Saswat Pattanayak
(Kindle Magazine - 30 Kasım 2012 - Türkçesi: Rita Urgan)
Einstein’ın ölümünden kısa bir süre önce kaleme aldığı “Tanrı Mektubu”nun geçenlerde açık artırmayla 3 milyon doların üzerinde bir fiyata satışa sunulmasıyla birlikte, ünlü fizikçinin gerçek düşünce yapısı yeniden dünyanın gündemine oturdu.
Bugüne dek Einstein, en tutucu kesime göre çağdaş fiziğin babası, en özgürlükçü bakış açısına göre dünyanın gelmiş geçmiş en zeki insanı olarak bilindi. Ne var ki, yaşam öyküsünü konu alan onca yazılı belgeye karşın, Einstein’ın eylemci kimliği hemen hemen hiç bilinmedi ve bir devlet adamı olarak da çok yanlış anlaşıldı. Yaşamının kimi yönleri bile bile hasıraltı edilirken, kimi yönleri fazlasıyla abartıldı, kimileri de tümden uyduruldu.
Yönetici sınıf seçkinlerinin kalıtlarından kendilerine bir pay çıkarttıkları düşünülürse - kendisine oturma hakkı tanıyan ABD Soğuk Savaş propagandasında ondan yararlanmaya çalışırken, İsrail ve Yahudi Diyasporası tarihin en ünlü Yahudisi olarak eylemlerinde Einstein’ın çığırtkanlığını yapmak zorundaydı. Dinsel düşünürler onu gizli bir dindar olarak değerlendirirlerken, ilerlemeciler onu idealist bir sosyalist olarak sahiplenmişlerdi- bu son derece doğal bir durum. Gelgelelim, onun açık artırmayla satışa sunulan bu mektubu uzun süredir benimsenen bu tür uzlaşmacı görüşleri darmadağın etti, yerleşik söyleni bozdu ve elbette ki Einstein’ı ne denli az tanıdığımızı tüm dünyanın gözleri önüne sermiş oldu.
Einstein, mektubunda görüldüğü gibi, Tanrı ve din konusuna böylesine tatsız bir eleştiri getirdiğine göre onun bilmediğimiz daha başka yönleri de olabilir miydi? Dâhi (öke) sözcüğünün karşılığı olarak gösterilen bir kişinin daha az bilinen yönleri kimler tarafından gizli tutulmuştu? Herkesin bağrına bastığı bu bilim adamıyla ilgili birtakım gerçeklerin çarpıtılmasına neden gerek duyulmuş olabilirdi?
Tüm bu soruların yanıtları Einstein’ın yaşamı boyunca somut bir örneğini oluşturduğu eleştirel açıklık ve katıksız ökelikte- çapraşık ve yararcı dünyamızın yüzleşmeye asla hazır olmadığı çıplak gerçeklerde yatıyor. Sonuçta, eleştirel bir düşünürü kahraman ilan edip ona tapmak, onun gerekli gördüğü kural ve buyrukları araştırıp didiklemekten her zaman çok daha kolay olmuştur.
Einstein dünyanın en tanınmış kişilerinden biri olmasına karşın, yaşamının sonlarına doğru bu durumun onun için pek de bir önem taşımadığını, “Herkes kim olduğumu bilebilir, ama beni gerçekten tanıyan çok az kişi var” sözleriyle dile getirdi. Einstein’ın gerçekte kim olduğunu bilmenin tarihsel bir önemi olup olmadığı sorusu dinsel savaşların tırmandığı, İsrail’in uyguladığı şiddetin sözel olarak desteklendiği ve kapitalizm ilkelerinin etkin biçimde benimsendiği bir dünyada giderek çok daha ciddi bir anlam taşıyor. Ne olursa olsun, uluslararası ilişkileri en bilgili biçimde çözümleyen ünlü dünya vatandaşı Albert Einstein bugün bile bu krizlerin her birine en elle tutulur çözümleri getirebilen biri.
Soruların yanıtlarını bulmak için işe üç milyon dolarlık mektuptan başlayıp, oradan Einstein’ın köklerine ve geçirdiği evrime doğru yol alalım. “Tanrı Mektubu”nda (1954) Einstein şöyle yazıyordu:
“Tanrı sözcüğü bana göre insanın güçsüzlüğünün bir ifadesi ve ürünü olmaktan başka bir şey değil. İncil saygı duyduğum, ancak yine de ilkel ve bir hayli çocuksu bulduğum bir söylenceler topluluğu. Hiçbir yorum, ne denli incelikli olursa olsun, bu görüşümü değiştiremez. En incelikli yorumlamalar birbirlerinden oldukça farklılar ve bunların özgün metinle hemen hemen hiçbir ilgisi yok. Bana göre Yahudilik, öteki tüm dinler gibi, en çocuksu boş inançların nesneleştirilmesidir ve üyesi olmaktan mutluluk duyduğum, düşünce yapısına son derece yakın olduğum Yahudi halkı da benim için öteki insanlardan farklı bir niteliğe sahip değildir...Bu insanlarda ‘seçilmiş’ olduklarını gösteren hiçbir şey görmüyorum.”
Bu mektupta Tanrı, Yahudilik ve İsrail gibi kavramlara açıkça karşı çıkılması, özellikle de bugüne dek Einstein’a günümüzün “edepli” normlarına göre davranılması gerektiği sistemli bir biçimde öğretilen bir dünyada, çok kişiyi şaşırttı.
Mektubun içeriğine dünya çapında ilgi gösterilmesine karşın, Einstein’ın yazdıkları kendi ölçütlerine göre şaşkınlık yaratmaktan uzaktı ve öne sürdüğü düşünceler olağanüstü huzur bozucu nitelikte değildi.
Einstein’ın insanın kendini iyi hissetmesini sağlayan barışçı insancıllığıyla ilgili ezberin onun gerçek anlamda köktenleştirilmiş komünist eylemciliğinin öne çıkartılması adına bozulması, sağladığı yararlı katkıların herkesçe bilinmesi ve en başında niyetlenildiği gibi tüm dünya devrimcilerine esin kaynağı olması açısından son derece önemli.
Einstein’ın meslek yaşamını ve kalıtlarını etkileyen anti-semitizmin bilincinde olan Siyonist lider Chayim Weizmann 1921’de önde gelen Siyonistlerden biri olan Kurt Blumenfeld’den “Einstein’ı kışkırtmasını” istedi. Ancak Blumenfeld ona, “Einstein’ın bir Siyonist olmadığını biliyorsun. Sakın onu Siyonist yapmaya ya da bizim örgüte katılmasını sağlamaya çalışma... Sosyalizme eğilimli olan Einstein Yahudi emek ve emekçilerin hedefleriyle çok yakından ilgileniyor... Einstein’ın konuşmalar yapmasını bekliyormuşsunuz diye duydum. Bu konuda çok dikkatli olun, çünkü çoğu zaman ağzından safça dökülen sözcükler hiç de işimize gelmeyebilir” diyerek uyarıda bulundu. Einstein’ı kışkırtmaya gerek yoktu. Seçimini hep ezilenlerden yana yaptığından Weizmann’ın İngiltere ve Amerika’yı ziyaret etme çağrısını şöyle bir yazıyla hemen kabul etti:
“Birçok yerde kendini belli eden yüksek gerilimli Yahudi ulusalcılığı her an hoşgörüsüzlüğe ve bağnazlığa dönüşebilecek bir tehlike yaratıyor. Umarım bu durum salt çocuksu bir kafa karışıklığından ibarettir.”
Ayrıca Blumenfeld kesin bir yanılgı içindeydi, çünkü Einstein hiç de saf değildi. Yaşadıklarından “anti-Semitizmin çoğu zaman siyasal hesaplarla ilgili bir sorun” olduğunu biliyordu. İsviçre’de olduğu sırada Yahudiliğinin ayırdında değildi ve yazılarında, “Yaşamımda Yahudi duyarlılığımı uyandıracak hiç bir şey yoktu. Bu durum Berlin’de yaşamaya başlar başlamaz ortaya çıktı. Orada genç Yahudilerin, özellikle de Doğu Avrupalı Yahudilerin, içinde bulundukları kötü durumu gördüm. Günümüzde Alman ekonomisinde yaşanan çöküşten onlar sorumlu tutuldular... Toplantılar, konferanslar ve basın yoluyla onların hızla uzaklaştırılmaları ya da gözaltına alınmaları yönünde baskıda bulunuluyor” diyordu.
Alman hükümeti Doğu Avrupalı Yahudiler aleyhine önlemler almaya niyetlenince Einstein buna karşı çıktı ve Berliner Tageblatt gazetesine yazdığı bir yazıda “bu tür önlemlerin insanlık dışı ve mantıksız olduğunu” belirtti.
Einstein, Avrupalı Yahudileri hedef alan anti-semitizm arasındaki farklılığın en başından ayırdındaydı. Stalin’in Doğu Avrupalı Yahudilere kucak açma politikası Sovyetler Birliği’ne daha güçlü bir destek vermesine neden oldu.
Birinci ve İkinci Dünya Savaşları arasındaki dönemde de Einstein ırkçı Almanya’nın Doğu Alman Yahudi sığınmacılara nasıl davrandıklarına tanık oldu. Yaşanan onca vahşet onda söz konusu dönemde baskı altında yaşayan halkın bir parçası olduğu duygusunu körüklemiş olsa gerek. Einstein, bu duruma kayıtsız kalmadı ve meslek yaşamını siyasal görüşünden ayrı tutmayı reddetti. 1921 yazında, Yahudi ve Yahudi olmayan birkaç meslektaşı ile birlikte üniversitede özellikle Doğu Avrupalı Yahudiler yararına dersler verdi ve “yaşadığı bu tür deneyimlerin Yahudi ulusçu duygularını uyanışa geçirdiğini” belirtti.
Onun “Filistin topraklarında özgür bir Yahudi toplumu” yönündeki düşüncesi militarist bir bağımsız ülke istediği anlamını içermiyordu. Irkçı Avrupalı güçlerin Doğu Avrupalı Yahudilere sefil sığınmacılar gibi davranmalarına da karşıydı. Einstein, Yahudilerin yaşadığı çeşitli Avrupa kentlerinde kendilerine insanca davranılsaydı, Yahudi Diyasporası’nın asla farklı bir ülke kurmak gibi bir hedef gütmeyeceğine de çok önceden dikkat çekmişti.
Gelgelelim, bu arada Siyonistlerden hep sakındı. Bunlardan biri bir aralar Yahudilerin Stalin Rusyası tarafından sömürgeleştirildikleri yönünde yalan beyanlarda bulunarak Einstein’ı Bolşeviklere karşı kışkırtmaya çalışan Isaac Don Levine idi. 9 Nisan 1926’da Einstein, Levine tarafından öne sürülen bu iddiaların safsata olduğunu vurgulayarak, Rusya’ya destek verdiğini ve “Rusya’da Yahudileri sömürgeleştirme çabalarının Filistin’in bir anda barındırmayı kaldıramayacağı binlerce Yahudiye yardım etme amacını taşıdığını ve bu yüzden de bu girişime karşı çıkılmaması gerektiğini” belirtti. Einstein, Stalin’in Yahudi davasına destek veren tek uluslararası lider olduğunu ve Sovyetler Birliği’nin de Yahudi halkına özerk bir alan oluşturan tek ülke olduğunu açıkça dile getirmekteydi.
Einstein, Britanya’nın sözüne güvenerek, Filistin’de böyle bir oluşumun gerçekleşmesini hep düşlemişti. Ne var ki, aşırı sağcı Siyonistler komünistlere karşı hoşgörüsüzdüler ve Sovyetler’in girişimlerine destek vermeye yanaşmıyorlardı.
Einstein 1926 Mart’ında Blumenfeld’e yazdığı bir mektupta, “Siyonizmin eğitim alanındaki başarılarını takdir ediyorum. Ancak bir kurum olarak Siyonizmi vicdanım rahat bir biçimde destekleyecek denli tanımıyorum” diyordu. Einstein, vicdanı rahat olmasa bile, oluşum aşamasında olan ve erdem ile anlıkçılığın hedeflendiği “Yahudi merkezi” ile ilgili olarak iyimser bir yaklaşım sergilemeyi yine de sürdürüyordu. “Arap sorununun Filistin projesinin geliştirilmesini tehlikeye atabileceği izlenimine” asla kapılmayan Einstein, “Yahudilerle Araplar arasında, özellikle de emekçi sınıflar söz konusu olduğunda, kusursuz bir uyum sağlanacağına inanıyorum,” diyordu. (1927)
Bir yıl sonra, 1928’de, Britanya alelacele bir kararla Filistin için Arap, Yahudi ve birkaç Britanyalı vekile eşit yetkilerin tanındığı bir parlamento önerdi -bu adım her iki taraftan yüzlerce kişinin yaşamına mal olan ilk büyük “ayaklanmalarla” sonuçlandı. 1930’da Yahudi göçleriyle birlikte, Britanya sayım raporunda Arap topraklarında yaşayan nüfusun yaklaşık %17’sini Yahudilerin oluşturduğu belirtilmekteydi.
Araplar arasındaki kitlesel çalkantılara Britanya tarafından ilk kez 1936’da sömürgecilerin Filistin’e Hindistan’ın tümünden daha çok sayıda insan yerleştirmeleri üzerine “çözüm getirildi.” 1937’de manda altına alma önerisinin sözde Araplarla Yahudiler arasında ortak bir zemin oluşturulamadığı gerekçesiyle başarısız olduğu belirtildi ve Britanyalılar kolayca Filistin’i “bölüştürme” yoluna gittiler. Ancak bu bölüştürme daha çok Arapları (ve Einstein’ı) hüsrana uğrattı.
Önerilen “Bölüştürme” yaşama geçirilmeden önce Siyonist Weizmann tüm Arapların Ürdün’e sürülmesini istedi. Einstein’ın bu görüşe karşı çıkması sonradan da ikisi arasında çekişmelere neden oldu. Einstein Weizmann’a yazdığı mektupta şöyle diyordu: “Araplarla dürüst bir işbirliğine gidilmediği sürece barış ve güvenlikten söz edilemez. Bu yalnızca günümüz için değil, uzun erimli bir siyasal çözüm açısından da son derece önemli.”
Einstein’ın istediği Arap topraklarında kurulu herhangi bir siyasal güç değildi. Siyonist propagandanın oyununa gelmeyi reddeden Einstein, Filistin’deki Arap halkının güvenliğinden giderek daha da çok kaygı duymaya başladı.
Yahudilerin Arap topraklarına göçü yasal açıdan kaçınılmaz duruma gelse de, Einstein bunun bir sınırı olması gerektiğini öne sürüyordu. Önerdiği “sınırlara” başta komünizm karşıtları olmak üzere çok sayıda Siyonist karşı çıktı. Einstein’a göre bu kişiler “Faşistlerden ödünç aldıkları iğrenç yöntemleri hiçbir şeye sahip olmayan insanlar aleyhine kullanan” faşistlerdi.
Bu duyguları, Gazze’deki çatışmaların İsrail devletini savunmak adına Arapları baskı altında tutmayı sürdürdüğü günümüzde daha da açık bir anlam ifade ediyor. Einstein daha o zamanlar Yahudileri ulusalcığın tuzağına düşmemeleri yönünde uyarıyor, “Yahudilik doğası gereği sınırları, ordusu ve geçici yetkisi olan bir Yahudi devlet görüşüne ters düşmektedir... Siyasal anlamda bir ulusa dönüşmek topluluğumuzun tinselliğinden uzaklaşması anlamına gelir” diyordu.
Ancak geleceğin temellerini atan, Einstein’ın tasarısı değil, Britanya sömürgeciliği oldu.
İkinci Dünya Savaşı’nın yaşandığı 1939-1945 yılları arasında Britanya sınırlı sayıda Yahudi’nin (75 bin) Filistin’e yerleşmesine izin verdi. Bu arada Nazi kıyımı da Araplarla ve Sovyetler Birliği’ni destekleyen Filistin Komünist Parti’si ile Yahudiler arasında bir tür birliğin sağlanmasına olanak tanımıştı. Bu durum karşısında sağ kanat Siyonistlerin sayısı da hızla artmaya başladı. 1945 yılında 100.000 Yahudi Siyonist militanın derhal İsrail’e giriş izni verilmesi isteği üzerine Einstein sert bir tavırla, “Bu insanlara musibet gözüyle bakıyorum. Yanlış yola sapmış bu canilerle ilgili hiçbir şeyi ne bilmek ne de görmek istiyorum,” diye yanıt veriyordu.
İsrail karşıtı: “Savaş kazanıldı, ama barış sağlanamadı.” (Einstein, 1945): Hitler’in ve Nazizm’in çöküşünden mutlu olsa da, Einstein bir Yahudi devleti görüşüne karşı çıkmayı sürdürüyor “bu bizler için yalnızca istenmeyen sonuçlar doğurur,” diyordu. Kendisi de bir “kültürel Siyonist” olan Amerikalı köktenci gazeteci I. F. Stone da, “Günümüzün en büyük Yahudisinin bir Yahudi devletini Araplara karşı bir haksızlık olarak değerlendirmesi son derece soylu bir davranıştır,” diyerek Einstein’a destek veriyordu.
Einstein Araplarla Yahudiler arasında yaşanan çalkantıların kaynağı olarak Britanya’yı suçluyor, “Yahudilerle Araplar arasındaki güçlükler yapaydır ve bu yapay güçlükleri yaratan da İngilizlerdir,” diye kükrüyordu. Einstein Filistin’i tek bir hükümetin yönetebileceğine, ancak Britanya’nın araya girmemesi gerektiğine inanıyordu. Yerli halkı sömürürken toprak sahiplerinin elinden tutan Britanya’nın sömürgeci yönetimini topa tutan Einstein, önerilen bölüştürmelerin Batılılara sağlayacağı çıkarları da sert bir biçimde eleştirmekteydi. Weizmann 1952 yılında ölünce, boşalan İsrail Başkanlık koltuğu için uygun biri arandı. Ben Gurion utanmadan bu konum için Einstein’a başvurdu. Einstein yalnızca öneriyi geri çevirmekle kalmayıp bunun, “vicdanını rahatsız edecek güç bir durum yaratacağını” da sözlerine ekledi. Gurion’un Einstein’a yaptığı öneri tarihte çok iyi bilinse de, verilen yanıttan hemen hemen hiç söz edilmez. Çünkü, o güne dek ünlü bir Yahudi olarak tanınan Einstein’ın bu yanıt yüzünden günümüzdeki siyasal tanımıyla en büyük bir Yahudi-karşıtı olarak yaftalanacağından korkulur.
Benzer biçimde, Einstein’ın öldüğü günün ertesinde, 19 Nisan 1955 tarihli New York Times gazetesinde yayımlanan haberde, “Kuruluşuna Einstein’ın destek verdiği İsrail devleti...” denirken de tarih bile bile çarpıtılmıştı. Einstein’ın yaşamını kaleme alan Fred Jerome’nin de belirttiği gibi, Einstein yaşarken medyada hiç böyle bir yoruma yer verilmemişti.
Gelgelelim, onu “kirli geçmişinden” arındırma yönündeki komplolar çok daha öncesinden FBI tarafından başlatılmıştı. Neyse ki, Jerome’nin araştırmaları sonucunda (Einstein Dosyası) bu tür girişimlere önayak olanlar gün yüzüne çıkartıldı. Einstein’ın Paul Robeson ile olan köklü dostluğu ve W.E.B. DuBois’ya verdiği koşulsuz destek de yıllarca kasıtlı olarak hasıraltı edilse de, bu kişiler onun destansı yaşam yolculuğunda en çok esinlendiği kişiler oldu.
Einstein ile ilgili olarak, Britanya sömürgeciliğinin en güçlü eleştirmeni, Amerikan emperyalizminin en aykırı sesi, Stalin Rusya’sının ateşli destekçisi, siyahi komünistlerin sarsılmaz savunucusu ve İsrail devletinin temelini oluşturan aşırı sağ Siyonizmin bilgili eleştirmeni olduğu gibi birtakım gerçekler hep özenli bir biçimde gizli tutulmaya çalışıldı.
Çünkü Einstein’ın gerçek kişiliği günümüz dünyasına esin kaynaklığı etseydi, bu durum yalnızca emperyalist güçlerde huzursuzluk yaratmakla kalmayacak, daha da önemlisi- tıpkı Einstein’ın, pazarlanabilir bir öke olarak değil de, ilerlemeci bir dünya için vicdanın toplu sesi olarak bir zamanlar yaptığı gibi- tüm dünyada baskı altındaki insanların uyanıp haksızlığa karşı çıkmalarına neden olurdu.
Bu yazı Cumhuriyet gazetesi Bilim-Teknoloji ekinden alınmıştır.