* Figen Aras
Sosyal bilimlerin devletçi zihniyetin bilgi yapılarından beslendiğini ve kendisinin de erkek egemen sistemin devamlılığını sağladığını binlerce pratikte görebiliyoruz. Dünya genelinde sosyal bilim temsilcilerini ve onların bilgi üreten mekanlarının sayısını düşündüğümüzde yaşanan doğa katliamlarına, kadın kırımına, savaşlara, yoksulluğa karşı sessizliklerini ya da bunları nasıl meşrulaştırdıklarını ele almak durumundayız.
Yaşanan tüm toplumsal sorunların tanımlanması ve bu sorunların çözümü konusuna kadın özgürlüğünü koyduğumuzda egemenlerin tekelindeki sosyal bilimlerin erilliğini daha açık ifade edebiliriz.
Kadının var oluş ve özgürlük sorunu sistemin tekelindeki sosyal bilimlerde ya hiç işlenmemekte ya da günlük birkaç kadının birkaç erkek tarafından şiddete uğraması olarak gazetelerin üçüncü sayfasına düşmektedir.
Kadının kim olduğu, kimler tarafından tanımlandığı, uğradığı şiddet türlerinin hangi iktidar mekanizmalarıyla beslendiği, özgürlük sorununun nasıl çözüleceği konuları tartışılması gereken bir noktadır. Dolayısıyla kadına ve doğaya karşı işlenen suçların temsilcisi olan ideolojileri ve bu ideolojilerin seçtiği düşünce yöntemlerini tartışabiliriz.
Sistemin bilgi yapılarından beslenen ya da sistemin verili bilgi yapısını aşamayan sosyal bilimlerin tüm bilim alanlarının erilliğini meşrulaştırdığı açıktır.
Hem sistemin tekeline bağlanmış hem de erillikle beslenmiş olan sosyal bilimleri eleştirmekle birlikte kadınların kendi bilgilerini açığa çıkarma ve bunu yaşamsallaştırma heyecanı da karşımızda duruyor. Ve kadın hakikati dediğimizde karşımıza hep doğayla olan ilişkilenme biçimi çıkıyor.
Kadınların kendi hakikatini açığa çıkarması diyoruz çünkü yaşadığımız gerçekler zihnimize hakikat olarak empoze edilmek isteniyor. “Öyleyse kadın hakikati nedir?” sorusunun cevabı bizi hem tarihsel olarak doğal toplum zihniyetine götürüyor hem de güncel olarak kapitalist moderniteye karşı direnen kadınların günlük deneyimlerine…
Kadın kimliğinin yaşamdan koparılmasıyla ekoloji arasındaki ilişkiyi incelediğimizde jineolojiye ne kadar ihtiyacımız olduğu konusunu görebiliyoruz.
Kürdistan’da jin kelimesi kadın demektir ve yaşam anlamına gelen jiyandan etkilenmiştir. Sebepsiz olmasa gerek bir varlığa isim koyarken başka bir varlıkla ilişkilendirmek… Kadınla yaşamın bağı aslında kadınla doğanın ilişkisine götürüyor bizi. İnsanlık tarihinin yüzde 98’lik bölümünü kapsayan bu süreçteki zihniyetin animizm yani canlıcılık; yani yaşamdaki tüm varlıkları kendi gibi canlı görme ahlakı karşımıza çıkıyor.
İnsan, bir kuş kadar; bir ağaç, bir nehir, bir yıldız kadar değerli. Hiçbir varlık diğerinden daha değerli değil. Hiçbir varlık diğerini ötekileştirmiyor, tahakküm kurmuyor, onu kendine göre adlandırmıyor.
Doğal toplum sürecindeki kadın kimliğinin doğayla olan bağı onun gözlem yapması, bitkileri tanıması, toprağı işlemesi, gökyüzündeki hareketliliklerden, yeryüzündeki değişimlerden yaşamsal öğretiler çıkardığını gösteriyor. Gerek alet yapımında gerekse de bitkilerden ilaç yapımına, terziliğe, takvimin bulunuşuna kadar kadınların ilk öğretmeninin doğa olduğunu görebiliyoruz. Toprağı işlemek, buğdayın ekildiğinde çoğaldığını görmek, bunu una çevirmek, unu ekmek yapmak… Binlerce yılı alan bu macera, insanın yaşamda kalmasının temel ihtiyaçlarından birini karşılıyor. Oysa bugün “elinin hamuruyla erkek işine karışma” denilmektedir. Yere düşen ekmeği alıp öperek neden alnımıza götürdüğümüzü sorduğumuzda “kutsal kitap öyle diyor” denilir ama “kutsal kitap neden böyle diyor” diye bir daha sormak gerekebilir.
“Berfo Ana” olarak aklımıza kazınan Berfo Kırbayır, 33 yıl boyunca gözaltında kaybedilen oğlunu aradı. 106 yaşında oğlundan bihaber hayata gözlerini yumdu. Tek isteği, oğlunun bir mezar taşı olmasıydı ancak bu Berfo Ana’ya çok görüldü. Yıllardır süren mücadelesi ile Cumartesi Anneleri’nin simgesi oldu.
Arkeolojik kazılardan, tabletlerdeki yazılardan, mitolojik söylemlerden kadının doğayla olan dostluğunu rahatlıkla görebiliriz. Tanrıça figürlerindeki kadınların başlarındaki buğday taneleri, zeytin dalları, omuzlarındaki kuş kanatları, ayaklarındaki pençeler, yanlarındaki aslanlar, ellerlindeki ay ışığı bize kadının doğayla nasıl bütünleştiğini gösteriyor. Tanrıçalık kültürü o dönemin anlamlandırma biçiminin kadın ve doğa sembolünde bütünleşmesidir. Kadının yaratımlarına, paylaşımına, düzenleyiciliğine ve doğayla olan bağına karşı duyulan bir saygı, bir anlamlandırma…
Yaşamı körelterek egemenliğini meşrulaştırmayı ve sürdürmeyi hakikat olarak gören erkek egemen zihniyetin ilk saldırdığı varlıklar doğa ve kadın olmuştur. Doğaya tahakküm kadının kimliğine, yaratımlarına, yaşamın ahlaki temelde sürdürülebilirliğine saldırı anlamına gelmektedir.
Doğayı kendi için yaratılmış bir nesne gören bu zihniyet kadını da kendi için yaratılmış bir köle görmektedir. Özne nesne ayrımının, sömürü zihniyetinin üzerinde şekillendiği ilk varlık doğa, tecavüze uğramaktadır. Uygarlığın bilim temsilcilerinden Bacon’un doğayı insana geliniymiş gibi hediye edeceği sözünü vermesi boşuna değildir. Yani insan doğadan üstün, erkek de kadından…. Her ikisi de doğal olarak insan ve erkeğe göre yaratılmışlardır ve dolayısıyla her ikisine tecavüz hakkı meşrudur.
Tarihsel kısa yolculuğumuzdan toplumsal deneyimlerimize geldiğimizde Kürdistan’da kadınların hâlâ doğal toplum zihniyetini taşıdıklarını görebiliyoruz. Lakin kapitalist modernitenin verili nimetlerini reddetmişse…
Jineoloji; kadınların kendi bilgilerini kendi yaşadıkları mekanlardan üretmesi ve bunu yaşamsallaştırması ilkesini savunuyor. Kendi bilgimizi açığa çıkarma çalışmalarımızda aslında doğal toplum zihniyetinin asla yok olmadığını, kadın gerçekliği yok edilmek koşuluyla üstünün kapatıldığını daha iyi anlıyoruz.
Ne zaman ki Kürdistan’ın bir köyüne ya da bir yaylasına gitsek, orada insan toplumsallığının doğayla olan karşılıklı saygıya dayanan bağını görebiliyoruz. Mesela annelerimizin bitkilerden ilaç yaptığını, her çiçeği tanıdığını, doğaya zarar verildiğindeki öfkelerini gördükçe okumuş-entelektüel-kentli-modern bireyler olarak kendimizi sorguluyoruz. Bir arkadaşımızın annesi, her koyununa bir isim koymuş, her sabah onlara bir günaydın çeker, isimleriyle tek tek çağırırmış. Ve her koyunu da tanırmış. Koyunların sayısı da yetmiş sekizmiş.
Dersimli bir arkadaşımızın nenesi, evin önündeki ağacı -arabaların park yapmasına engel oluyor diye- kesen dedesine “keşke senin başın kesileydi” demiş ve yıllarca onunla konuşmamış.
Bir arkadaşımızın annesi çiçekleriyle hep sohbet edermiş, bir gün bir çiçeği solmuş, annesi ağlamış, “ağabeyin şehit düştü” demiş. Bir hafta sonra televizyonda oğlunun ölüm haberini izlemiş çiçeği aynı günlerde solan anne…
Kürdistan’da kadınlar hastalıklara karşı punk bitkisinin faydalarını bilirler ve bu bilgiyi karşılıksız bir şekilde paylaşırlar. Ayvanın çekirdeğinin yüze sürüldüğünde iyi geldiğini, soğanı kaynatıp suyunu içtiğinde enfeksiyonlardan kurtulabileceğimizi bilirler ve bu bilgiyi saklamazlar.
Kürdistan’da kadınlar, tararken dökülen saçlarını asla çöpe atmazlar, ya toprağa gömerler ya da duvar oyuklarına iliştirirler. Çünkü saçlar da canlıdır…
Jineoloji buluşmalarında bizi en çok etkileyen süreç sadece bilgilerimizin değersiz olmadığını, yaşamı ürettiğini ve anlamlaştırdığını daha iyi fark etmek değil; bu bilgileri paylaşırken yaşadığımız heyecandır.
Kürdistan’da kapitalist moderniteyi reddeden bölgelerde yaşayanların hikâyeleri, klamları, toplumsal ilişkileri doğayla bütünleşerek sürmektedir.
Bugün yerle bir edilen ve insansızlaştırılmak istenen Cizre’de kadınların kendi yaşadığı mekanlarını nasıl sevdiğini, nasıl koruduğunu, nasıl doğal tutmak istediğini hep birlikte direnişlerinde gördük.
90’lı yıllarda devletin vahşetinden dolayı kentlere göç etmek zorunda kalan ailelerde en çok da kadınlardır doğayı özleyen. Dört duvar arasına sıkışan kadınların küçücük balkonlara yağ tenekelerinde çiçekler ektiğini ve onlarla sohbet ettiğini çoğumuz görmüşüzdür. Bir zamanlar köylerinde evlerinin kapısı hiç kapanmazken binlerce çiçek, ağaç, inekler, tavuklarla birlikte yaşarlarken bir gün bir apartman dairesinin soğuk duvarlarına hapsedilmek insanın doğaya ve kadına verdiği en zalim hediyelerden biri olsa gerek.
Jineoloji buluşmalarıyla birlikte yaşamı körleştirmek isteyenlerin kadın hakikatini nasıl karartmak istediğini; kadın hakikatini karartmak için de doğaya nasıl tecavüz ettiğini kendi deneyimlerimizden daha rahat görebiliyoruz.
Ne kadınların direnişi bitmiştir ne de doğanın öfkesi; ne kadın yenilmiştir ne de doğa kaderine razı gelmiştir. Kaybettiğimiz doğayla ilişkimizi ancak bir zihniyet dönüşümüyle kazabileceğimizin ispatıdır yaşanan direnişler.
Parçalanmak istenen kadın hakikatini yeniden açığa çıkarmanın ve doğayı kendi doğallığına bırakmanın bir ahlakıdır jineoloji…
___________________________________________________________
Bu yazı Gaiga Dergiden alınmıştır.
Hazırlayan: Figen Aras – Diyarbakır Kadın Akademisi