Zaman gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ekrem Dumanlı, AKP ve Fethullah Gülen cemaati arasında yaşanan gerginliğe ilişkin cemaatin çıkış noktası olarak bilinen ‘Nurculuk’ oluşumunun kurucusu Bediüzzaman (Çağın Adamı) olarak ün salan Said Nursi örneğini referans alarak, Sultan II. Abdülhamid döneminde Said Nursi’nin bir üniversite projesini Padişah’a sunmak istediğini ancak “Abdülhamid’in etrafını kuşatan çapsız danışmanlar kendilerine adeta bir misyon biçerek Padişah’ı aydınlardan uzaklaştırmak gazete ve dergiler üzerine baskı kurmak, sansür sistemini işletmek” istediğini belirtti
Dumanlı yazısında, Nursi’nin en zor döneminin Adnan Menderes dönemi olduğunu savunarak, Gülen ve cemaatine yapılanlarla paralel olarak “dönemin istihbarat servisi MAH (bugünkü adıyla MİT), Bediüzzaman ve talebelerini il il, ilçe ilçe fişliyordu, her ders yapılan evin bir “örgüt” yuvası olduğu kayıtlara geçiriliyordu” ifadelerini kullandı. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın cemaate yönelik "Haşhaşiler örgütü" benzetmesinin bir benzerinin Nursi'ye de yapıldığını belirterek "Afyon savcısı, Bediüzzaman ve talebelerini “Hasan Sabbah”a; yani Haşhaşilere benzetti. (Kaderin cilvesine bak ki o savcının lafı bugün başka ağızlara sakız olmuş!)" diye söyledi.
Ekrem Dumanlı tarihi devirlerde yaşamış şahsiyetleri referans göstererek Gülen cemaati ve AKP hükümeti arasında yaşanan gerginlikleri karşılaştırma yapan yazı serisi kaleme alıyor.
Ekrem Dumanlı’nın Zaman gazetesinde “Bediüzzaman’ın çilesi” başlığıyla yayımladığı yazısı (21 Şubat 2014) şöyle:
Başını yakın talebelerinden birinin dizine yaslamış Urfa’ya doğru yol alan Bediüzzaman Said Nursi, yürek dağlayan şu cümleyi tekrarlıyordu: “Beni anlayamadılar...”
İniltiler halinde söylenen bu yanık söz, 82 seneye sıkışan bir hayatın özetiydi. 1952’de Üstad’ı ziyaret eden Eşref Edip’e de benzer cümleler kurmuştu Said Nursi: “Anlamıyorlar... Yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannediyorlar.” Demek ki hayatının pek çok safhasında dile getirilen derin bir sitemdi bu.
Nasıl anlaşılabilirdi ki! O kendini günün siyasî/idarî tıkanıklığı içine hapsetmemiş, kuşatıcı bir nazarla yarınlara seslenmişti. O yüzden daha çok erken yıllarda şöyle feryat etmişti: “Şu muasırlarımız, varsın beni dinlemesinler. Tarih denilen mazi derelerinden sizin yüksek istikbalinize uzanan telsiz telgrafla sizin ile konuşuyorum. Ne yapayım, acele ettim kışta geldim; sizler cennetâsa bir baharda geleceksiniz…” Çağdaşları onu anlayamadı; anlaması da çok zordu.
Üç nur ve üç zulmetin iki farklı dünyanın ufkunda tecelli edeceğini çok önceden görmüş ve taş üstünde taşın kalmadığı o yıkılış döneminden şöyle seslenmişti insanlara: “Ümitvâr olunuz, şu istikbal inkilabatı içinde en yüksek, gür sadâ İslam’ın sadâsı olacaktır.” Günlük telaşe içinde çırpınıp duran insanlar o engin ufka tekabül eden vizyonu nasıl anlayabilirdi ki?
Daha meşruiyetin mahiyeti hakkında enine boyuna düşünülmemişken “meşrutiyet-i meşrua”dan bahseden ve ona dair prensipler vaz’ eden bir tefekkür insanının herkes tarafından tastamam anlaşılması beklenemez. Cumhuriyet kelimesinin belli çevrelerde telaffuz bile edilmediği bir dönemde cumhuriyet ile ilgili temel değerlendirmeler yapması tesadüf değil, basiret ve firasetin yansımasıydı.
Nitekim bu anlaşılamayan tefekkür insanı, her dönemeçte ayrı bir imtihanla karşı karşıya kaldı, zulme maruz bırakıldı. Selanik’te yaptığı tarihî konuşmaya, ‘aşair arasında dolaşarak’ yaptığı yorumlara, Şam’da verdiği hutbeye vs. vâkıf olamayanlar, onun o özgürlükçü yaklaşımından da haberdar değildi. Mesela 31 Mart Vak’ası’nda fitnenin önüne geçebilmek için çırpınan Bediüzzaman gözaltına alındı. Güya İttihad-ı Muhammediye adlı örgüte üyeydi ve isyancılarla hareket etmişti. Bahçede kurulan darağacı ve darağaçlarında asılı insanlara aldırış etmeksizin yaptığı cesur müdafaa, eşi benzeri az bulunur bir hukuk mücadelesidir. Mahkeme bu âteşîn dimağı serbest bırakır. O, Beyazıt’tan Sultanahmet Meydanı’na kadar kalabalık bir kitlenin önünde yürürken bugün bile kulaklarımızı çınlatan bir meşhur cümleyi haykırır: “Zalimler için yaşasın cehennem!”
Sultan II. Abdülhamid akıllı, zeki, dindar bir insandı; ama Bediüzzaman gibi bir deha ile yüz yüze gelemedi. Görüşebilselerdi birbirlerini anlayacaklardı kuşkusuz. Ancak Sultan’ın etrafını etten duvarlarla örmüştü mabeyn-i hümayun. Bir gün Bediüzzaman, çağını aşan bir üniversite projesiyle Padişah’ın kapısına dayandı. İstiyordu ki fen bilimleri ve dinî ilimler izdivaç etsin ve çağıyla hesaplaşabilmenin kapıları aralansın. Heyhat! Abdülhamid gibi eğitim konusunda fevkalade hassas bir Sultan’ın etrafını kuşatan çapsız danışmanlar kendilerine adeta bir misyon biçmişti: Padişah’ı aydınlardan yalnızlaştırmak, herkesten uzak tutmak, yazar çizer insanları Sultan’a jurnallemek, gazete ve dergiler üzerine baskı kurmak, sansür sistemini işletmek. O dönem aydınlarının neredeyse tamamı (Bediüzzaman ve Mehmet Akif başta olmak üzere) ‘istibdat’tan şikâyet etti. Bediüzzaman etten duvarları aşabilseydi sadece çağını aşan bir üniversite modeli ortaya konulmuş olmayacak; Kürtçeye ilim mahfilinde serbestiyet tanınmış, Kürt sorununa ta o yıllardan çözüm kapısı aralayan bir proje ortaya çıkarılmış olacaktı. O gammaz ve sansürcü danışmanlar, kendi ve aile fertlerinin menfaatini düşündüğü kadar alimlerin tekliflerine kafa yorsalardı, tarihî fırsatlar heba edilmemiş olacaktı.
Bediüzzaman Hazretleri’nin heyecan veren o mücadele hayatını safha safha bu sütuna taşımak mümkün değil. Kestirmeden yol alıp şöyle diyebiliriz: Hemen her dönemde devlet zulmüne uğradı Bediüzzaman. Sürgün edildi, mecburî ikamete zorlandı, hapse atıldı, defalarca zehirlendi… “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım.” deyip Erek Dağı’na çekilmiş, inzivada yaşıyordu. Ne var ki bir bahane icat edildi ve sürgün yılları başladı. İnsanlarla irtibattan men edildi; ama o hep dimdik ayaktaydı.
Hakkında davalar açıldı, iddianameler hazırlandı, hâkim karşısına çıkarıldı. Afyon savcısı “600 bin talebesi var” diyerek “asayişe zarar gelir” iddiasında bulunmuştu mesela. Oysa dünyanın en barışçıl ve sivil akımlarından biriyle karşı karşıyaydı. Afyon savcısı, Bediüzzaman ve talebelerini “Hasan Sabbah”a; yani Haşhaşilere benzetti. (Kaderin cilvesine bak ki o savcının lafı bugün başka ağızlara sakız olmuş!) Hiçbir insaf ölçüsü yoktu suçlamalarda. Mesnetsiz bir sürü iddia ve kara propaganda. “Dini siyasete alet etmek” gibi bir suç isnat ettiler, “gizli örgüt” dediler, davalar açtılar; hatta hapis cezaları verdiler. Kâh Tesettür Risalesi bahane edildi, kâh Gençlik Rehberi adlı eseri. Beraat etmesine rağmen tekrar tekrar dava açıldığı da oldu.
Üstad Bediüzzaman’a yapılan zulmün belki de en acı vereni 1950’den sonraki döneme aittir; çünkü tek parti diktası sona ermiş, millet derin bir oh çekerek Menderes ve partisinden daha özgürlükçü bir atmosfer beklemişti. Vakıa, iktidar bir türlü muktedir olamıyor ve siyasî iradesini ortaya koyamıyordu; ama her seçimde halkın verdiği kredi artıyor, zulmün bir an önce bitmesi bekleniyordu.
Maalesef beklentiler bir zaman sonra boşluğa düştü. Menderes döneminin istihbarat servisi MAH (bugünkü adıyla MİT), Bediüzzaman’ı adım adım takip ediyor, rapor tutuyordu. Üstelik Üstad’ın talebelerini il il, ilçe ilçe fişliyordu. Her ilin başında bir kişinin olduğu düşünülüyor, her ders yapılan evin bir “örgüt” yuvası olduğu kayıtlara geçiriliyordu. Bugün ortaya çıkan resmî vesikalara göre Üstad ya da talebelerine temas eden milletvekilleri ve bürokratlar da fişlenmiş, Ankara’ya bildirilmişti. Bediüzzaman ve talebelerinin avukatlığını üstlenen merhum Bekir Berk’e göre 750 dava beraatle sonuçlanmıştı. Ama davaların ardı arkası kesilmemiş ve yıllar boyunca sürdürülen davalar nedeniyle toplum nezdinde kriminal bir algı oluşturulmaya çalışılmıştı.
Her şeye rağmen Demokrat Parti ve Menderes’e destek vererek daha özgürlükçü bir atmosferin oluşmasını arzu etti Bediüzzaman Hazretleri. Hak ettiği vefayı bulamadı bir türlü. 1957’de DP üçüncü kez seçimleri kazanmıştı; ama Nur talebelerinin üzerindeki devlet tehdidi bitmemişti. 1958’de açılan bir dava nedeniyle Ankara, İstanbul ve Isparta’da tutuklamalar yapılmış, Risale-i Nur talebeleri Ankara Cezaevi’ne konulmuştu.
Vefatına doğru Üstad Bediüzzaman, talebelerine veda edercesine Anadolu’ya açılmıştı. Pek çok vilayete uğradıktan sonra tekrar (3 Ocak) Ankara’ya çeviriyor rotayı. Aslında Menderes’le görüşmeyi arzu ediyor. İhtimal ki toplum katmanlarında hissedilen fırtınayı haber vermeyi, belki tedbir nevinden bazı düşüncelerini aktarmayı arzu ediyor. CHP’nin ve İsmet Paşa’nın haşin yaklaşımı ve o günkü basının anlayışsız tavrı yüzünden Demokrat Parti yetkilileri korkuyor, tırsıyor. O kadar ki 11 Ocak 1960’ta Ankara’ya gelen Said Nursi Hazretleri’ne hitaben radyodan hükümet bildirisi okundu. Üstad’a, Emirdağ’da oturması salık veriliyordu.
Seçimlerde verilen desteği unutmuş gibi görünen DP, Üstad ve talebelerinde büyük bir hayal kırıklığına yol açtı. 1959’da Eskişehir’e girerken arabası durdurulmuş ve şehre giremeyeceği polislerce tebliğ edilmişti. Bediüzzaman’ın tek cümlecik sorusu vardır: “Emir buradan mı, Ankara’dan mı?” Komiser sükut eder. Cevap bellidir.
Artık Hakk’a yürüme zamanı gelmiştir. Üstad Hazretleri, Urfa’ya doğru yola çıkar ama devlet terörü soğuk yüzünü DP’nin içişleri bakanı vasıtasıyla bir daha gösterir. Bakan, emir üstüne emir yağdırarak ölüm döşeğinde son nefeslerini veren Bediüzzaman’ın Urfa’dan zorla çıkarılmasını ister. 23 Mart gecesi vefat ederken (ve halen) kulaklarda aynı cümle yankılanır: “Beni anlayamadılar. Skolastik bataklığa gömülü bir medrese hocası sandılar...” Evet ey Büyük Mütefekkir! Seni en uzak daireden en yakın halkaya kadar tastamam anlayamadık; keşke anlayabilseydik!