1798'de İngiltere'nin küçük bir kasabasında bir rahip olan Thomas Malthus derin düşüncelere dalmıştı. Düzenlediği vaftiz ve cenaze törenlerini aklına getirdi. Ölen insanlardan çok daha fazlası doğuyordu. Ülkenin nüfusu hızla artıyor olmalıydı.
Malthus, bu artan nüfusu beslemek için giderek daha fazla gıdaya ihtiyaç duyulacağını, bir gün Dünya'nın tüm insan nüfusunu besleyecek kadar besin üretemeyecek noktaya gelebileceğini öngördü.
Malthus'un bu öngörüsü dünya çapında ses getirmiş olsa da gerçekleşmedi.
200 yılı aşkın süre sonra, bu yıl Nisan ayında ABD'nin Cornell Üniversitesi'nden Profesör Chris Barrett, Birleşmiş Milletler'de bir konuşma yaptı.
Barrett, tarımsal arazilerin ve su kaynaklarının giderek daha yetersiz hale geldiği konusunda tüm ülkeleri uyardı, dünya nüfusunu besleyecek kaynakları bulmanın ve gıda güvenliğini tesis etmenin 21. yüzyılın en büyük sorunu olacağını söyledi.
"Gıda güvenliği sorununun çözülememesi riski, tüm ülkeler ve toplumlar için varoluşsal bir kriz anlamına geliyor."
Bugün Dünya üzerinde 7,7 milyar insan yaşıyor. 21. yüzyılın sonuna geldiğimizde bu sayıya milyarlarca yeni insan eklenmiş olacak. Birleşmiş Milletler dünya nüfusunun 2100 yılına gelindiğinde 11 milyar olacağını öngörüyor.
Peki gezegenimiz 11 milyar insanı beslemeye yetecek kaynaklara sahip mi?
Andy Jarvis, yıllardır Kolombiya'da gıda güvenliği üzerine çalışan birisi.
18 yıl önce üniversiteden mezun olduktan hemen sonra güvenlik güçleri ve uyuşturucu kartelleri arasında şiddetli çatışmaların yaşandığı Kolombiya'ya gitmiş.
Andy, Kolombiya'daki ilk günlerini ve ülkeye dair izlenimlerini özetlerken, "İnanılmaz bir tezatla karşılaşıyorsunuz. Muhteşem bir doğanın içindesiniz. Ama bir yandan da daha Kolombiya'daki ilk haftamda iki bombalı saldırıya ve sokaklarda çatışmalara şahit oldum" diyor.
Hâlâ Kolombiya'nın Cali kentinde yaşayan Andy, Uluslararası Tropik Tarım Merkezi'nde (CIAT) tarım politikaları üzerine çalışıyor.
CIAT'ın kuruluşu 1960'lı yıllara dayanıyor. O dönemlerde de Kolombiya'daki tarımsal ürün üretiminin nüfus artışını karşılayacak kadar hızlı artmamasından endişe ediliyordu.
Andy Jarvis, 1960'lardaki tarım teknolojilerinin şimdiye kıyasla çok geride olduğunu ifade ediyor:
"Dünyanın birçok bölgesinde tarımsal üretkenlik düşük seviyelerdeydi. Haşereler ve bitki hastalıkları çok ciddi sorunlardı. O yıllarda yazılan bir dizi kitapta gezegenin besleyebileceği nüfusun bir sınırı olduğu vurguları yapılıyordu."
O yıllarda bilim insanları, vakıflar ve devletler güçlerini birleştirerek dünya nüfusunu beslemenin yollarını aramaya başladılar.
Tek bir öncelik vardı: Mahsül verimini artırmak.
Bir hektarlık arazide üretilen tarımsal ürünün azami seviyeye çıkarılması için çalışmalar yürütüldü.
Buğday ve pirinç gibi tahıl türlerine odaklanan bilim insanları, daha fazla tahıl tanesi üretebilen bitkiler geliştirmeye yönelik projeleri hayata geçirdiler.
Böylece tek bir tarlada çok daha verimli bir hasat mümkün olacaktı. Çok sayıda farklı tahıl türü ekildi, hangilerinin daha verimli olduğu araştırıldı.
Daha sonra ayrı türler çiftleştirildi. En verimli bitkiler birbirleriyle eşleştirildi. Yeni nesil bitlilerin daha dayanıklı ve verimli hale getirilmesi amaçlandı.
Tüm bu çalışmalara 'yeşil devrim' adı verilmişti.
Andy Jarvis 'yeşil devrim'in sadece tahıl tanelerinin daha büyük hale getirilmesine odaklanmadığını söylüyor.
"Yeşil devrimin getirdiği en büyük yeniliklerden birisi artık bitkilerin üzerlerinde çok daha fazla tahıl tanesi taşıyabilir hale gelmesi olmuştu. Tahıl taneleri artsa da bitkiler eğilip bükülmüyor, mahsul zarar görmüyordu."
10 yıl içerisinde bir hektarlık alana ekilen ürünler, iki kat daha fazla mahsul vermeye başlamıştı.
Andy Jarvis, bu sayede milyonlarca insanın açlıktan ölmesinin önüne geçildiğini ifade ediyor.
Yeşil devrim araştırmacılarından Norman Borlaug'a çalışmalarından ötürü 1970 yılında Nobel Barış Ödülü verilmişti.
Norman BorlaugAncak Andy Jarvis, dünyanın yeni bir devrime ihtiyacı olduğunu ifade ediyor ve "Nüfus hızla artıyor. Mevcut tarımsal arazilerde 11 milyar insana yetecek kadar gıda üretebilecek kapasitemiz yok" diyor.
Küresel ısınma da işleri zorlaştıran bir diğer etken. Tarımsal rekolteler, iklim değişikliğinin etkileri nedeniyle giderek daha fazla dalgalı seyir izlemeye başlamış durumda.
Andy Jarvis, küresel gıda tedarik zincirinin çok kırılgan bir yapısı olduğu görüşünde:
"Eğer Rusya'da ciddi bir sıcak hava dalgası yaşanırsa, küresel buğday ve arpa fiyatlarında ciddi artışlar gözlemliyoruz. Bu da ekmek fiyatlarına yansıyor."
2008 yılında tahıl ihracatçısı ülkelerde yaşanan kuraklıklar, yüksek seyreden petrol fiyatları ve artan tarım girdi maliyetleri dünya genlinde bir gıda krizine yol açmıştı.
2006 - 2008 yılları arasında küresel pirinç fiyatı yüzde 217, buğday fiyatı ise yüzde 136 artmıştı.
Tarımsal ürün fiyatlarında yaşanan bu şok, Afrika ve Asya'daki gelişen ülkelerde büyük sokak gösterilerine dönüşmüş ve Burkina Faso, Senegal, Moritanya, Özbekistan, Bangladeş gibi çok sayıda ülkede on binlerce gösterici artan gıda fiyatlarını protesto etmişti.
Kenya'daki Nairobi Üniversitesi Bitki Bilimi ve Mahsul Koruma Programı'ndan Jane Ambuko, küçük yaşlardan itibaren tarımla uğraşmaya başlamış birisi.
Jane daha gençlik yıllarında hem kendi ailesinin hem de diğer çiftçilerin yaşadığı ciddi bir sorunu fark etmiş:
"Mısırımızı ekerdik, sulardık… Hasadı da birlikte yapardık. Ama saklayacak yerimiz olmadığı için hasadın tamamını satmak zorunda kalırdık. Kenya'daki diğer çiftçiler de aynısını yapar, hasadın tümünü tüccarlara satardı."
Jane, hasat zamanı geçtiğindeyse, ürünlerini sattıkları tüccara gidip aynı ekini iki kat pahalıya geri aldıklarını anlatıyor ve "Bu Kenyalı çiftçiler için tam bir kısır döngüydü" diyor.
Çiftçilerin hasadını yaptığı ürünler saklanamadığı takdirde ya çürüyüp gidiyor, ya da hastalık kapıyordu. Yani üretimi artırmak tam anlamıyla çözüm getirmemişti. Hasat edilen ürünler kimsenin sofrasına ulaşamadan çürüyordu.
Jane bugün tarımsal ürünlerin hasattan sonra çürümemesi için çalışmalar yürütüyor:
"Dünya çapında hasadı yapılan tarımsal ürünlerin yüzde 30'unun tüketilmeden yitirildiği tahmin ediliyor."
Jane ABD ya da Avrupa gibi dünyanın gelişmiş bölgelerinde ürünlerin büyük kısmının satın alanların evlerinde çürüyüp gittiğini söylüyor ve "Bu ülkelerde tüketicilerin buzdolabında çürümüş gıdaya tahammül edecek maddi gücü var" diyor.
Afrika'nın gelişmekte olan ülkelerinde ise sorun tedarik zinciriyle alakalı.
Örneğin Kenya'da bir mango üreticisi Kasım - Mart ayları arasında hasat yapıyor. Bu aylarda her yerde mango bulmak mümkün oluyor. Arz bu kadar artınca da çiftçiler çok düşük fiyatlardan hasatlarını satıyor.
Bazı çiftçiler ağaçlardaki olgunlaşmış mangolarını toplamıyorlar bile. Jane, "Bazı çiftçilerle gidip konuştuğunuzda size yetiştirdiği mangoların yüzde 80'inin hasadını yapmadığını söylüyor. Bir yıllık mahsulün yüzde 80'ini çürümeye bırakıyorlar" diyor.
Bu sorunu aşmak için Kenya gibi ülkelerdeki çiftçilerin soğuk depolara ihtiyacı var. Ancak bu çiftçilerin köylerine henüz elektrik dahi ulaşmış değil.
Jane Ambuko ve ekibi, alternatif teknolojilerle çiftçilere yardımcı olmaya çalışıyor.
Geliştirdikleri bir yöntem ıslak kömür çevrili soğutma odaları.
Kömürün üzerindeki su buharlaştıkça havadaki enerjiyi emiyor ve odadaki ısıyı düşürüyor.
Jane Ambuko, çiftçilerin bir araya gelerek kömürle soğutma depolarını birlikte oluşturmalarını sağladıklarını anlatıyor.
Birleşmiş Milletler'in hedefi küresel gıda israfını 2030'a kadar yarı yarıya azaltmak. Eğer bu hedef yakalanırsa artan nüfusun gıda ihtiyaçlarını karşılamada önemli bir adım atılmış olacak.
Jane Ambuko mevcut çabaların mahsul verimini artırmaya odaklandığını, ancak israfın da önlenmesinin hayati olduğunu vurguluyor:
"Evet üretim denklemin bir parçası. Ama ürettiğinin yüzde 30'u israf oluyorsa altı delik bir kovayı doldurmaya uğraşıyorsunuz demektir."
Bilim insanlarının üzerinde çalıştığı bir diğer alan ise bitkilerin genetiği.
ABD'nin Illinois Üniversitesi'nden Amanda Canavagh ve ekibi bitkilerin milyonlarca yıldır mükemmelleştirdiği bir süreci inceliyor: Fotosentez.
Amanda, fotosentezi 'gezegenimizdeki en güzel biyolojik süreçlerden birisi' olarak tanımlıyor:
"Camdan dışarı baktığınızda muhtemelen bir yaprak görebilirsiniz. O yaprak güneş ışığı enerjisini emiyor, karbondioksit çekiyor. İnanılmaz bir şey"
Amanda ise tohumların genleriyle oynayarak fotosentezi daha 'etkin' hale getirmeye çalışıyor.
"Güneş ışığı enerjisinin sadece yüzde 5'i bitkinin biokütlesine aktarılıyor ve bitkinin büyümesini sağlıyor."
Ancak Rubisco, bazen karbondioksit yerine oksijen de yakalayabiliyor ve bu da bir tepkimeyle domino etkisine dönüşüyor.
Amanda, Rubisco'yu bir aşçıya benzetiyor:
"Aşçının yapacağı pasta için önce raftan malzemeleri indirmesi gerekiyor. Ama çok hızlı hareket etmesi gerekiyor. O yüzden de bazen yanlış malzemeyi alıyor. Şeker yerine tuz alıp pandispanya harcına katıyor."
Amanda bu hataların, bitkilerin büyüme hızını günde ortalama yüzde 30 ila 50 yavaşlattığını belirtiyor ve "Oysa bu boşa giden enerji bitkinin ve mahsulün büyütülmesinde kullanılabilir" diyor.
Amanda ve ekibi, bitki genlerini değiştirerek rubisco enziminin hataları nedeniyle yavaşlayan büyüme sürecini daha hızlı hale getiriyor. Bir yandan da rubisco enziminin işini kolaylaştırmak için karbondioksit yoğunluklarını artırıyor.
Amanda, "Aslında yaptığımız şey, mutfakta raflara daha fazla şeker koymak gibi" diyor.
Bu yolla geliştirilmiş tohumlardan çıkan bitkiler, yüzde 40 daha büyük hale geliyor.
Her ne kadar birçok bilim insanı genetiği değiştirilmiş bitkilerin yeni 'yeşil devrim' olduğunu savunsa da, bu yolla üretilen mahsullerin antibiyotiklere karşı direnç geliştirilmesine ya da ciddi hastalıklara yol açabileceğini savunanlar da var.
Birleşmiş Milletlerin '2100 yılına gelindiğinde dünya nüfusu 11 milyara ulaşmış olacak' öngörüsü gıda güvenliği açısından bir risk olarak görülüyor.
Her ne kadar farklı alanlarda çözüm arayışları devam etse de, dünya henüz ikinci 'Yeşil Devrim'ini başlatabilmiş değil. Uzmanlar, gerçek anlamda bir ilerleme için hükümetlerin ve bilim dünyasının aynı 1960'larda olduğu gibi yeniden tam bir uyum içerisinde çalışması gerektiğini söylüyor.