Elbette batar böyle gazetecilik!

Elbette batar böyle gazetecilik!

CELİL ERMAN

Yazımızda, Derya Sazak'ın esasında tipik bir 'gazetecilik nasıl yapılmaz' hikayesinden başka bir şey olmayan kitabını, yani 'Batsın böyle gazetecilik' kitabını ele alacağız.

Sonunda söyleyeceğimizi baştan söyleyelim.

Hakikaten de her okulda okutulması gereken bir itirafname bu kitap. Yanlışlıklar komedyası, bir gaflet belgesi. Ama kurnazlığı da var, çünkü hem satma emelleri üzerine kurulmuş, hem de etrafına ve mesleğe zarar veren bir dizi hatalar silsilesine imza atan yazarına ucuz yollardan ahlaki beraat ve meşruiyet sağlamak için yazıldığı da maalesef sırıtıyor.

Kitaba katkıda bulunanların yazdığı makaleler de maalesef bu durumu kurtarmaya yetmiyor.

Sazak'ın sonradan verdiği mülakatlarda anlattıkları da çelişkilerle dolu.

Milliyet'te iki kez genel yayın yönetmeni olan, ilkinde de şu sonunucusu gibi başarısızlık dışı bir not alamayan Sazak'ın anlattığı hikaye malum.

27 Nisan 2013'te gazetenin mutfağında yapılan bir toplantı ardından, 28 Şubat günü çıkan ''İmralı Zabıtları'' manşetiyle çıkan Milliyet'in bu yüzden başına gelenler, Hasan Cemal'in ve Can Dündar'ın  gazeteden kovulmalarıyla ve de kendisi de atılmasına rağmen Sazak'ın hala el altından gazeteye geri gelme gayretleriyle süren bir hikayedir.

Baştan başlayalım, ve kitabın anlattıklarının satır aralarına iyice dalalım. 

Giriş bölümünde şöyle demiş Sazak:

'Amacım kendimi anlatmak değil. Okuyacaklarınızın bana ve çalıştığım kuruma özgür olduğunu da düşünmüyorum. Zaten işin en acı yanı da bu. Milliyet'i yıpratan, onca çalışma ve emekle itibarını yeniden kazanan bir kurumun içini birkaç günde boşaltan, gazeteyi kimliksizleştiren, hükümet baskısı karşısında aciz kalan patronaj örneği, Türkiye'deki çoğu medya kuruluşuna genellenebilir.'

Ve sonlara doğru da eklemiş:

'Milliyet'in 9 aylık serüvenini kayda geçirerek; bizden sonraki kuşaklara, iletişim fakültelerinde, yetişmekte olan gazeteci adaylarına da, ülkemizde sorumlu, ahlaklı, sorgulayıcı gazeteciliğin, tüm engellemelere, baskı ve tehditlere karşı mümkün olabileceğini anlatmak istedim.'

Böylece okuyucular esas soruların cevaplanmadığı bir hikayeye davet edilmiş oluyor.

Neden? Çünkü Sazak, hükümeti ve patronajı suçluyor, ama esas ondan bekleneni, yani patronajın karşısında aciz kalan bir genel yayın yönetmeninin itiraflarını ve özeleştirisini yapmaya yanaşmayacağını da baştan belli etmiş oluyor.

Ayrıca, Milliyet'in dokuz aylık serüvenini de sorumluluk ve ahlak adına bir örnek olarak gösterirken gazeteciliğe esasında nasıl bir yenilgi yaşattığını saklama gayretini de açığa vurmuş oluyor.

Zaten ta baştan anlıyoruz ki, 2012 sonbaharında 'gazeteyi toparla' diye teklif alan Sazak, herhalde kendisi için de iyi bir mali pazarlıkla, ama nasıl bir gazetecilik yapacağına dair ciddi müzakere yapmadan, mutabakat sağlamadan bu işe girmiş.

Neden bunu söylüyoruz? Çünkü girizgah kısmında beylik bazı laflar dışında, patronajla bir prensipsel anlaşmaya varılmış mı, editoryal bağımsızlık sağlanabilmiş mi, en ufak bir bilgi yok.

Demek ki böyle bir şey olmamış. Olsa övünerek anlatılırdı,

Olmadığı da zaten sonradan hadiselerin gelişmesiyle anlaşılıyor yeterince.

Mesela, Pınar Ersoy'un Vaşington'da kalması için patronajla ters düşmesi, internet sitesi genel yayın yönetmeni üzerinde en ufak bir editoryal yaptırımı olmayışı, üstelik sık sık terslenmesi, Güven Özalp gibi tecrübeli bir muhabirini hiçe sayan baba Demirören'e, ekibini savunmak yerine herşeyi şakaya vurmak zorunda kalması ve bu 'istersen git' mealindeki tavırlara rağmen masaya yumruğunu vuramaması veya vurmaması.

Ama yine anlıyoruz ki patronaj yerine, Başbakan'la uçakta bir nevi pazarlık olmuş.

Başbakan'a 'bilgi arzedilmiş'. Başbakan 'düşünenler' gibi yorum sayfası olacağını duyunca, Sazak'ı da pek umursamadan, yanındaki Ömer Çelik ve Beşir Atalay'a dönüp siz de buraya yazabilirsiniz demiş.

Buna Sazak'ın 'bir dakika, benim işim kimin yazacağını seçmek' itirazı pek gelmemiş.

Çünkü o daha çok 'bel altı gazetecilik olmayacak' tarzı, habercilik bakımından ne mana ifade ettiği belli olmayan bir taahhüdü başbakana anlatmakla meşgulmüş o konuşmada.

Bir sansürleme faciası: Nagehan Alçı olayı

Kitapta bazı olayları anlatırken Sazak, esasında nasıl bir sansür uyguladığının da sanki farkında değil. Hatalarını başarı gibi sunduğu en çarpıcı bölümlerden biri, Nagehan Alçı'nın köşe yazısının apaçık sansürlenmesi.

Bir kere, patronaj ona def'aten Nagehan Alçı'yı al ısrarı yapmış, ama o yine mesajı almayı reddetmiş. Buradaki olumlu kısım, bu ismin bizzat 'Beyefendi' tarafından istendiğini öğrenmiş olmamız.

Sazak bunu anlatırken bir meslek gafına daha imza atıyor. Şöyle bir değerlendirmesi var:

''Haksızlık yapmak istemem. Milliyet'te göreve geldikten sonraki ilk görüşmemizde Erdoğan Demirören Başbakan'la ilişkilere verdiği önem ve değere değinerek, 'sorun istemiyorum, hem Beyefendi ile hem de eşi Emine Hanımefendi'yle eşimle benim yakın ilişkilerimiz var, onların bozulmasını istemem' demişti. Zaten öyle bir niyetim olamazdı. Benim de Sayın Başbakan'la 20 yıla uzanan gazetecilik mesafesi içinde bir dosluğum vardı.''

Sazak öyle bir gazetecilik peşinde ki, 'haber'in dostluk veya niyetin her zaman önünde durması gerektiğinin (en azından) farkında değil!

Neyse, Alçı yazılara başlamış.

(Bu arada Hasan Cemal atılmış, ama Sazak hala yerli yerinde.)

Sazak anlatıyor:

''Gezi direnişiyle birlikte iktidar baskısının zirve yaptığı günlerde Nagehan Alçı'dan bir 'pazar yazısı' geldi. Nagehan, Başbakan'ın oğlu Bilal Erdoğan'ın siyasete hazırlandığını müljdeliyordu. Yazıyı ilk okuyan Tahir (Özyurtseven) alı al moru mor, soluğu yanımda almıştı. Bilal Erdoğan ilgili bölümü gösterdi. Başımız zaten yeterince 'bela'daydı. 'Koyma kardeşim' dedim. Yazıyı yayınlasak ertesi gün ne olacağını tahmin edebiliyordum.Başbakan televizyonlara çıkıp 'şimdi de oğlumla uğraşıyorlar!'v diye bas bas bağırırdı. Tahir, Nagehan'ı aradı, direniyordu. Biz buna karşı koymadık yazıyı.'

Eh, bravo doğrusu!

Ha, şunu da ekleyelim. Alçı, sansürü haber alınca bir SMS mesajı atmış, orada çok önemli şey yazıyor, diyor ki: 'Derya abi... bu, aile içersinde konuşulan bir konu...'

Yani, ortada basbayağı bir 'haber ' var.

Ve Sazak, bunu sansürlüyor!

Öncelikle, köşe yazarının yazdığının özü ile ilgilenmemiş. Görevi gereği, kendisi veya yardımcıları Alçı ile konuşmamış, kaynakları doğru mu değil mi, anlamaya dahi çalışmamış.

'Yahu burada tam manşetlik bir haber var, Alçı veya bir başkası acaba bunu Bilal Erdoğan'dan teyit ettirsek' demek söz konusu olmamış, akla dahi gelmemiş!

Tam tersine, Başbakan'ın bağırma ihtimaliyatı üzerine haberin üzerine çarpı konmuş.

Yani başta söylediği gibi 'ahlaklı ve sorgulayıcı gazeteciliğin her şeye rağmen mümkün olabileceği' mevzuu, pek de mümkün olmamış.

Böyle şey olur mu? Herhangi bir doğru düzgün işleyen gazetede, Batı veya Doğu neredeyse, bu görev ihmali nedeniyle Sazak da Özyurtseven de çoktan o görevden alınmışlardı.

Bunları okuyunca söylenecek tek bir şey var:

Böyle yapılırsa, 'elbette batar böyle gazetecilik!'

Sazak'ın kitabında daha çok malzeme var incelenecek.

Devam edeceğiz.