- Şimdi kaç yaşındasınız? - 80 yaşımdayım. - Sıkıntılı, zorlu onca yılın ardından 'Türkiye'nin yaşayan en pahalı ressamı' unvanını aldınız. İnsanın içinden geçmiyor mu, 'Keşke daha önce olsaydı' diye? - 'Too late' diyorum zaten; çok geç. Türkiye'de kimse okumuyor, merak etmiyor. Benim resmim ve fotoğraflarım hakkında yabancılar altı kitap çıkarttı. Türkiye'de katalog dışında hiçbir şey yok benimle ilgili. Oysa bu kadar müze ve koleksiyona girmiş başka bir sanatçı yok Türkiye'de.- İsyan etmiyor musunuz peki buna?- Etmiyorum çünkü beklemesini bilirim ben. - Geriye dönüp baktığınızda, değmiş mi tüm çektiklerinize? - Bu gelişmeler 20 sene önce olsa; Türkiye'ye, gençlere çok daha fazla şey verebilirdim. Bir tek buna üzülüyorum. Bana ne Amerika'nın, ne Fransa'nın ihtiyacı var ama Türkiye'nin var. Oysa zaman az artık...-Duygusal bağ kurar mısınız resimlerinizle? Kim aldı resmimi, nereye astı, nasıl sattı?- Aaa bak o çok önemli. Yani resmin gittiği yer, gireceği yer önemli. Portakal satmıyorum ki! - Resminizin nerede olması sizi mutlu eder?- Müzelerde yahut halkın da görebileceği büyük koleksiyonlarda olması. Mavi Senfoni'yi Murat Ülker'in almasına o yüzden sevindim; geçen sene İstanbul Sanat Fuarı'na getirtip sergiledi. Çok enternasyonel, çok paylaşmayı seven biridir. - Resimlerinizin yeri belli midir? - Eşim kaydını tutar hepsinin. Bugüne kadar yaptığım 3 bin 700 resim nerede, kimde, hepsinin bilgisi var. - Sizin en sevdiğiniz ressam kimdir? - Picasso gibi bir dahi daha yok, olmayacak! - Türkiye'de beğendiğiniz kimse yok mu peki? - Onu sorma, söylemem.Türkiye'de zenginler, statta loca ya da yat alır ancak; resim değil

Kaplumbağa Terbiyecisi, Mavi Senfoni gibi rekor satışların da katkısıyla Türkiye'de resme verilen değer arttı mı, geçici bir heves mi var? - Geçici değil; çoktan böyle olması lazımdı ve bütün dünyada bu böyle. Time mecmuası özel sayı yaptı, 'Dünyadaki en iyi yatırım resim ve antika' diye... Geçenlerde Picasso'ya ait Nu au plateau de sculpteur isimli tablo 106 milyon dolara satıldı. O resimlerin hepsi 10 milyona, 20 milyona alınmıştı belki, her dakika değeri artıyor.

- Peki söyler misiniz, Türkiye'de resme bir sanat eseri olduğu için mi değer veriliyor, yatırım aracı olduğu için mi? - Eskiden çok ümitsizdi durum, hâlâ da çok parlak değil ama Türkiye'de bir grup genç koleksiyoncu var, okuyan, dışarıyı bilen; bunlar bilerek resim alıyorlar artık. - Kimler var aralarında? - Hiçbir zaman isim vermem. Şunu da söyleyeyim: Türkiye'de, dünya çapında koleksiyonerler listesine girecek kimse yok.

- Türkiye'deki bu koleksiyonerler nasıl insanlar, tarif etsenize... - Hepsi kültürlü, resimle ilgililer, dışarıyı takip ediyorlar, fuarlara gidiyorlar, dünyada ne olup bittiğini merakla izliyorlar...

- Türkiye'de birtakım zenginler, statta loca kiralamaktan sanat eseri almaya doğru evrildi diyebilir miyiz yani? - O yine devam ediyor. Sanata meraklı olanları yüzdeye vurduğunuz zaman gülünç bir rakam çıkar ortaya. Yüzde 1 bile değildir! Geçenlerde bir gazetede vardı; Türkiye'deki CEO'ların yüzde 20'sinin yatı varmış, yakında yüzde 100'ünün yatı olacak ama kimsede kıymetli resim olduğunu sanmam.

Pahalı resim en iyisidir, dünyada tek ölçü bu!- Bir resmin değeri nasıl ölçülür, imza mıdır bunun tek kıstası? - İmza şu demektir; bu adam hangi müzelere girmiş, hangi koleksiyoner resmini almış, nerelerde sergi açmış, hakkında hangi kitaplar, ne yazılar çıkmış? Bütün hikâye budur. Dünyada her şeyi ölçmek mümkün; 100 metreyi bugün 8 saniyede koşayım, bir numarayım. Teniste Nadal'ı yensem bir numarayım, boksta bilmem kimi yensem bir numarayım, edebiyatta bile bu ölçülebilir durumda fakat resmin ölçüsü yok! Yedi asırdır uğraşılıyor, en iyi resim hangisidir diye ama bir türlü ölçü bulamıyorlar. Sonuçta diyorlar ki; 'En pahalı resim en iyisidir.' - Sizin için en değerli eseriniz hangisi? Her eserim değerlidir. Mavi Senfoni tabii çok önemli bir eser, Türkiye'yle ilgilidir çünkü.- Rekor fiyatla satıldı Mavi Senfoni ama siz para kazanmadınız. Bu nasıl bir duygu? - Bu en münakaşalı konudur. Fransa'da falan satıştan yüzde alırsınız ama Türkiye'de bu yok. - Üzmüyor mu insanı bu? - Hayır, Picasso'yu düşünün; zamanında 3 bin dolara satılmıştı, şimdi 85 milyon dolar. - Mavi Senfoni'yle birlikte diğer eserlerinizin fiyatı da otomatikman arttı mı? - Gayet tabii. Ama sadece benimkiler değil; tüm fiyatlar arttı. Yani resme artık para veriliyor. - Mavi Senfoni'yi Murat Ülker'in alması sizi memnun etti mi peki? - Beni en çok memnun eden şey de budur. Çünkü Murat Bey vizyonu çok büyük bir insan, benim gibi dünya ölçeğinde düşünüyor. Aldığı Godiva mesela; dünyadaki iki tane çikolata markasından biri. Her şeye global bakıyor çünkü. En önemlisi de Türkiye'nin dışarıdaki imajını değiştiriyor. Godiva'da kaç bin kişi çalışıyor bir kere, az şey değil.Mutluluğun resmini yapar mı?- Şimdi abuk bir sorum var. Mutluluğun resmini yapabilir misiniz? - Çok güzel soru ama ben ısmarlama resim yapmıyorum. (kahkahalar) - Yapmanız gerekse? - Mutluluk değişkendir, size göre mutluluk başka, herkese göre başkadır... - Sizin için mutluluk ne? - Gece yastığa başını koyduğunda düşünmeden uyuyabilmektir. Bir derdin yoksa, namusluysan düşünmeden uyursun. Bir de sağlık tabii! - Bir resim yapmaya nasıl karar veriyorsunuz? İlham mı beklersiniz?- Duvarlarda gördüklerimi çizerim, güneş batarken manzara çizerim, yemek yerken bile kafamda bir resim oluşabilir, çizerim."TURGUTREİS BİR CENNET, BETONLAŞMA OLMAMALI" Bodrum, Turgutreis'teki yazlığında öğle yemeği yediğimiz Doğançay, betonlaşma konusunda dertli. "Benim New York'ta muazzam bir stüdyom var, 48 yıl orada çalışmışım, her şeyim orada ama ben kalkıp buraya geliyorum. Turgutreis bana göre bir cennet çünkü, Türkiye'nin en güzel yeri. Burayı bozmamalılar..."Yabancılar daha duyarlı davrandı- 2004'te Doğançay Müzesi'ni açtınız. Memnun musunuz her şeyden? - Bu müzeyi açmamın tek sebebi şudur; ilköğretim çocuklarını kültürle ve sanatla iç içe yetiştiremezsek, bana göre Türkiye'nin geleceği çok karanlık. Annem babam da burada yatıyor, bir şey vereyim bu memlekete istedim. Biraz da hayalperestim tabii... Türkiye'de bir müze yaparsam, yardım yağar sandım! - Kimse yardım etmedi mi? - Bir lira yardım eden bile olmadı, hiçkimsenin umrunda değilsin. Hâlâ bana 'Sen aptalsın,' derler bu yüzden. -Yarışmalar falan yapıyordunuz? - Müze biter bitmez Beyoğlu'ndaki tüm okullara faks çektim. 'Okulunuzda sanata kabiliyeti olan çocukları lütfen müzeye getirin,' dedim. Beyoğlu konulu resim yarışması yaptık, hediyeler verdik. İkinci sene işi büyüttük, bin 542 ilkokul arasında İstanbul konulu resim yarışması yaptık. 7 bin eser geldi! Laptop, fotoğraf makinesi veriyoruz, ama sponsor bulamadık. Türklerin en zenginlerini bizzat aradım, 'Futbol için veriyoruz,' dediler. Baktım olmuyor, Türk şirketlerinden hayır yok; yabancı şirketleri aradım... Şak diye anında yolladılar istediklerimizi. Ben holding değilim ki. Benim en üzüldüğüm şey bu işte; çok şey yapabilirdik çocuklar için...Bir çocuğum olsa ressam olamazdım- Çocuğunuz olsun istemediniz mi hiç? - Benim çocuğum olsa ne bu kadar seyahat edebilirdim, ne ressam olabilirdim. Tek olunca açım, sürünüyorum diye bakmıyorsun. Eşim de benim gibi düşünür, İsviçre'de küçücük bir odada kaldık aylarca. Günde 10 dolarla geçindik; dert etmedi bile. Ama çocuk olsaydı, onun sütü, bezi, okulu... Bu yaptıklarımı yapamazdım. - Nasıl bir aşkmış ki, sizin hayatınızı sizinle birlikte yaşamış Angela? Başka bir hayat da yaşayabilirdi... - Tencere yuvarlanmış kapağını bulmuş derler ya, bizimki de o hesap. Hayatta her şey seçimdir. Ben bekâr bir erkek olarak muazzam bir hayat yaşadım zaten. Üç tane roman çıkar içinden! Ama evlendikten sonra bitti hepsi. - Eşinizde en sevdiğiniz özellik?- Hep güler bir defa... Çalışkandır, disiplinlidir.- İlk görüşte aşk mıydı sizinki? - Aşağı yukarı. - Aşağı yukarı mı! - Allah'tan sonra inandığım tek şey kısmettir.