Derin Koçer – Londra
Londra’da kar yağışlarının bittiği, amansız soğuğun yerini kandırıcı akşam güneşlerine bıraktığı bir günde Ece Temelkuran, henüz yalnızca İngilizce olarak yayımlanan ve bu sene içerisinde 10 dile daha çevrilmeyi bekleyen -Türkçe basımı için henüz çalışmaların sürdüğü- yeni kitabı ‘How to Lose A Country’i (Bir Ülke Nasıl Kaybedilir) anlatıyor.
Kitap, yalnızca Türkiye’ye dair değil. Temelkuran, sağ-popülist rüzgârın nasıl yükseldiğine, yükselirken nelere yol açtığına ve hangi temellere dayandığına odaklanıyor.
İki aydan kısa bir süre içinde Avrupa Birliği’nden çıkmayı bekleyen Britanyalıların dertli oldukları belli. Konu, dönüp dolaşıp Brexit’e geliyor neticede; Temelkuran ise her Brexit sorusunu cevaplarken ufak ve muzip bir gülümsemeyle bakıyor seyirciye. Popülizmin yansımalarından bahsediyor sonuçta.
Etkinliğin ardından tanışıyor, kitaba dair ‘Türkçe’ bir söyleşi yapmak üzere anlaşıyoruz.
Temelkuran’ın Büyük Britanya’daki inanılmaz yoğun kitap tanıtım turunun ardından sorularıma elektronik posta aracılığıyla verdiği yanıtlar şöyle:
Artık Zagreb’de yaşıyor, İngilizce kitap yazıyorsunuz. Bir radyo söyleşisinde de ‘anadilimi kaybediyorum’ demiştiniz… Yeni kitabınızla beraber en çok sorulacak soruyla başlayayım: Peki ya siz, ülkenizi kaybettiniz mi?
Anadilimi kaybetmiyorum elbette ama kaybetmekten ürküyorum ne zaman İngilizce yazmaya kaptırsam. Ülkeye gelince, hepimiz belli oranlarda Türkiye hayalimizi kaybettik sanırım. Ülkenin kalbimizdeki, aklımızdaki anlamını çok yıprattılar. Ama her şeyin her an değişebileceğini düşünüyorum. Cumhuriyet projesinin çocukları olarak öksüz kaldık gibi hissediyor milyonlarca insan. Gereksiz ve hatta düşman ilan edildik. Ama kaybettiğimiz sanmıyorum.
Kitap, popülizmin yükselişine dair 7 belirtiye geçmeden önce, 15 Temmuz gecesiyle başlıyor. O gece, ülkenin uyanacağı sabaha dair neler hissetmiştiniz? 12 Eylül darbesini radyodan dinleyen, endişeli ailenize tanıklığınızı bir önceki kitabınızda okumuştuk; neler değişmişti yıllar içinde?
Bir sürü şey. Ama temel olarak sanırım 1980’de herkesin kafası iyi-kötü, güzel-çirkin, doğru-yanlış kavramlarıyla ilgili son derece netti. 2000’lerde bütün bu kavramlar yer değiştirdi ve ülkenin kalbi ve aklı bulandı. Ama bu Türkiye’ye özel bir durum değil, bütün dünyanın kafası ‘demokrasi nedir’, ‘iyi, güzel, doğru nedir’ sorularıyla ilgili epeydir karışık. Zaten küresel anlamda yaşanan sağ popülist dalganın yükselişi bununla ilgili.
Kitabın ilk bölümünde, sağ-popülist dalgaların klasik siyasal parti yapısının dışında ‘hareketler’ olduğuna dikkat çekiyorsunuz. Hatta Anadolu’nun bir ücra köşesinde, AKP’nin ilk yıllarından bir yöneticinin ‘’Bize hareket deyin’’ şeklinde konuştuğunu da aktarıyorsunuz. Neden bir partiye değil de harekete sırtlarını yaslıyor popülistler?
Parti statik bir kavram ama “hareket” bir eylemi işaret ediyor, bir yeniliğe söz veriyor. Doğası gereği heyecan verici bir kavram ve genel muğlaklığı herkesi kendine doğru buyur ediyor, kitleyi kucaklıyor. Parti, temsili demokrasinin son yıllarda yarattığı umutsuzluğun bir parçası olarak görülüyor. Hareket ise temsili demokrasinin sınırlarını aşan bir siyasi enerji vaat ediyor. Sağ popülizmin en çok yararlandığı bu enerji ve kucaklayıcılık zannı. Hareket, kendini tarif etme zorunluluğunu reddederek kitlede biriken öfkenin temsilcisi olmaya söz veriyor. Bu yüzden çok kullanışlı bir politik araç.
Bu hareketler ise popülist söyleme göre ‘hakiki halk’a dayanıyor. Kim bu insanlar? Ne farkları var sizden, CHP ya da HDP ya da diğer herhangi bir ‘muhalif’ seçmenden?
Hiç bir farkları yok. Kendilerini “gerçek halk” olarak adlandırarak bir mantık oyunuyla geri kalan herkesi kendilerinin “gerçek” olduğunu ispatlamaya zorluyor. İngiltere, Fransa, ABD şu anda bizim on beş yıl önce uğraştığımız “Biz de gerçek halkız” ispatıyla meşgul. Kitapta bunun bizim başımıza neler getirdiğini, muhalefeti nasıl bir tuzağa düşürdüğünü anlattım. En önemli şey ise “gerçek halk” olmanın kriterinin sürekli değişmesi. On beş yıl önce bu kriter ordunun sınırladığı özgürlükleri geri kazanmaktı ama bugün, bir çok evrelerden geçtikten sonra lidere tam ve sorgusuz itaate dönüştü.
Türkiye’de siyaset, yıllar içinde bu kitleyi yok saymış, susturmuş, önemsememiş olabilir mi? Nereden çıkıp da geldiler bir anda?
Bu kitlenin gerçek ve imal edilmiş mağduriyetleri var. Fakat örgütlenme aşamasında gerçek mağduriyetleri değil, imal edilmiş mağduriyetleri daha etkin olarak kullanılıyor. Mesela hatırlarsanız tarihin yeniden yazılması epey etkili olmuştu. Biz ne zaman Sivas Katliamı’ndan söz açsak onlar Başbağlar diyordu. Bu kaygan ve İngilizce “whataboutism” (ama peki o zamancılık) denen diskur numarasıyla sonsuz sayıda mağduriyet icat ettiler. Biz her seferinde bu mağduriyetlerin söylemiyle mücadele etmek zorunda kaldık ve yorulduk.
Bu hareketlerin dünyanın dört bir yanındaki ‘müesses nizamları’ hedef aldığını söylüyorsunuz. Öncelikle bu ‘müesses nizam’ neyi temsil ediyor; nasıl kuruldu, global bir nizam mı? ‘Hakiki insanları’ yüz üstü bırakan bir yapı mıydı bu?
Kitabın ana ayaklarından biri sağ popülist dalganın bütün dünyada demokrasi kavramının toplumsal adaletten ayrıştırılmasıyla ortaya çıkması. Toplumsal adalet ihtiyacı yokmuş gibi davranılması sonucu kitleler haklı nedenlerle öfkeliler. Ama bu öfke maalesef tam da o kitlelerin çıkarlarına aykırı görüşlere sahip sağ dalga tarafından örgütlendi ve örgütleniyor hala.
Türkiye’de kimi entelektüellerin ilk zamanlarında Erdoğan’ın yerleşik nizamı kırabileceğine dair inanç taşıdığını belirtiyorsunuz. Büyük finans grupları da aynı şekilde… Hem bu insanlar hem de Batılı medyanın önemli bir kısmı, bu ‘hareket’in nesini okuyamadı? Yoksa zamanla değişen bir hareket mi var karşımızda?
Okuyamadılar değil, okumak istemediler. Yıllar boyunca anlattık, “Türkiye’ye gerçek demokrasi AKP ile geldi” söyleminin nelere mal olacağını, ama dinlemek istemediler. Bazıları bu saçma hayale inanmak istedi Sol çevreden, bazıları inanmayı çıkarına uygun buldu, bazıları da sadece gücün yanında saf tutmak istedi. Ama bu projenin temelinde yer alan “demokrasi ile ılımlı İslam’ın kusursuz evliliği” fikri tamamen yıkıldı. Biz Türkiye’de şu anda bu yıkıntının altından kalkmaya çalışıyoruz.
Trump, Erdoğan, Orban, belki Brexit’in yıldızı Farage, seçimi kaybetmiş olsa da herkesin yüreğini ağzına getiren Le Pen... Bu çağa tanıklık eden belki de herkesin kabul edebileceği bir durum ile karşı karşıyayız: Popülizm, küçük, spesifik olaylarda ya da ülkelerde karşımıza çıkmıyor; global bir ‘zeitgeist’a dönüşmüş durumda. İnsan, zamanın ruhuyla nasıl kavga edebilir?
Harika soru. Ama zamanın ruhu bu değil. Bu, imal edilmiş bir kılıf. Zamanın ruhu esasında insanların onurlarına sahip çıkmaya karar vermesi. Maalesef bu talep şimdilik daha güçlü olan sağ dalga tarafından örgütleniyor. Ben bunun yakın zamanda değişeceğini düşünüyorum.
Kitapta da şu anda kadarki söyleşimizde de sağ-popülizmden uzun uzadıya bahsediyorsunuz. Ancak sol-popülizm de bazılarına göre ‘global demokrasi çıkmazı’nın bir parşası. Sanders, Corbyn gibi liderlerin bu çıkmaza cevap olabileceğini mi düşünüyorsunuz? Merkez tutunamadı mı?
Ne zaman sağ popülizmden söz etsem hemen karşılık olarak bu soru soruldu bana İngiltere'de. Sanırım 1980'lerden bu yana geliştirdiğimiz "dengeli olma" adlı öğrenilmiş tavrın bir sonucu. Oysa bunun bir denge meselesi olduğunu düşünmüyorum. Apaçık ortada ki dünyayı bugün küresel olarak tehdit eden bir sağ popülizm var ve öncelikli olarak bundan söz etmek gerekiyor. Ne Sander’ın ne de Corbyn'in popülist olduğunu da düşünmüyorum. Çünkü halk adına konuşmak ile halk için konuşmak arasında dağlar kadar fark var.
Metin Münir T24’te “ABD, Türkiye olmadığı için; Trump, Erdoğan olamaz” diye yazmıştı. Olabilir mi sizce; kurumlar ‘tutunamayabilir mi’? Tehlikeyi küçümsemek ya da -sizin deyiminizle- ona ‘gülüp geçmek’ gibi bir hastalığa kapıldık ve kendi mezarlarımızı mı kazıyoruz acaba?
Bunu Türkiye’de çok yaptık ve kitapta gülmekle ilgili özel bir bölüm var bu yüzden. Metin Münir haklı; Trump, Erdoğan olamaz. Zaten kendi ülkesindeki siyasi mekanizmayı felç etmesi için olması da gerekmez. Amerika’da süreç bizimkinden çok daha hızlı ve kaba ilerliyor. Keşke biz de o kadar şanslı olsaydık ve yaşanan melanet Amerika’daki kadar kör gözüm parmağına olsaydı. Türkiye’de biz olup bitene muhalefet ederken kimse bizim yanımızda Amerikalı muhaliflerin yanında durduğu kadar durmadı. Biz o kadar şanslı değildik.
Size ‘umut var mı’ diye soran bir seyirciye, “Genç kadını takip edin” demişsiniz. “Bizi buradan çıkarsa çıkarsa kadınlar çıkarır” diye düşünüyorsunuz sanki... Neden?
Çünkü öyle! (Gülüyor)
Size -kitapta önerdiğiniz gibi- dünyanın dört bir yanından insanlar, bir ‘agora’da buluşacak ve başlarındaki ‘belayı’ defedeceklermiş gibi geliyor mu? Kitap amacına ulaşır mı yani; yoksa yeni bir dünyayı kabullenmemiz, onunla yaşamayı öğrenmemiz mi gerekiyor?
Öyle gelmiyor, öyle olması gerektiğini düşünüyorum. Yazan bir insan olarak, politikayı izleyen biri olarak ben de süreci etkileme, yönlendirme hakkımı kullanmak ve sorumluluğumu yerine getirmek istiyorum. Kitapta dediğim şey şu: Sağ popülist hareketler küresel bağlar kuruyorlar, o zaman bizim de küresel dayanışma ağları kurmamız gerekiyor. Bu böyle olmak zorunda yoksa iklim değişikliğine inanmayan kitleler dünyayı yönetecek ve çocuklarımıza geçireceğimiz bir yeryüzü bile kalmayacak.
Son soruyu, Gezi’nin yazında hakkınızda komplo teorileri ortaya saçılırken Londra’da sohbet ettiğiniz İranlı bir meslektaştan ödünç almak isterim: Yalnızca sizin için değil; hepimiz için… What’s next? (Şimdi ne olacak?)
Bunu hep birlikte cevaplayacağız. Kitapta söylediğim şeylerden biri de bugün yaşananların insanlara 80’ler boyunca bütün dünyada politik özneler olduklarını zorla unutturulmasından kaynaklandığı. Bunu hatırlarsak what is next sorusunu cevaplayacak politik peygamberler aramaktan kurtulur ve bir sonraki dönemi biz belirleriz.