Hazel Güney
Doğayla iç içe olmak, doğanın verdiği nimetlerden yararlanmak kadar insanı mutlu eden başka ne olabilir hayatta? Yeşilliğin bizi özgürleştirdiği bir dünyada insan daha üretken, daha dinamik ve daha sevecen olabiliyor. Doğanın sunduğu olanaklar aslında hepimize yeter de artar bile. Fakat sanayileşmenin vermiş olduğu hazımsızlık ve doyumsuzlukla beraber, artık tüketimin bir üretim haline geldiği bir dünyada doğa kelimesinin anlamı da değişiyor ve yeşilliğin yerini soluk ve ölü betonlar yığını oluşturuyor. Sizinle konuşmayan; ama size hayat sağlayan bir ağacın aslında herhangi bir dile ihtiyacı var mıdır? Peki, onu izinsiz ve hunharca söküp atmak yerinden… Bize zararından daha çok faydası olan bir canlıyı katletmenin neresi “modernlik” oldu? Kapitalizmin dişli çarkları her gün ruhumuzun derinlerine bir zift daha atıyor.
Parklar yerini yapay çimlere, saklambaç gibi oyunların yerini Playstation’a, iki katlı bahçeli ve sıcak evlerin yerini de gökdelenlere bıraktığı bir çağın çocuklarıyız biz. Nefes almak zorlaştı, çünkü parasını veren artık trompet çalıyor! Süper lüks bir evde oturmuyorsan zengin bile sayılmıyorsun. Peki, nedir gerçek zenginlik? İşçinin, kadının, ailenin, adaletin, doğanın, yaşamanın anlamı nedir? Her gün hunharca dönen bir döngünün içinde çırpınırken, ezen ve ezilen çizgileri bu kadar keskin bir çizgiyle ayrılmışken, her gün gazete ve haberlerde işçi ölümlerini görürken; yüksek bir camekanın arkasında yaşanan hayatların 'değeri' ve 'gerçekçiliği' ne kadar gerçek olabilir? Ebru Nihan Celkan’ın yazdığı, Defne Halman, Deniz Celiloğlu, İbrahim Ersoylu, Mênsur Zîrek, Murat Mahmut Yazıcıoğlu, Pınar Yıldırım, Zeynep Çelik Kureş’in oynadığı; yardımcı yönetmenliğini Aylin Alıveren’in, dramaturjisini Özlem Karadağ’ın üstlendiği; proje ekibi Ayşe Gül Altınay, Özge Ertem ve Fatih Artvinli’den. İşte tüm bu soruların cevaplarını arayan bir oyun Babil.
Arabayla önünden geçtiğimiz ve etrafımızı bir örümcek ağı gibi saran bu yüksek kulelerin ardında neler oluyor? İşçilerin bu evi yaparken bulunduğu çalışma şartları ne? Para babaları paralarını kazanırken kaç hayat bitiyor? Yeni bir hayat nerede başlıyor? Adalet nasıl işliyor? Ebru Celkan bu soruların cevaplarını aramıyor, bu soruları sordurtup kafa yormamızı; rahatsız olmamızı, o yataklarımızda huzurlu uyumamamızı istiyor. Oyunda Babil adı verilen ve uğrunda ormanlar katledilen, üzerine de alt kesim vatandaşın evlerini yıkıp aslında bir enkaz üzerine dikilen aşırı lüks sitelerin yapım hikayesi anlatılırken; memleketimden insan manzaraları, psikolojik süreçler, kapitalizm, hak-hukuk tartışılmaya çalışılıyor. Peki, bu söylemlerin hepsi yeterli derecede tartışılabiliyor mu?
Bu söylemler oyunun alt metnini oluşturuyor ve bize “dön ve bir daha bak! Olmadı bir daha bak!” cümlesini aklımıza kazıtıyor. Ama bu “bir daha bakma” olayını yansıtırken, yer yer söylemek istenilen şeyler bir fragmandan öteye geçemiyor. Biz pek çok şeye şahit oluyoruz; bir işçinin ölümüne, bir patronun bunu para ile kapatmasına, bir işçinin yaşamak için “üstlerinin” ona dayattığı şeyleri yapmak zorunda kalmasına, bir ailenin parçalanışına, adaletin kirli oyunlarına. Her bir sahnede değinilen ve en uca dokunan kavramlar bazen havada asılı kalıyor. Çünkü izlerken her gün televizyonda gördüğümüz haberlerden alıntılar görüyormuşuz hissi uyandırıyor.
Klasik bir anlatı ile oluşturulan metin bizleri ülkemizin içinde bulunduğu sosyolojik ve psikolojik sorunlara da götürüyor. Öğrenci, öğretmen, işçi, anne, kadın, savcı, iş adamı olmanın ağırlığı altında sistemin içinde bir yer bulmaya çalışan insan manzaralarını gözler önüne sererken, kimi zaman bizi ikna edemeyen bir yerde kalıyor. Bu şekilde hissetmemizin bir nedeni de oyuncuların rollerine tam olarak adapte olamamalarından kaynaklanıyor. Şantiye sorumlusu Yavuz’un (Deniz Celiloğlu) ve Karadenizli temizlik işçisi kadın Fatma’nın (Pınar Yıldırım) performansları oyunun enerjisini daha yukarıya çekse de, yeterli olmuyor.
Oyunun kırılma noktalarından biri olan; savcı ve karısının bu ekstra lüks dairelerden birine taşındığını anlatan bölüm oyunun en can alıcı noktalarından bir tanesi. Çocuğunu kaybeden anne ve baba ilişkilerindeki hiçbir şeyi kurtaramamışlardır. Öyle ki bu daireye taşınmak da onları birleştirmez. Çünkü haksız yere alınmıştır bu daire. Hukuktaki usulsüzlüklerin altını çizen bu bölüm de, olayların insanın ruhunda yarattığı psikolojik tahribata parmak basılıyor. Bir annenin çocuğunu kaybetmesi ve bunun para ile ölçülebileceğinin sanılması halimizin ne kadar da trajik olduğunu gözler önüne seriyor. Aynı zamanda bu acıya katlanamayan annenin alkolik olması da önemli noktalardan biri. Babil kulelerinin görkemi altında yaşayanlar ve evleri bu uğurda yok olanlar gibi iki ayrı kutbun yaşadığı çaresizlik hissi bize dokunuyor; ama bu kısımda annenin yaşadığı psikolojik sürecin altı biraz daha çizilebilirdi. Özellikle o büyük camdan yamuk minareli camiye baktığı kısım da, annenin iç sesi ve duyguları üzerinden bir eleştiri görmek istiyoruz sanki ve böylece alkolik olma durumu da daha çok aklımızda pekişebilirdi.
Dekor tüm söylenmek istenen kavramların altını çiziyor. Demirlerden yapılma bir platform ve üzerine yerleştirilen içi boş tuğla görünümündeki demirler bu kapitalist sistemin yavan halini gözler önüne seriyor. Çok amaçlı bir sahne düzeneği ile kurulmuş dekor; ev, iş yeri, hatta cenaze bile oluyor. Eskimiş düşüncelerimizi, ezilenlerin durumunu, doldurulamayan boşluklarımızı anlatıyor. Aynı zamanda ışık tasarımı da, sahne düzeneğini ve hikayeyi tamamlayıcı bir unsur olarak karşımıza çıkıyor.
Son yıllarda katledilen doğanın, katledilen insanın, katledilen özgürlüklerin, katledilen ideolojilerin acınası durumunu anlatan Babil; bir kule gibi dimdik durmaya çalışan insanın yaşamak için verdiği zorlu mücadeleyi anlatıyor. Babil’i Emek Sahnesi’nde izleyebilirsiniz.