Ekonomist Uğur Gürses: 2019, krizin daha ağır hissedildiği yıl olacak

Ekonomist Uğur Gürses: 2019, krizin daha ağır hissedildiği yıl olacak

Ekonomist Uğur Gürses, döviz kurunun yükselmesine ilişkin olarak, "Muhtemelen 2019’un ilk çeyreği de 0 büyümeye yakın bir yerde olacak. Dolayısıyla bu, şunu getirecek; ekonomik yavaşlama, şirketlerin sorunlarla karşılaşması ve işsizlik. Şirketler sorunlarla karşılaştığı zaman ister istemez eleman çıkarmaya başlayacaklar ki onlar zaten şimdiden başladı. Bu dalga dalga 2019’un Mart’ına, Nisan’a hatta Haziran’a kadar karşılaşacağımız bir fotoğraf olacak. Bu şekilde giderse 2019 çok ağır geçecek" dedi. 

Gürses,  "Her zaman enflasyon artışı yoksulu da vurur. Çünkü onların harcama esneklikleri yoktur. Minimum gelirle yaşamaya zorunlu oldukları için de gıdayı almak zorundasınız. Bunun kaçış yolu yok.  Burada en önemli fren koyacak unsur Merkez Bankası. Merkez Bankası eğer faizleri arttırabiliyorsa, döviz kuru artışını da frenleyebilir" ifadesini kullandı.

Birgün'den Meltem Yılmaz'a konuşan Gürses'in söyleşisi şöyle: 

2018 yılının Türkiye’nin tarihi en büyük krizlerinden biri olarak geçtiğini söylüyorsunuz. Neden bu kadar kritik, bu kadar tarihi bir krizi Türkiye için?

2009 yılında, yani neredeyse küresel kriz başlayalı 10 sene önce Lehman Brothers’ın batışıyla başlayan bir kriz dönemi var. Bu son 10 yıl içerisinde bolca para basıldı. Merkez Bankaları derinleşen krizle baş edebilmek için olağanüstü bir para basımı yaptılar ve faizleri çektiler. Bu paraların önemli kısmı bizim gibi ülkelere geldi. Yani gelişen ülkelere geldi, Türkiye gibi. Ama, 2013 yılında artık “biz bu politikadan çıkıyoruz” sinyali verildikten sonra faiz artışları başladı. Geçen yıl Ekim ayında da miktar olarak, parasal olarak da daraltmaya başladılar, özellikle Amerika.

Yani biz bu noktalara geleceğini biliyorduk?

Tabii biz zaten biliyorduk böyle olacağını. Böyle adım adım, göstere göstere zaten ilan ettiler. Yani giderek o içinde bulunduğumuz saha koşulları zaten kurumaya başlamıştı.Birincisi bu. İkincisi; Türkiye’deki politikacılar ekonomide sanki dışarıda bunlar olmuyormuş gibi aynı politikalarla devam ettiler. Yüksek cari açık ve enflasyonu umursamadılar. Merkez Bankası baskı altında kaldı, faizi arttırmasını engellediler. İnşaat projeleri gibi çeşitli projelere paralar harcandı. Gelinen noktada krizin ilk adımları ortaya çıkmaya başlamıştı sağdan soldan.

Öncelikle hangi alanlarda?

Konut fiyatları bunun başında geliyor. Konut kiraları-fiyatları 2014-15’te yavaş yavaş kendini göstermeye başlamıştı. Şimdi geriye dönüp baktığımız zaman son bir yıl içerisinde İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, Türkiye genelinde konut fiyatları reel olarak düştü. Nominal fiyatlar yüzde 5-6 artıyor ama reel olarak düştü. Bu zaten adım adım, göstere göstere geldi. Ve tabi şu da var; Türkiye politik olarak krizlerden bir türlü çıkamadı; dahası OHAL koşulları 2016’dan itibaren. Böylece Türkiye yatırım yapılabilir notunu da kaybetti. Oysa uluslararası sermaye çekebilmesi için bu şarttı. Ama bunu da umursamadılar. Bu durum, yabancıların bize oyunu, dış güçler bize saldırıyor diye halka hikaye anlatıldı. Ve gelinen noktada Türkiye’nin ödemeler döngüsüne baktığımız zaman kabaca 50 milyar dolar açık veren bir ülke var. Ama onun yanında 20-25 milyar dolar döviz gelen bir ülke var. Sonuçta açık, aradaki fark nereden karşılandı? Ya Türkiye’deki iş adamlarının yurtdışındaki mevduatlarından karşılandı. Ya da bir kısım da döviz rezervi kaybıyla; yani Merkez Bankası döviz rezervi kaybıyla. Bunun üzerine de Avrupa ile siyasi kriz, Amerika ile siyasi krizi de ekleyin. Bunlar şunu getirir aslında; bir taraftan evet politik bir kriz yaşanıyor ama bu ülkelerle ama siyasi kriz yaşadığımız zaman o ülkelerin bankalarının firmalarının Türkiye’ye bakışı değişiyor. Yani Alman Bankasının Türkiye’ye açtığı kredi azalıyor. Böyle olunca, yani Türkiye’ye gelen para miktarı azalınca da ekonomik yavaşlama ve kriz gibi unsurlar ön plana çıkıyor ister istemez. Döviz gelmiyorsa döviz kuru yükseliyor.

Toplumun önemli bir kısmı, döviz kurunun ne ifade ettiğini biliyor mu?

Çok iyi biliyor. Döviz kurunun yükselmesi bir kriz demektir. Devamlı yükselirse de bunun haneye yansıyacağı çok iyi bilinir. Dolayısıyla burada yapılması gereken bir taraftan -tamam birtakım krizler yaşayabilirsiniz belki hani geçici krizler de olabilir- ama Merkez Bankası’nın buna karşı alacağı önlemlerde elini tutmayacaksınız. Bunun anlamı şu; Türk Lirasını savunmasız bırakmayacaksınız. Bu bir önlem mantığı içermiyor.

Değil. Tam tersine endişe yaratıyor. Döviz kıtlığı var endişesini yaratıyor. Vatandaşa dövizlerinizi yastık altına koymayın, getirin bozdurun dediğiniz zaman sokaktaki insanın bakışı şu; kur artışıyla baş edilemiyor o zaman ben gideyim döviz alayım. Ya da banka ekseninde dövizim varsa onu çekeyim. Bu söylemler insanları paniğe sevk ediyor.

Bu da gerçekleşti. 

Evet. Mesela 17 Ağustos haftasında görüyoruz, 7,5 milyar dolarlık bir döviz hesaplarından çekiliş var. Mesela geçen gün çıkan, AVM’lerde dövizle kiralama yasağı var ama geçmişte bu serbesti vardı. Yasalarda da var bu serbesti. Yani dövizle kiralama yapabilirsiniz. Ev sahipleri dövizle kiralayabilir ve döviz olarak talep edebilir. Borçlar yasasında bunun bir engeli yok. Ama siz birden bir Türk parasını koruma kanununda değişiklik yapıyorsunuz, bu direktif yasa değişikliğiyle değil. Cumhurbaşkanlığı direktifleri yasaların üzerinde olamıyor. Siz diyorsunuz ki dövizle araba kiralayamazsınız, ev kiralayamazsınız. Şimdi çok basit bir örnek vereceğim. Devlet olarak bir taraftan köprü yapıp bu köprüyü döviz bazında geçiş garantisi veriyorsunuz, aynı dönemde AVM sahipleri döviz kredisi alıp AVM inşa ettiler.

Atılan adımlar güvensizliği besliyor

Ama iktisadi bir hak ve kazanılmış davranış biçimi olarak da o adamlar eğer gidip döviz ve borçlanıp da AVM yapmışsa dövizle kiraya vermesi normal bir şey baktığınız zaman. “Hayır artık yapamıyoruz” demek serbest pazar ekonomisinin dışına çıkıyor. Başka bir algı daha yaratıyor. O da şu: her gün değişik bir karar verilip bizim ticari ilişkilerimiz ters yüz edebilir. Bu da öngörülmezlik getiriyor. Ve insanların uzun vadeli bakışını engelliyor.

Kriz en çok hangi kesimleri vuracak?

Türkiye’de 17 milyon yoksul var. Ve yoksul hane halkının harcama kalıplarına baktığınız zaman en çok harcama gıda ve barınma. Ve fiyat artışının en çok vurduğu yer de gıda fiyatları. Daha henüz kur şokunu görmeden yüzde 20’lere zaten gelmişti yıllık bazda. Dolayısıyla yoksul kesimin harcamaları içinde bunun önemli bir yer tuttuğunu hesaba katarsak muhtemelen bu yüzde 39-40’lara vuran üretici fiyatlarındaki fiyat artışları ister istemez gıda fiyatlarına yansımaya devam edecek. Bu, Ekim’de Kasım’da Aralık’ta da devam edecek.

Enflasyon artmaya devam edecek.

Hane halkına yansıyacak. Her zaman enflasyon artışı yoksulu da vurur. Çünkü onların harcama esneklikleri yoktur. Minimum gelirle yaşamaya zorunlu oldukları için de gıdayı almak zorundasınız. Bunun kaçış yolu yok. Gıda harcaması yapmak zorundasınız. Barınma, ısınma harcaması yapmak zorundasınız. Yol masrafınız var. Ulaşım harcaması yapmak zorundasınız işe giderken. Burada en önemli fren koyacak unsur Merkez Bankası. Merkez Bankası eğer faizleri arttırabiliyorsa, döviz kuru artışını da frenleyebilir.

Bu geç gelen faiz artırımının nasıl bir etkisi olacak? 

Faizler zaten artmıştı. Dolayısıyla Merkez Bankasının faizi arttırması şunu getirdi; evet Merkez Bankası demek ki kararlı, 6,25 faiz artışı yapabildi. O zaman orta vadede fren konulabilir beklentisi yarattı. Bu iyi bir şey. Öyle olunca uzun vadeli faizler düşmeye başladı. Faizleri arttırması Merkez Bankası’nın genel faiz oranlarını yukarı doğru itiyor. Tam tersine beklenti belirsizliğine azaltıp beklenti kanalından uzun vadeli faizleri düşürdü. Bu iyi bir şey. Bu devam ederse ve hükümet de bir ekonomi politikası ortaya koyabilirse, maliye politikasıyla beraber, o zaman biraz daha işlerin en azından bu paniğin geçmesi imkanı var. Ama bize borç verenlerin bize bakışı hemen değişmeyecek. Dolayısıyla Türkiye para girişlerinin azalacağı bir sürece gireceğiz. O yüzden de bu krizin hemen çözülmeyeceğini düşünüyorum ben.

Bu sürecin ne uzunlukta olduğunu, nasıl bir takvim olarak öngörüyorsunuz?

Ankara’nın bunu nasıl yöneteceğiyle ilgili. Ama ortalama senaryo olarak söyleyeyim. Dördüncü çeyrek muhtemelen ekonominin yavaşladığı, negatif olduğu bir süreç olacak. Ve muhtemelen 2019’un ilk çeyreği de 0 büyümeye yakın bir yerde olacak. Dolayısıyla bu, şunu getirecek; ekonomik yavaşlama, şirketlerin sorunlarla karşılaşması ve işsizlik. Şirketler sorunlarla karşılaştığı zaman ister istemez eleman çıkarmaya başlayacaklar ki onlar zaten şimdiden başladı. Bu dalga dalga 2019’un Mart’ına, Nisan’a hatta Haziran’a kadar karşılaşacağımız bir fotoğraf olacak. Bu şekilde giderse 2019 çok ağır geçecek.

Vatandaşta bir kriz algısı oluştuğunu görüyor musunuz? Görünür bir tepki olmaması ne anlama geliyor? 

İnsanların davranışlarına yansıdığını görüyorum. İktidar partisine oy verip de döviz borcu olanlar bile gidip döviz aldılar. Niye? Çünkü borçları var. Yani burada sizin hangi partiye oy verdiğinizin bir anlamı yok. Sizin sadece ekonomik çıkarlarınız var. Yani homo economicus. Dolayısıyla bu tabi ki diğer ticari alanlarda da yaşanıyor. Mesela kimi tüccarlar mal vermek istemiyorlar piyasaya. Çünkü yeni malı nereden alacağını bilmiyor. Bir fiyat karmaşası da var. Bunun için de insanları suçlayamayız. Cumhurbaşkanı’nın konuşmalarında da var; işte yüzde 50 zam falan gibi. Ben şunu hatırlatırım; Türkiye’de son bir yılda ara malı fiyat artışı yüzde 39. Birçok alanda bu yüzde 40’ları 50’leri buluyor tabi ki.

Varlık fonuyla ilgili bir sorum var. Yeni başkanı cumhurbaşkanı oldu. Bu tablo yakın gelecek için ne ifade ediyor? 

Ben Varlık Fonu’nu çok fazla ciddiye almıyorum. Şundan dolayı; çünkü Türkiye’nin ne bütçe fazlası var ne de bir doğal kaynak geliri var. Bunu yapan ülkelere baktığınız zaman Rusya’nın var, Norveç’in var, Suudi Arabistan’ın var. Bu anlamlı , eğer bir taraftan petrol basıyorsunuz ve fazla yaratıyorsunuz. Petrol bittiği zaman ülke bütçe kaynağı olarak bu fonları kullanacak. O zaman bir varlık fonu kurup bu birikimi o pencerede yapıyorsunuz, bütçeyi hiç karıştırmıyorsunuz. Ama Türkiye’nin böyle bir şeyi yok. Yani Türkiye tam tersine daha böyle harcamacı bir patikaya girdi. Varlık fonu olsa olsa ancak şu olur diye düşünüyorum; Ankara’da belli bir denetim kanalına girmeden, keyfi olarak kararların alınacağı bir kamu havuzu diye görüyorum ben. Dolayısıyla bir varlık fonu olarak görmüyorum. Muhtemelen bir takım satışlar düşünülüyor belki potansiyel olarak. O firmanın şirketleri o varlık fonunun içine koyarak yapmayı planlanıyor galiba. Ama başka bir şey daha var, yani siz bunu özelleştirme kanalından yapamıyordunuz da varlık kanalından mı yapacaksınız? Varlık fonu kanalından mı yapacaksınız? Mesela hazine borçlanamıyordu da hazinenin borçlanamadığı parayı varlık fonu mu borçlanacak? Onun için bana daha keyfi bir pencere olarak görünüyor orası. Keyfi olarak devlet işlerini yürütmek, devletin varlıklarını satmak ya da kiralamak için denetim dışı bir alan olarak düşünüldüğünü görüyorum orayı.