Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı Başbakan Tayyip Erdoğan'a seslenerek, "Ey Başbakan, Allah’ını seviyorsan sen önce internete düşen para kaçırma konuşmalarının, sıfırlanan on milyonlarca dolar ve Euro’nun, villaların hesabını bir ver" dedi.
Erdoğan'ın Fethullah Gülen'e yönelik "onun evladı yok" sözlerine tepki gösteren Dumanlı, Bediüzzaman'ın da evlenmediğini belirterek, "Hocaefendi de evlenmemiş, kendini davasına adayarak büyük bir fedakârlık yapmıştır. servet üstüne servet edinenler, para-tura işleriyle meşbu’ olup ülkeye hizmeti kendine paravan yapanlar, yolsuzluğa kılıf uydurup irtikâpa girenler tabii ki Hocaefendi’nin fedakârlığını anlayamaz" ifadelerini kullandı.
Ekrem Dumanlı'nın Zaman gazetesinde "Sen önce o gömleğin hesabını ver!" başlığıyla yayımlanan (3 Mart 2014) yazısı şöyle:
Hz. Ömer Halife. Hutbede halka sesleniyor: “Dinleyin ve itaat edin!” Oradan adı sanı bilinmeyen bir vatandaş, devlet başkanına haykırıyor: “Ne dinleriz ne de itaat ederiz.” Camide derin bir sessizlik! Kim bilir belki de Halife’den azar bekliyorlar.
Ama öyle olmuyor; Hz. Ömer “Neden?” diye soruyor vatandaşına. “Ya Emirelmüminîn! Herkese kumaş dağıtıldı; ama hiçbirimiz o kumaştan bir gömlek diktiremedi. Şimdi görüyorum ki sen o kumaştan bir gömlek yaptırmışsın. Bir de kalkıp bize nasihat ediyorsun.” Koca Halife’de ne hiddet ne şiddet. Belki de gizliden gizliye bir memnuniyet yaşıyor. Çünkü tâ baştan sormuştu insanlara: “Ben yanlış yaparsam beni nasıl düzeltirsiniz?” Sıradan insanların hakperestçe söylediği şu cevabı alınca sevinmiş, Allah’a şükretmişti: “Seni kılıçlarımızla düzeltiriz.” Demek ki halk soruyordu, sorguluyordu. Demiyordu ki; “Bu insan halifedir, dolayısıyla hesap vermek zorunda değildir.” Suçlamayı örtbas etme yerine meselenin iç yüzünü rahatlıkla izah ediyor Halife. “Oğlum Abdullah, kalk ve gerçeği söyle.” diyor. Hazreti Abdullah izah ediyor: “Doğrudur, o kumaştan bir gömlek yapmak imkânsızdı; ancak ben kendi hissemi babama verdim. O kumaşları bir araya getirdik, babama gömlek diktirdik.” Camiye huzur geldi yeniden. Ve vatandaşların gür sedası Mescit’te yankılandı: “Şimdi konuş ya Halife! Hem dinleriz hem de itaat ederiz!”
Halk soruyordu, sorguluyordu; yönetici de terleye terleye hesap veriyordu. Çünkü aldıkları Kur’anî ahlak ve Muhammedî (sas) terbiye öyle davranmayı gerektiriyordu. Hazreti Peygamber, bir gece sabaha kadar uyuyamamış, eşi sebebini sorunca o Muazzam Peygamber, “Dün gece yerde bir hurma gördüm, yedim. Sonra aklıma geldi ki; ya o hurma beytülmale aitse?” Nebevî ahlak buydu!
Ütopya değil; gerçek... Hiç kimse lâyüs’el değildi; hele milletin hukuku söz konusu olunca hiç kimseye imtiyaz tanınmazdı. Mevki sahibi bir hırsızın affı için kendisine müracaat edildiğinde, geçmiş ümmetlerin helaketinden bahsetti Şanı Yüce Nebi. O anlatıma göre nüfuzlu birileri suç işlediğinde affedilir, sıradan vatandaşa en ağır ceza tatbik edilirdi: İbret olsun diye şöyle söyledi: “Vallahi suç işleyen, kızım Fatma bile olsa cezasını tatbik ederim...”
Bir zamanlar salonlara doluştuğumuzda “İslam’ın sosyal adaleti” böyle misallerle anlatılır ve herkesin ruhunda ürpertiler hâsıl olurdu. Onlarca örnek sıralanırken adalete duyulan özlem depreşirdi. Ya şimdi! Yolsuzluk deniyor; muhafazakâr kitleden bir kısım insanlar “Olsa bile” diye başlayan arsız cümleler kurabiliyor. Rüşvet deniyor, Kur’an ve sünnet ile asla tevil edilemeyecek sahte fetvalardan bahsediliyor. “Almayan mı var, çalmayan mı var?” diye başlayan cümleleri, “Rüşvet verene de alana da lanet olsun!” diyen Hazret-i Peygamber duyunca ne der acaba!
Yahu Allah aşkına bu ne dünya sevgisidir böyle?.. Dün “Sabır-savaş-zafer, adım Müslüman!” diye sokaklarda bağıranların bir kısmı, şimdi “Para, kasa, masa, adım iktidar!” deyip ruhlarını “devlet”in ahtapot kollarına teslim ediyor. Nerde kaldı o “İslamî gençlik” heyecanı, nerde kaldı Hazreti Ömer’den bile bir gömleğin hesabını soran kıyam kültürü?
“Siyasal İslam” sistem dışında kalmanın sağladığı avantaj sayesinde etkileyici bir dinamizm yakalamıştı. Şimdi görünen o ki her hataya boyun eğecek kadar uysallaşmış, uyutulmuş ve sisteme entegre edilmiş. Ne uğruna? Son tartışmaların siyasî ve hukukî boyutu bir yana, dindar-muhafazakâr insanların üzerinde düşünmesi gereken hayatî bir konu var: Yolsuzluk, rüşvet, yalancılık, usulsüz mal edinme, kirli ve kaynağı belli olmayan paralarla servet sahibi olma gibi günahları dinî referanslarla bertaraf etmeye çalışma talihsizliği. Ne hazin bir imtihandır bu Allah’ım! Korkunç bir akide tahrifi ile karşı karşıyayız maalesef. Hz. Muhammed, “Haram da bellidir, helal de bellidir.” dedikten sonra, bu ikisinin ortasında “şüpheli şeyler” olduğunu söylüyor ve ekliyor: “Ondan da sakının!” Daha ötesi var mı? Mesele sadece seçim kazanmaktan ibaret değil ki! Ya kaybettiğimiz hesap verme ve hesap sorma şuuru? Ya hayatı istikamet üzere yaşamak ahdi?
Maalesef Başbakan Erdoğan’ın keskin dili, hem kendine, hem ülkeye zarar veriyor. Kürsüye çıkınca adeta kendinden geçiyor ve toplumun her kesimine ağza alınmayacak laflar söylüyor. Taşıdığı makamın sorumluluğunu arada bir hatırlıyor olsa gerek ki, “Ben 77 milyonun tamamını seviyorum.” gibi laflar etmeyi ihmal etmiyor. Ah keşke öyle olsa! Ne yazık ki sarf ettiği asabı bozuk cümlelerin içinde ne sevgi esintisi var ne saygı kırıntısı.
Elinizi vicdanınıza koyun ve şu soruya cevap verin lütfen: Erdoğan’ın hakaret etmediği, aşağılamadığı, azarlamadığı bir kitle kaldı mı Türkiye’de? Kendi siyasî çekirdek kadrosu hariç! Sağcılar, solcular, ateistler, iş dünyası, medya, yazarlar, gazeteciler… Tek bir ölçüsü olduğu anlaşılıyor: Kendisine taabbud derecesinde itaat. Böyle bir şeyin ne dinde yeri var, ne siyasette. O yüzden herkese hakaret ediliyor pervasızca.
Mesela önce Devlet Bahçeli’ye “çocuksuz” diyerek ağır hakarette bulundu. Tek kelimeyle ayıp! Vaktiyle tanıdığımız, desteklediğimiz, inandığımız Tayyip Erdoğan’a yakışacak bir laf mı bu? O yetmemiş olsa gerekir ki bu sefer de Fethullah Gülen Hocaefendi’ye dil uzatarak “evlatsızlık” üzerinden vefasızlığa devam etti. “Ey Hoca!” diye bağırıyor meydanlarda. Türkiye’nin başbakanı böyle mi konuşur Allah aşkına!
Başta Bediüzzaman olmak üzere pek çok muhterem şahsiyet gibi Hocaefendi de evlenmemiş, kendini davasına adayarak büyük bir fedakârlık yapmıştır. Bunu millet gayet iyi bilir ve can u gönülden takdir eder.
Evlad ü iyal derdine düşenler, servet üstüne servet edinenler, para-tura işleriyle meşbu’ olup ülkeye hizmeti kendine paravan yapanlar, yolsuzluğa kılıf uydurup irtikâpa girenler tabii ki Hocaefendi’nin fedakârlığını anlayamaz.
Bir sebebe binaen evlenmemiş; ya da evlendiği halde çocuk sahibi olamamış insanları da rencide etmenin bir mantığı var mı? Ayıp ki ne ayıp! Sayın Başbakan etrafına bir göz atsa bu yaptığı hatayı anında görecektir. “Babacığım” diye kendisine seslenecek birisi bile bu aşağılamanın ne kadar insafsızca yapıldığını söyleyecektir...
Başbakan Erdoğan, “Ey Hoca... Senin vatanın Türkiye ise buyur vatanına gel.” diyor. Üstelik Hocaefendi’ye karşı “çete reisi”, “elebaşı” gibi yakışıksız sözler sarf ettikten sonra bunu söylüyor. O kadar ki yabancı bir ülkenin Başkan’ına şikâyet ediyor. Tarih bunu bir gün satır satır yazacak...
Ben de şöyle seslenmek isterim: “Ey Başbakan, Allah’ını seviyorsan sen önce internete düşen para kaçırma konuşmalarının, sıfırlanan on milyonlarca dolar ve Euro’nun, villaların hesabını bir ver.” O hesabı vermek için montaj, dublaj gibi teknik atraksiyonlara gerek yok. Allah’ını seviyorsan, “Ben böyle bir konuşma yapmadım, bu ses bana da ait değil, oğluma da...” de. Fas’tan aradığınızı, bir TV kanalındaki alt yazıyı değiştirttiğinizi itiraf ettiniz. İşte aynı ses, aynı dosya, aynı süreç. Allah’ını seviyorsan, doğru konuş, insanlara hakaret etme, vicdanları sızlatma!
Ne yazık ki adaletin üzerine koyu bir gölge düştü. Yolsuzluğu soruşturan savcılar hallaç pamuğu gibi sağa sola atıldı. Yerlerine getirilenlerin bir kısmı bile görevden uzaklaştırıldı. HSYK Yasası çıkarıldı ve yargı doğrudan Adalet Bakanı’na bağlandı. 9 bin civarında polis oradan oraya tehcir edilerek gözdağı verildi. Birkaç gün önce ortaya çıktı ki hukukî dinleme kayıtlarının imhası için resmî yazı bile yazılmış. Bu ne pervasızlık!
Cumhuriyet tarihinin en büyük yolsuzluk dosyasındaki herkes serbest bırakıldı. Suçüstü yakalananların bir kısmı şimdi meydanlarda gövde gösterisi yapıyor. Artık yolsuzluğun üzerine kim gidebilir ki! Parti devleti, “saldırın” diye birilerini hedef gösterse kim “yargı bağımsızlığı”ndan, “hukukun üstünlüğü’nden bahsedebilir ki! 28 Şubat’ta brifing aldı diye yüksek yargıyı yerden yere vuranlar, bu dönemde yargıyı esir aldı. Tarih bu dönemleri bir gün yazmayacak mı? 28 Şubat’tan da beter bir durumun yaşandığı ortada. Güdümlü medya eski 28 Şubat’tan daha çirkef.
Yeni 28 Şubatçılar, ‘Hizmet’i MGK gündemine taşıyarak eski 28 Şubat’tan daha kuralsız bir baskı döneminin yaşandığını tescil etmiş oldu. 28 Şubat’ta demokrasiden hazzetmeyen askerler ‘Hizmet’i gündem yapıyordu. Bugün askerler sivillerden katbekat daha demokrat. Tetikçilerinin, “kırmızı bülten” goygoyculuğu bile ‘eski Türkiye’nin kime tevarüs ettiğini ortaya çıkarıyor. Askerî “28 Şubat bin yıl sürecek” idi, olmadı; yeni 28 Şubat bin yıl sürebilir mi? Asla!