Elbette batar böyle gazetecilik! (2)

Elbette batar böyle gazetecilik! (2)

CELİL ERMAN

'Batsın Böyle Gazetecilik' başlıklı kitabın önemli kısmında, üç yıllık sözleşmenin de etkisiyle olacak, Demirören ailesiyle ilişki içinde yerini belirleyememiş, oradan oraya savrulan, hazin editoryal tablo karşısında giderek çaresizleşen, çevresindeki gazeteciler peş peşe sokağa konurken adeta seyreden bir Derya Sazak var. 

Bazı gerçekleri öğreniyoruz. Mesela Haliç'te şirket bağlantılı kollektör açılışında Erdoğan Demirören'in fotoğrafı kullanılmış Sazak tarafından. 

Ama Sazak neden bu haberi kullanılmaya değer bulduğunu (ki muhtemelen Milliyet'in okuyucusunu asla ilgilendirmeyecek ya da ilgilendirse bile içerde küçük bir haber olabilecek bir olay bu) bize izah etmek yerine Demirören'lerin şirket etkinliklerinin gazetede yeterince gösterilmeyişiyle ilgilenmelerini anlatıyor. 

'Yeterince' dediğine göre belli ki bazı 'haberler' sayfalara girmiş. 

Acaba hangi haberler bunlar? Zorla mı sokuldular? Bu konular, özeleştiri kategorisine girdiklerinden herhalde, Sazak'tan tık yok! 

Bu arada, bir başka şecaat bölümüne rastlıyoruz. 

Bir yabancı konuk karşılaması sırasında Genelkurmay Başkanı Necdet Özel'in ayakkabısının tabanının fotoğrafı çekilmiş, tabanda 'delik gibi bir leke' varmış ve Milliyet gazetesi Takvim veya Posta gibi bir kimliğe bürünerek bu taban detayını kocaman bir haber yapmış. 

Habere dikkat! Ne haber ama! 

Özel, Ankara Temsilcisi Fikret Bila'yı çağırmış. Yaverine fotodaki ayakkabıyı getirmiş, 'bakın altı delik mi?' diye feveran etmiş.

Bila her zamanki kurnazlığıyla o fotoğraf altı metnin kendisine ait olmadığı izahı üzerinden aradan sıyrılmaya çalışmış, hızını alamayan Özel de şikayetini bu defa Erdoğan Demirören'e iletmiş.

Saçmalıklar silsilesi...

 

Böyle habercilik olursa...

 

Elbette batar böyle gazetecilik!

 

 

Bir başka hazin olay, Milliyet Antalya Büro Temsilcisi Oktay Pirim'in başına gelenler.

Sazak'ın anlattığına göre, Milliyet'in iç hikayesi, yaza doğru iyice 'onu at, bunu at!' emirler dizisine dönüşmüş.

Hikayeyi dinleyelim şimdi:

'Mayıs'ta Başbakan Erdoğan'ı izlemek üzere ABD'ye gitmeye hazırlanıyordum. Gazetenin Antalya ekinde Orman Bakanı Veysel Eroğlu'nun Meclis'te bir soru önergesine verdiği yanıtı manşet yapmışlar. Sıradan bir haberdi. Bakan orman alanlarının korunması konusunda yapılanları anlatıyordu. Tam o sırada kıyamet koptu. Oktay'ı atmamızı istiyorlardı. Ne olduğunu anlamaya çalıştık. Soru önergesini CHP milletvekili Gürkut Acar vermiş. Daha önce Demirörenlerin işlettiği Istanbul'daki Kemer Country'nin üzerine gidiyormuş.'

'Oktay'ın bundan haberi yoktu. Benim de yoktu. Nereden haberimiz olacaktı? Meclis'e her gün onlarca, yüzlerce soru önergesi veriliyor. Bunlardan birinin Demirörenlere dokunabileceğini nasıl bilebilirdik?'

Hiçbir olay Sazak'ın da bilerek bilmeyerek itiraf ettiği bu gazeteci sefilliğini bundan daha iyi anlatamaz.

Gazete yöneticisi veya muhabiri patrona ucu dokunan bir haberi yakalar, yazar ve basarsa yanar, kuralıdır bu. Uzak dur kuralı.

Sazak da reflekslerle itiraf etmiş zaten: Nereden bilebilirlerdi ki?

Peki, sormaz mı sıradan bir T24 okuru şimdi: 'Sayın Sazak, diyelim haberiniz oldu, o zaman bu haberi koymayacak mıydınız?'

Evet, koyacak mıydınız, koymayacak mıydınız?

İnsanların zekasıyla alay mı ediliyor?

Kitapta, zamanında saklanmış, bilindiği halde otosansürlenmiş bir bölüm, yukardaki sorunun cevabını veriyor zaten.

Demirörenlerin yayına kırmızı çizgi koydukları arasında, Çevre-Şehircilik Bakanı, Kültür-Turizm Bakanı, içişleri ve Ulaştırma Bakanları da var.

Tabii bir 'tabu' da İstiklal Caddesi'ndeki Demirören AVM.

Sazak, şimdi artık görevde olmadan kitap yazmanın rahatlığıyla, bize o zaman gazetedenb veremediği haberleri paylaşıyor:

Patron aile, AVM ile her menfi gelişmeden CHP'lileri sorumlu buluyor onları telefon yağmuruna tutuyormuş.

Bundan nasibini Ertuğrul Günay ve Ömer Çelik de almış.

Tabii bu 'bilinenler'i Derya Sazak yönetimindeki Milliyet gazetesi habere layık bulmamış.

Buna karşılık, Kozakçıoğlu olayında bir gayretkeşlik yaşanmış.

Haberi patrona yaranmak adına 'aktif olarak etkileyen' bir yayın yönetmeni hadisesi.

Taraf'ta Mehmet Baransu'nun, Milliyet patronu Erdoğan Demirören hakkında, 1982'de Arşimidis şirketi varlıklarının ele geçirilmesi ve bir tuğla fabrikatörünün öldürülmesiyle ilgili haberi üzerine tartışmalar büyüyor (tabii Milliyet bu iddiaları gazetecilik refleksiyle araştırmak yerine 'görmemeyi' tercih ediyor o ayrı!) ve o yılların Istanbul Emniyet Müdürü Hayri Kozakçıoğlu'nun intihar haberinde kendisiyle bağlantılı gördüğü bazı detayların sayfadan atılmasını istemiş.

Diyor ki Sazak:

'Taraf'ın Erdoğan Demirören'i cinayetle suçlayan haberi üzerine ailenin çok daha güçlü tepki vermesi gerekiyordu.'

Devamla:

'Demirören dava konusunda hayli tereddüt etti. Benim ısrarım olmasa gazeteye dava açılacağına ilişkin bir açıklama bile konmayacaktı!'

Allah allah.

Tepki vermesi gerekirken vermemiş, verirse verir vermezse vermez. Tabii ki gazeteci olarak senin böyle düşünmen normal, ama o zaman gereğini yap, neden acaba tepki vermek istemiyorlar, araştır, değil mi?

Daha beteri, Sazak, gazeteciliği bir yana patronun hukuk bürosu temsilciliğine soyunmakta tereddüt etmiyor, 'açıklama koyun' diye ısrar ediyor.

Israr senin işin mi? Bırak onu şirketin elemanları veya avukatları düşünsün, sana ne?

Çünkü üstüne vazife (!)

Elbette batar böyle gazetecilik!

 

Devam edeceğiz.