İstanbul’da alabildiğine bunaltıcı bir öğleden sonrasıydı. Tramvaydan indim. Kapalıçarşı’nın rengarenk giyimli müdavimleri arasından sıyrılıp dosdoğru Süleymaniye Camii’ne doğru yürüdüm. Külliyesinde barındırdığı her unsurla ne kadar da bilge, kubbesiyle ne kadar da ulu, her haliyle ne kadar da eşsiz bir başyapıt. O’na da -benzerlerine olduğu gibi- verdiğim kıymeti anlatmaya kelimelerim kifayetsiz kalıyor. Fakat tartışmasız yücelttiğim Süleymaniye, dün geceden beri kafamı kurcalıyordu. Mimari, her daim ‘insan yapımı’ bir mucize. Zamansız bir tarih okuması adeta. Peki ardındaki gerçekleri bilmeden bile mi?
Bana bunları düşündüren, geçenlerde okuduğum bir makalenin zihnime apansız açtığı kapılar oldu. Makaleye göre Süleymaniye Camii ve külliyesi, 16. yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu’nun doğu ve batı sınırında ‘din düşmanlarına’ karşı Sünni İslam’ın zaferinin mimari bir ifadesiydi. Doğru, halen de öyle. Beni asıl şaşırtan konu ise senelerdir bu topraklarda yaşayıp bir şekilde tarihe ve tekrarına şahit olan bizler, nasıl oluyor da İslam mimarisinin en eşsiz örneklerinden biri olan Süleymaniye’nin ardında yine ‘İslam’ adına yapılmış bunca katliamdan bihaber olabiliyoruz? Tabii ki dönemin meşhur Şeyhülislam’ı Ebussuud’un fetvalarından bahsediyorum. Peki, İslam’ın zaferinin mimari ifadesine duyduğumuz sonsuz hayranlık bizi gerisini düşünmekten alıkoyarsa, acaba biz de ‘öncekiler gibi’ puta tapmış olmaz mıyız?
İşte geldim. Üniversitenin arkasındaki dar sokaktan camiye doğru yürürken ılık bir meltemin etrafımda dolandığını hissettim. Kışın öncüsü bu meltemin adı eylül olsa gerekti. Eylül, sokaktaki köhnemiş ahşap evlerin duvarlarından kaçıp doğruca avuçlarıma saklandı. Ne tuhaf, sanki sonbaharı avuçlarımda tutuyordum. O aralık uzaklardan bir akordeon sesi geldi ve sokağa adeta peri tozu serpip gitti. Sanki duyduğum masalsı notaların etkisiyle şimdiden yüzyıllar öncesinde yürümeye başladım. Kanuni Süleyman’ın, Mimar Sinan’ın, Rüstem Paşa’nın ve Ebussuud’un defalarca adımladığı yollarından geçip meydana vardım. Medresenin şimdilerde talebeleri yerine misafir ettiği kafelerin birine oturup bir köşede beklemeye koyuldum. Kimi? Belki geçmişin hayaletlerini. Kimlerdi bunlar? Eli kana bulanmış fetva makamı Ebussuud’un dudakları arasından dökülen ‘katli vacip’ kelamıyla boynu vurulmuş küskün ruhlar ve çaresiz bir kalleşlikle yalnızca izleyip duranlar, Süleyman ve tebaası...
Şimdiyle geçmişe, olanla ölmüşe bakıyorum...
Tarih tekerrür edecek madem, öncelikle kendi adıma boşlukları doldurmalıyım ve ululayıp durduğum bu taştan mabedin ihtişamının gölgesine gizlenmiş iktidarın katlettiği masumları anmalıyım diye düşündüm.
‘Gaziler Sultanı’ Süleyman’ın kudreti ve Usta Mimar Sinan’ın zekası ve yeteneği ile yoğrulup kutlu İslam’ın eşsiz bir ibadet mekanı olarak tanıdığımız Süleymaniye, yıllar içinde ününe ün katarak yine ve yeniden idealize edilirken, imparatorluğun meydanlarında hangi masum biçareler ibadetleri ‘hangi birilerinin’ şeriatine uygun görülmedi diye katledildi acaba? Sultan Süleyman’ın saltanatı süresince merkezi yönetime vurgusu ve halifelik makamının iktidara verdiği güçle, dönemin fetva makamı Ebussuud’un, ‘katli vacib’ kelamının sorgusuz sualsiz birçoklarını ipe götürdüğü gerçeği karşısında Süleymaniye Camii, benim için bağlamından koparılmış mimari bir başyapıt olmaktan çıkar.
Tarihin toz tutmuş kanlı sayfalarını karıştırıp astığı astık kestiği kestik Ebussuud’un şeriatine birkaç örnekle hatırlamadan, Süleymaniye’yi anlamak mümkün mü gerçekten?
Bir zaviyenin mescidinde, Yunus Emre’nin “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle birkaç huri; isteyene ver onları, bana seni gerek seni!” beytini okuyarak, göğüslerini dövüp tuhaf hareketler yapan müridleri ve onları tasdik eden Şeyhleri Zeyd’in idam edilmesinin caiz olduğuna hükmedilir. Çünkü Şeyhülislam Ebussuud, şiir okunmasını reddetmenin yanı sıra camilerde raks edilmesine ve ilahilere de karşıdır. Ve eğer mutasavvıflar da açıkça şeriate uygun ibadet biçimlerini, tasavvufun batıni ibadet tarzıyla bağdaşmaz diye reddeder ve günlük cemaat namazının gerekliliğini inkar ederlerse, o zaman öldürülmeleri caizdir!
Henüz 19 yaşında, ‘Oğlan Şeyhi’ lakaplı İsmail Maşuki, Bayramiye tarikatının Melamiye koluna mensuptu. Camilerde vaaz verirken, “yüksek ruhaniyet derecesine ulaşmanın yalnızca şeriate uygun olmak veya olmamakla ilgisi olmadığını” söyleyerek dini ortodoksiyi yaymaya çalışan fetvalarla alay ediyordu. İstanbul esnafları arasında oldukça geniş bir mürid kitlesi olduğu için kısa süre içinde devlet otoritesi için “tehdit” haline geldi. Ebussuud’un da aralarında bulunduğu bir ulema heyeti tarafından halka açık bir mahkemede yargılandı. Ve adet olduğu üzere ‘zındık’ ilan edilerek 12 müridiyle birlikte idam edildi.
Katledilen bir diğer zındık: Şeyh Muhyiddin Karamani… Gülşeni tarikatına mensuptu. Sultan Süleyman’ın veziri Çoban Mustafa Paşa’nın Gebze’deki cami külliyesine müştemilat olarak yaptırdığı zaviyeye şeyh olarak atanmıştı. 1525 senesinde Ebussuud da aynı külliyenin medresesinde müderristi. Karamani bu zaviyede vahdet-i vücudu (Tanrı’yı doğa ve evrenle bir tutmak) kendi yorumladığı haliyle öğretiyordu. İstanbul’dan sonra Edirne’ye taşınan şeyh, kentteki ulemayı rahatsız etti. Rahatsızlıklar şikayet olup İstanbul’a aktarıldı. Ve sonuç olarak, Karamani aynı kadere boyun eğmiş onlarcası gibi Ebussuud tarafından ‘zındık’ ilan edilerek idam edildi.
Kanuni Sultan Süleyman’ın saltanatı sırasında günde beş vakit namaz ile Cuma namazları zorunlu tutuldu. Hatta bu zorunluluk ve mali bolluk, dönemin cami inşasında bir patlamaya sebep oldu. Osmanlı dünyasında Hanefi hukuku üzerine en yaygın el kitaplarından birisi olan, İbrahim b. Muhammed el-Halebi’nin Mülteka’l-Ebhur (Denizler Kavşağı) adlı eserine göre, Cuma namazını inkar eden kişi kafir olur. Üç kez üst üste Cuma namazını kaçıran biri ise Müslümanlıktan çıkar. Öyle ki Osmanlı döneminde Hanefi uleması, şehir ve kasabaları “Cuma namazlarının eda edildiği ve pazarların kurulduğu yerler” olarak tanımlıyordu. Ebussuud, bu konuyla ilgili bir fetvasında, mahalle sakinlerinin kendi mahallelerindeki bir camiyi bırakıp başka bir mahalledeki camiye gitmelerini kınar ve gitmemeleri yönünde de kesin fetva verir. Ayrıca mescidlerde günlük ibadetlere katılmayanların cezalandırılmasını onaylayan birkaç fetvası da mevcuttur. Bu fetvalardan birinde, bir köyün halkı cemaatle namaz kılmayı terk ederse hangi önlemin alınacağı sorusuna, İslam’ı terk etmiş sayılacaklarını ima edecek şekilde iman ikrarı gerektiğini; başka bir fetvasında ise daha ileri giderek böyle müslümanların şiddetle cezalandırılıp davranışlarından vazgeçmezlerse idam edilmeleri gerektiğini söyler.
Yaşamının sonlarına doğru sufi eğilimleri olduğu bilinen Sultan Süleyman’ın saltanatı sırasında sürdürdüğü tavizsiz Sünni politikası, Şeyhülislam Ebussuud ile Veziriazam Rüstem Paşa’nın yakın işbirliği ile yukarıda da örneklerini okuduğumuz şekilde titizlikle uygulandı.
Tanrı’nın kelamını bir yana bırakıp tabiri caizse ‘söz’ üstüne ‘söz’ söyleyerek masumların canını almakta hiçbir beis görmemiş bu sözde iktidarın günahı hiç mi sinmemiş bu koskoca Süleymaniye’nin dört duvarına, mihrabına, minberine ya da seccadesine... Ya da ruhuna rahmet okuyup durduğumuz Hünkarımızın adının yanına mı eklemeli acaba sırasıyla ölenlerin isimlerini...
İnsan inanmakta zorlandığı zaman evvela gözleriyle görmek ister. Benimki de o hesaptı sanırım. Kalktım bir defa daha geldim. Haliyle etrafta geçmişten ne bir ses ne bir seda kalmıştı. Sağır, taş duvarların da değildi ki zaten suç. Bizdik, sormadan hayran olan. Böbürlendikçe böbürlenen. Ama insan gözüyle göremediği zaman, o hakikati tekrar eder durur. Önce defalarca kendine sonra kendinden geçer, başkalarına… Ta ki idrak edene kadar.
Not: Yazıda, Gülru Necipoğlu’nun “Sinan Çağı - Osmanlı İmparatorluğu’nda Mimari Kültür” adlı kitabından yararlanılmıştır.