Ece Temelkuran iki yıl aradan sonra okurlarının karşısına bir 80 dönemi romanıyla çıktı. Can Yayınları’ndan çıkan ‘Devir’, darbe günleri ve sonrasına henüz 8 yaşındaki iki çocuğun, Ayşe ile Ali’nin gözüyle bakıyor.
Sorumluluk duygusunu aile sofrasında öğrendiğini söyleyen Temelkuran, sözlerini “O masalarda aslında bir tedrisattan geçiyorsunuz. Hem bir tür duyarlılık tedrisatı, hem tarih bilgisi, hem insanlık bilgisi, hayat bilgisi, ne derseniz ona, o masalarda hayatı öğreniyorsunuz” şeklinde sürdürdü.
Toplumda kutuplaşmanın arttığını, birbirimizi anlamaya çalışmamız gerektiğini vurgulayan Temelkuran, “İşler çok karıştı. Bir yandan çok yalınlaştı, bir yandan çok karıştı. Bir yandan çok yalın; iktidar var, iktidarın karşısında olanlar var. Öte yandan Kürt meselesi var, Alevi meselesi var, işte Gülen Hareketi ile ilgili bir mesele var. Bu çatışmaların ne kadar ilkesel düzeyde, ne kadar günün siyasi konjonktürüyle ilgili olduğuna dair bir kafa karışıklığı var. Durum çok karışık şimdi. Ad koymak gerekmiyor ama anlamaya çalışmak gerekiyor” dedi.
Zehra Onat’a konuşan Ece Temelkuran’ın Zaman’ın bugünkü (17 Şubat 2015) nüshasında yayımlanan röportajı şöyle:
Anne-babanızdan devraldıklarınızı, bu kitabı yeğenlerinize adayarak bir nevi onlara devrettiniz. Kitaba ismini de veren bu ‘devir’ duygusu bir sorumluluktan mı kaynaklanıyor?
Bu seçilmiş bir sorumluluk mu yoksa doğar doğmaz içine doğduğum ve yüklendiğim bir sorumluluk mu bilmiyorum ama evet bir sorumluluk duygusu var. Biz zaten bu sorumluluk duygusuyla büyütüldük. Eğer sol görüşlü bir aileden geliyorsanız hayatı öğrendiğiniz yer yemek yenen masalar oluyor. Ve o masalarda aslında bir tedrisattan geçiyorsunuz. Hem bir tür duyarlılık tedrisatı, hem tarih bilgisi, hem insanlık bilgisi, hayat bilgisi, ne derseniz ona, o masalarda hayatı öğreniyorsunuz. Ama sadece bu konuyla ilgili değil, Ermenilerle ilgili de çalışırken hep şunu düşünmüşümdür, devretmek doğru bir şey midir? Ya da nasıl devrediyoruz? Acıları devretmeyi insanlar neden isterler? Bu sorumluluk duygusunu biraz da öğretiyorlar insana. Çünkü eğer o hikâyenin anlattıkları o tarihin, o hikâyenin bir parçası olmazsan, sahipsiz, kimsesiz, yersiz yurtsuz, kalacağını biliyorsun.
Peki, bu ağır sorumluluk neden çocuk dilinden aktarıldı?
Çünkü dönem çok karmaşık, çok çılgın ve çok kutuplaşmış. Herhalde bu sıfatlar bugünü de anlatıyordur. Tıpkı bugün gibi, herhangi bir sözün hangi tarafça söylendiğine bakarak insanlar yargılıyorlar, anlamlandırıyorlar, sınıflandırıyorlar... O dönem de öyle. Kutuplaşma artık insanların birbirini sokaklarda gırtlaklamasına kadar varmış durumda. Bu kadar kutuplaşılan bir ülkede çocuk diline dönmek bana makul olanı anlatmanın tek yolu gibi geliyor. Ben mesela Gezi’nin de makul olana geri dönüş çağrısı olduğunu düşünüyorum. O kadar karmaşıklaştı ki her şey ve sözcükler o kadar sahiplerinin dışındaki insanlar tarafından çalındı, gasp edildi ki o sözcüklerin ve anlamların geri dönmesi için bir makule çağrıydı. Bu iki çocuğun anlatmasının nedeni o. O dönemdeki makul iki çift göz Ali ile Ayşe. O kadar karmaşayı yalınlaştırabilecek ve insanlığın temel değerlerinde deneyebilecek iki çift göz. O yüzden çocuk dili.
Bu dili kullanmak riskli gelmedi mi size? Edebiyattaki örnekleri de çok yaygın değil, üstelik kurması, sürdürmesi de güç...
Kurması çok zordu. Gerçekten. Çünkü çocuksu bir dili aramıyoruz, çocuk dilini arıyoruz. Çocuksu dil yaratmak çok kolay ama benim yapmaya çalıştığım şey çocuk şiirine, çocuğun şiirli kafasına geri dönmekti. Onun için de gerçekten hatırlamak gerekti. Herhangi bir nesneye baktığımda ne hissediyordum, ne görüyordum?.. En zoru da çocukluktaki boş zamanı hatırlamaktı. Kendi çocukluğumdaki boş zamana geri döndüm; hiçbir şey yapmadığım, hiçbir şey yaptırılmadığım, atıyorum, perdenin renklerine baktığım o zamana geri döndüm. Olayları hatırlayabilirsiniz ama aklınızdan geçenleri... Ancak böyle çocuk diline, şiirine dönebileceğimi düşündüm ve kendi arkeolojimi yaptım. Ve çocuklara bir şey yaptırmak istedim. Çünkü bizim çocukluğumuzda okuduğumuz çocuk kitaplarında çocuklar bir şey yapardı. Bayağı mücadele verirlerdi. Şimdiki çocuk kitaplarında çok az öyle şeyler görüyorum. Ben o ilk kitapların çocukların kaderlerini değiştirdiğini düşünürüm. Şimdi de benim çocuk karakterlerimin bizim okuduğumuz kitaplardaki çocuk karakterlere benzemesini istedim. Güçsüzlüğüne ve küçüklüğüne rağmen bir şeyler yapabilen çocuklar.
80 darbesi olduğu sırada siz de Ali ve Ayşe’nin yaşlarındaydınız. Olan biteni onlar gibi mi algılıyordunuz?
İkisi gibi de değil aslında. Benimki Ayşe kadar neşeli, Ali kadar da canlı bir 12 Eylül öncesi değildi. Çünkü Ali mücadelenin içinde büyüyor, onun için umutsuzluk yok mesela. Ya da acı, korku, tehlike var ama büyük bunalım diye bir şey yok. Ayşe’de ise hiçbir şey görmediği için tereddüt, korku var. Gerçek bir orta sınıf ile yoksul sınıf arasındaki fark, iki çocuğun arasındaki ilişkide görülüyor. Ben 12 Eylül’ü, bize yapılmış bir şey zannediyordum. Bizim ailemize. Olayı kişisel algıladım. Gerçekten, şimdi bakıyorum ki çok uzun yıllar öyle algılamışım. Bizim ailemiz çok mutsuzdu. Hâlbuki değil, bütün memleket mutsuzdu. Yıllar sonra bile öyle hissettiğimi fark ettim. Hâlbuki toplumsal bir bunaltı var, o dönemde bilemezdim. Şimdi bilincine vardım.
Unutmamakla hatırlamanın farkına da dikkat çekiyorsunuz. Sizin o yıllardan unutmadıklarınız neler?
Unutmadıklarımı zaten hayatım boyunca taşıdım, öyle gazetecilik yaptım, öyle yazı yazdım, öyle ilişki kurdum, yaşadım; dünyaya öyle baktım. Unutma denmedi ama unutmamam gereken şeyler hep önümdeydi. Deniz Gezmiş’lerin nasıl öldürüldüğü, evde en çok konuşulan Sinan Cemgil, Hüseyin İnan, -kardeşimin ismi oradan geliyor. Hepimiz, üç aşağı beş yukarı gitmişlerin isimlerini sırtımıza alıp doğduk zaten. Bu ülkenin böyle bir tarihi var. Unutmadıklarımız böyle şeyler ama bir de hatırlamadığımız şeyler var. Bir orta sınıf çocuğu olarak o korkuyu, mücadeleyle kendini koruma arasındaki sürekli tereddüdü… Bunları hatırlamadığımı sonra fark ettim. Birçok şeyi sonradan bakınca hatırlıyorum ve aslında dönemin, benim, bir neslin ruhunu kuran da ‘unutma, unutma’ diye tekrar edilenler değil, hep üstünden geçilen o küçük hayat aralıkları, ayrıntılar, daha tereddütlü ruh halleri.
Karşı görüşten neredeyse kimse yok romanda. Kitabı yazarken hiç o dönemi yaşamış, olaylara karışmış ülkücülerle, sağcılarla görüşme imkânı buldunuz mu? Onlar ne diyor?
20 yıl gazetecilik yaptım, o yüzden her türden insanla çok derinlemesine konuşmuşluğum var. Ama bu kitap için, hayır. Dürüst olmak lazım, ben başka bir şey anlatmak için bu kitabı yazdım; bu ülkenin muhalefetinden ne devrediyor, insan doğasında her türlü unutturmaya karşı direnen bir öz var mıdır, dirence dair bir öz var mıdır? Ve daha birçok soruyla ilgili bir şey. Bunun içinde ne sağcılara ne de faşistlere, ülkücülere filan yer yoktu. Onlar kendi hikâyelerini yazmalılar bence. Ben onu yazmak istemedim, öyle bir ihtirasa kapılmak da istemedim doğrusu.
Kitapta Birgül’ün bir cümlesi var, çok dikkatimi çekti. Diyor ki: “Mahalleden eyleme, eylemden mahalleye derken... Buradaki insanlar ne yapıyor haberimiz yok. Normal insanlar. Gerçi normal insanların da bizden haberi yok ya! Acaba öfkelendiğimiz için mi görmek istemiyoruz onları Ali, ne diyorsun bu işe? Onlar bizi yok sayıyor diye mi biz de onları yok sayıyoruz?”
Ben yeni muhabirliğe başladığımda Türkiye’de en büyük ölüm oruçları oldu. Açlık grevleri vs. bu politik tutukluların anneleri de Kızılay’da bir binada ölüm orucuna yattılar. O daireyi unutamam, içeride delirme halini... Tansu Çiller’le Mehmet Ağar onlara randevu bile vermiyor. 16 yaşında bir kız öldü içerde. Hepsini izliyorum orada. Korkunç bir şey. Ve her gün oradan çıkıyordum, sokakta başka bir hayat var. İndirim var, şu var, bu var. Diyorum ki, bu kadar nasıl farkında olmazlar? İçeridekiler, başka bir hayat yok gibi yaşıyorlar. Dışarıdakilerin olanlardan haberleri bile yok. Bu ikisi arasında gidip gelmek beni hasta ediyordu. Sadece orada yaşasam o kadar hasta olmam. Ama duymama, görmeme, hiç ilgilenmeme halini görünce delirecek gibi oluyordum.
Şimdi de benzer bir görmezden gelme durumu var toplumun her kesimi için. Neden yapıyoruz bunu? Geçmişte bunun adı sağ–sol çatışmasıydı. Peki, şimdi ne bunun adı?
İşler çok karıştı. Bir yandan çok yalınlaştı, bir yandan çok karıştı. Bir yandan çok yalın; iktidar var, iktidarın karşısında olanlar var. Öte yandan Kürt meselesi var, Alevi meselesi var, işte Gülen Hareketi ile ilgili bir mesele var. Bu çatışmaların ne kadar ilkesel düzeyde, ne kadar günün siyasi konjonktürüyle ilgili olduğuna dair bir kafa karışıklığı var. Durum çok karışık şimdi. Ad koymak gerekmiyor ama anlamaya çalışmak gerekiyor. Ben bu ülkeyi artık delilik yönetiyor diyorum ama bu deliliğin de bir aklı var. Hiç öyle gelişine vurmuyor topu. Bir hedefi var, bize delice gelebilir ama bir hayali de var. Ve o hayalde benim gibi insanlar yok, korkarım senin gibi insanlar da yok.
Şiddet sokağa inmedi belki ama kutuplaşma tıpkı o zamanlardaki boyutuna ulaşmak üzere. Toplum dinamiklerini takip eden biri olarak bu gerilim sizce ne zaman sona erer? Ya da bunun için ihtiyacımız olan nedir?
Ben bu kitabı bunun için yazdım. Yani amok koşucusu gibi, nereye gittiği belli olmayan, çılgınca bir koşu var. Herkes de görüyor, korkunç bir yere doğru gidiliyor. Ama kimse hiçbir şey yapamıyor. Böyle bir gaflet hali sanki. Bu yaşandı Türkiye’de, demek için yazdım. Şimdi mesela 80 gazetelerini okurken, “Nasıl bir şey yapmazlar, nasıl bir şey olamaz bir türlü! Nasıl cumhurbaşkanı bir türlü seçilemez? Darbe geliyorum diyor, karanlık bir şey geliyor insanların üstüne tıpkı bugünkü gibi, nasıl hiçbir şey olmaz!” diye düşünüyorum. Olmayabiliyor ve inisiyatif alınmazsa evet, işler daha kötüye gidebiliyor. İnsanların bazıları, daha kötüsü olamaz, diyor ama öyle değil, daha kötüsü oluyor ve eğer insanlar bir inisiyatif ortaya koymazlarsa daha kötüsü de olacak.