Eğer Atatürk diktatörse ben niye onun diktatör olduğunu söyleyemiyorum?

Eğer Atatürk diktatörse ben niye onun diktatör olduğunu söyleyemiyorum?

 

Ahmet Altan
(Taraf, 3 Nisan 2012)
 

Hukuk sanatı

 
Bizim davalar, benzin pompacısının sayacı gibi hızlı dönerek rakamlarını arttırıyor.
 
Bazı günler mahkeme sadece bizim gazetenin elemanları için açılan davalara bakıyor.
 
Buradaki insanlar kaç davaları olduğunun sayısını şaşırmış gibi.
 
Benim davaların sayısı “son sayıma” göre 45’ti, şu anda kaç, tam bilmiyorum.
 
Peki, bu davalar neden açılıyor?
 
Sadece haberler ve yazılar için.
 
Ve, savcıların keyfi istediği için.
 
Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç’ın hukukla ilgili konuşmasını okuyunca aklıma kaçınılmaz olarak bizim davalar ve savcılar geldi.
 
Maşallah öyle yasalar yapmış ki bizim yasa yapıcılar, savcıların canı istedikçe bizi mahkemeye göndermesinin önünde hiçbir engel yok.
 
Bu savcıları denetleyen de bulunmuyor.
 
Savcılar kendileri gibi düşünmeyen herkes için dava açıyor.
 
Ne yazık ki bilgileri, entelektüel birikimleri ve hukuka saygıları pek kuvvetli değil.
 
Ben size bir davadan örnek vereyim.
 
Ben “Atatürk’ün diktatör olduğunu” söylediğim için yargılanıyorum şu sırada.
 
Savcı yalapşap bir iddianameyle bunu söylemenin “Atatürk’e hakaret” olduğunu iddia ediyor.
 
Böyle, “Atatürk’e hakaret” diye bir yasa maddemiz var bizim.
 
Hâlâ böyle yasalarımız olmasının saçmalığını şimdilik bir kenara bırakalım.
 
“Diktatör” demek bir hakaret midir, onu soralım.
 
Savcının, bunun hakaret olduğunu kanıtlaması için Atatürk’ün konumunun “siyaset bilimindeki” tarifini yapması gerekir.
 
Bir adam bir ülkeyi, “tek adam, tek parti” yöntemiyle yönetiyorsa, o adamın siyaset bilimindeki tarifi nedir?
 
Savcının davayı açabilmesi için, “tek adam, tek parti” sistemindeki yöneticiye “ne deneceğini” söylemesi gerekmez mi?
 
Atatürk diktatör değilse ne?
 
Savcının iddianamesinde bunu açıklaması gerekmiyor mu?
 
Doğrusu ya ben bu davayı açan savcının bu konularda etraflı bir bilgisi olduğunu pek sanmıyorum.
 
“Atatürk’e diktatör demek hakarettir” diyor ve orada duruyor.
 
Peki, Atatürk ne?
 
Bu sorunun cevabını vermeye gerek bile görmüyor.
 
Ciddi bir iddianame bile yazmıyor.
 
Aslında savcının Atatürk’ün siyasi konumunun tarifiyle falan ilgilendiği yok, onun söylediği şu, “Atatürk’ün ne olduğu hiç önemli değil, isterse diktatör olsun, sen ona diktatör diyemezsin”.
 
Eğer Atatürk diktatörse ben niye onun diktatör olduğunu söyleyemiyorum?
 
Üniversitede bir siyaset bilimcisi profesör, böyle yasalar ve böyle savcılar varken çocuklara gerçekleri nasıl anlatacak?
 
Üniversitelerde gerçekler söylenemeyecek mi?
 
Hayır, söylenemeyecek.
 
Çünkü burada gerçekleri söylemek yasak.
 
Peki, gerçeklerle çatışan bir hukuk sistemi ve adalet olur mu?
 
Olmaz.
 
Peki, beni ve benim gibileri yargılayan sistemin adı ne o zaman?
 
Burası sadece yasalarıyla değil, hukukçularıyla da çağdışı bir ülke.
 
Gerçeklerden korkan, gerçeklerle ilgilenmeyen, gerçeklerin söylenmesinin suç olduğuna inanan hukukçularla sağlıklı bir hukuk sitemi kurulabilir mi?
 
Kılıç, hukuku “bir cümle ile yaşanmış gerçeklere ulaşma sanatıdır” diye tarif ediyor.
 
Bu tarife göre o “sanat” burada yok.
 
Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın hukuk tarifi ile yaşanan gerçekler birbiriyle çatışıyor.
 
Cumhuriyet’in kurucusu ile ilgili “yaşanmış gerçeklere” ulaşmanın savcılar eliyle yasaklandığı bir ülkede hukuk “sanatı” nasıl icra edilecek?
 
“Atatürk’e diktatör demek suçtur” diye bir savcı hakkında “hukukun gerçekleşmesine engel olmaktan” bir soruşturma açılacak mı?
 
Ya da ona “Atatürk’ün diktatör olmadığını siyaset bilimine göre açıkla” diyen biri çıkacak mı?
 
Çıkmayacak.
 
Bizzat savcının kendisi “gerçeklerin araştırılmasını” önlüyorsa ve hukukun uygulanmasına engel oluyorsa, bu ülkede gerçekler nasıl bulunacak?
 
Bu anlattığım en basit örnek.
 
Ermeni soykırımından Kıbrıs meselesine, Kıbrıs meselesinden Kürt sorununa kadar her konuda “gerçeklere” ulaşmanın önündeki en büyük engel bu ülkenin hukuku ve hukukçularıdır.
 
Kılıç’ın “yaşanmış gerçeklere ulaşma sanatıdır” dediği hukuk burada “yaşanmış gerçekleri söyletmeme sanatı” olarak uygulanıyor.
 
Sistem, gerçekleri söyletmemek üzerine bina edilmiş.
 
Hukukçular da, gerçekleri söyletmemek üzere yetiştirilmiş.
 
O yüzden, bu ülkedeki en tehlikeli şeylerden biri gerçekleri söylemektir.
 
Gerçeğe doğru her yürüdüğünde karşında hukuku görürsün.
 
Anayasa Mahkemesi Başkanı bile durumdan şikâyetçi ama durum değişmiyor.
 
En azından savcıların iddianameyi nasıl yazacakları bir kurala bağlansa, birini suçladıklarında niye suçladıklarını ayrıntılı bir şekilde anlatmaları mecburiyeti getirilse, o zaman bu davaların çoğu açılmaz, gerçeklerle insanlar arasına hukuk bu kadar kolay giremez.
 
Ama bunu yapmazlar.
 
Bunu yaptıklarında gerçekler ortaya çıkar.
 
Cumhuriyet kurulduğundan beri bu ülkede yöneticiler “gerçeklerden” korkarlar çünkü.
 
Halkın gerçekleri öğrenmesini istemezler.
 
Gerçeklerle ilgili her anlatımı, her eleştiriyi “hakaret” kapsamına sokacak biçimde yazılır yasalar.
 
Bu ülke yöneticilerinin halka ezberlettikleri kutsal yasa tek kelimedir, “eleştirmeyeceksin”.
 
Eleştireceğiz.
 
Bizdeki hukuk beceremese de gazetecilik, “yaşanmış gerçeklere ulaşma sanatı” olma yolunda yürüyecek.
 
Bir gün bizim de Kılıç’ın tarif ettiğine benzer bir hukuk sistemine sahip olmamızın da şimdilik başka bir yolu yok zaten.