Şirin Payzın
Elif Şafak’ı yıllardır tanırım. Pek çok röportaj yaptım kendisiyle. Doğan Kitap yöneticileri yeni roman piyasaya çıkınca “Elif’le röportaja ne dersin” diye sordular, hiç düşünmeden kabul ettim.
Londra’da buluştuk. 10 Dakika 38 Saniye Elif Şafak’ın yazdığı son roman. Roman, İngilizce orijinal baskısında “Şu Garip Dünyada 10 Dakika 38 Saniye” adıyla yayımlandı. Romanı çok katmanlı, çok sesli. Siyaset, tarih, sosyoloji, kadınların mücadelesi iç içe geçmiş bu romanda. Elif Şafak “Özellikle sessizlikler, tabular, konuşamadığımız konular hakkında soru sormayı seviyorum romanlarımda” diye özetledi romanı nasıl kurguladığını anlatırken.
Şu tespiti önemliydi; “Hafızasızlık boşluk demektir. Aşırı milliyetçi, aşırı dindar söylemler doldurmaya başlıyor boşluğu.”
“Türkiye’nin giderek ataerkilleştiğini” belirten Şafak “Kadınlar kendi aralarında bölünürse bundan yalnızca ataerkillik kazançlı çıkar” uyarısında bulunuyor.
Elif Şafak’la sadece romanını konuşmadık. “Bence her kesimden kadınlar çıkarabilir bu ülkeyi karanlık tünelden” diye başlayan sohbetimiz sırasında, Osman Kavala’nın bugün itibarıyla 612 gündür süren tutukluluk haline duyduğu tepkiyi, yargılanarak mahkûm edilen Barış Akademisyenleri’nin “aslında Türkiye’nin vicdanı olduğunu”, İmamoğlu ile esen rüzgârın “demokrasiye dönmede mihenk taşı” olduğunu ve edebiyatçıların, sanatçıların -kendi ifadesiyle- “kapkara bir tünelden geçerken” neden sessiz kalamayacaklarını da konuştuk.
Sizi Elif Şafak’la yaptığım söyleşiyle baş başa bırakıyorum:
- Bu, ustalık aşamandaki, iyice derinleştiğin romanlardan biri. Ne söylemek istiyorsun? Bir yazara kitabını sormak zor, ama ne demek istersin? Nasıl başlamak istersin?
Bu romanın yapısı -tamamen hikâyelerden dolayı- çok farklı. Çok ilginç bilimsel araştırmalar var. İnsan öldükten; kalp durduktan sonra beyin çalışmaya devam ediyor. Birkaç dakika daha; bir müddet daha.
Kanada’da bilim insanları bunu gözlemlemişler; yaklaşık on dakika daha beyniniz çalışıyor; beynin genelde de hafızayla ilgili kısmı en son kapanan kısmı. Bir yazar için bu çok ilginç bir fikir. O kadar kısa sürede beynin içinde neler oluyor? Neleri hatırlıyoruz? Güzel şeyleri mi? Kötü şeyleri mi hatırlıyoruz? Velhasıl koskoca bir hayattan geriye ne kalıyor birkaç dakika içinde? O fikir bana romanın kurgusunu verdi. Her dakika çok kıymetliydi. Biliyordum ki her sayfa çok kıymetliydi; her saniye çok kıymetliydi. Mümkün olduğunca yoğun ama aynı zamanda da akıcı bir hikâye ortaya çıkarmak istedim.
- Neden ilgini çekti nörobilim? Bunun hikâyesini dinlemek isterim.
Türkiye’de bazen şöyle bir algı oluyor. Romancı, mesela tarih yazdığı zaman tarihçiler diyor ki “Vay bizim alanımıza girdi” veya mimari üzerine yazdığımız zaman mimarlar diyor ki “Yok bu bizim alanımız.” Ama romanın konusu her şey olabilir ve romancı her şeyle ilgilenebilir. O yüzden ben inanıyorum ki romancıların hayat boyu iyi okur olması gerekiyor. Bizim sürekli okumamız gerekiyor ve sadece roman okumak değil, aynı zamanda tarih okumak, felsefe okumak, siyaset okumak. İlgimizi çeken her şey. Bilim, bilimsel yayınları takip etmek…
Hikâyenin akışına göre bir romancı her şeyle ilgilenebilir. Her konuya açık olmalıdır bence zihin olarak. Ayrıca ben uzun yıllar akademide kaldım. Siyaset biliminde, uluslararası ilişkilerde, kadın çalışmalarında. Bunlar, çok önemsediğim alanlar ve her zaman akademiden öğrendim, beslendim, kıymet verdim bilgiye, bilime. Belki bunun da izdüşümleri var benim edebiyatımda. Mesela okuduğum bilimsel bir makale beni roman yazarken etkileyebiliyor. Ya da tarihten öğrendiğim bir ayrıntı “Ustam ve Ben” romanını yazarken beni etkileyebiliyor. Onun için, bence bilgi bir bütün. Ben bunu böyle yapay kutulara, departmanlara ayırmayı sevmiyorum ve inanıyorum ki romancıların entelektüel olmaları gerekiyor. O anlamda hayata açık bir zihinle ve açık bir yürekle bakabilmeleri gerekiyor.
- Bu kitap bir seks işçisi olan Tekila Leyla’nın hayatını, daha doğrusu ölüm anını ve sonrasını anlattığın, “ölüm nedir” ve “hayat nedir” sorusunu sordurtan çok katmanlı bir roman. Aynı zamanda kadınlar üzerine, Türkiye ve Anadolu üzerine, arkadaşlık üzerine, siyaset üzerine yazılmış bir roman...
Roman sanatını çok seviyorum, her zaman böyle hissettim. O kadar geniş bir alan var ki… Onu tek tek böyle minyatür gibi işlemeye benziyor. Tabii emek var, her sayfada. Onu düşünmek, hayal etmek, kurgulamak… Senin söylediğin gibi, benim için de çok katmanlı bir roman bu.
Ama belki de şunu söyleyebilirim: Her ne kadar zor konularla uğraşsa da bu hikâye, bence kolay okunabilir bir kitap ve her ne kadar hayatın daha karanlık yanlarına baksa da, bence hayatı kutlayan, olumlayan, çoğulculuğu kutlayan ve arkadaşlığın önemini bize gösteren bir hikâye. Yani hayat dolu, renk dolu ve arkadaşlık dolu bir hikâye olarak görüyorum.
- Roman, çok klişe olabilecek bir hikâye gibi görünse de öyle değil; arka planında bugün çok konuştuğumuz ve daha çok konuşacağımız kadın cinayetleri, kadına şiddet var. Romanın ana karakterinden başlayarak anlatabilir misin, nasıl kurguladın bu hikâyeyi?
Biz bilhassa Türkiye’de çok kolay yargılıyoruz insanları, birbirimizi yaftalayabiliyoruz, kem gözle bakabiliyoruz başkalarına. Ama ben bir romancı olarak şunu söylemek istedim; hikâyesini bilmiyorsun! Bilsen onun yaşadıklarını, ne yoldan geçtiğini, bu kadar kolay yargılamazsın. Biraz açmak, hikâyeleri paylaşmak bence çok önemli empatiyi arttırmak için. Toplumsal uyumu arttırmak için. Ben edebiyatın çok çok önemli olduğuna inanıyorum.
Tekila Leyla’nın hikâyesine baktığımız zaman Van’da dünyaya geliyor, çok muhafazakâr bir ailenin içinde büyüyor. Babasının iki eşi var. Bütün bunların onda bıraktığı izler var. Giderek daha fazla dindarlaşıyor baba ve tabii onun kararları bütün aileyi etkiliyor. Velhasıl Leyla Afife Kamile’nin Tekila Leyla olmasının hikâyesi bu. Çektiği acıların, bütün hüzünlerinin kitabı. Ama şunu da söylemek istiyorum:
Ben ona hiçbir zaman bir kurban gözüyle bakmadım. Her zaman güçlü bir karakter, kişilikli bir insan olarak aktarmak, anlatabilmek istedim. Çok önemli problemlerimiz var, bilhassa biz kadınlar olarak. Gerek kadın cinayetleri, cinsiyet ayrımcılığı, hâlâ ne yazık ki insanların kabul edemediği cinsiyet eşitliği konusu. Bütün bunların gündeme getirilmesi ve gündemde kalması gerekiyor. Biz bunu yalnızca birbirimize borçlu değiliz, aynı zamanda bizden önceki kuşaklarda yaşamış, eşitlik için mücadele vermiş birçok kadın ve erkeğe de borçluyuz.
Ben feminizmi çok önemli buluyorum, çok gerekli buluyorum bütün dünya için. Ama özellikle de Türkiye için. Feminizm konusunda çok ciddi bir negatif algı var Türkiye’de. Bunu da sorgulamak lazım. Maalesef siyasetçiler de bunu çok kötü köpürtüyorlar. Hatta zaman zaman feminist lafının bir yafta olarak kullanıldığını çok rahat görüyoruz. Ben bunları da tartışmak istiyorum ve tam da bundan dolayı, bu kavramı sahiplenmek istiyorum.
- Kitabın pek çok ayrıntısını okuyuculara bırakalım, her yönünü konuşmanın imkânı yok burada, ama ilginç şeyler var. Mesela Tekila Leyla’nın annesinin doğumdan önce uğursuzluk gelmesin diye uyguladığı ritüeller üzerinden Anadolu’nun batıl inançlarını çok hoş anlatmışsın. Kitap aynı zamanda, kokulara dair, tatlara dair, Anadolu efsanelerine, geleneklerine, renklerine, korkularına, acılarına dair. İnsan okurken hissedebiliyor. Oysa romanı İngilizce yazdın, Türkçeye çevrildi…
Evet, Omca Korugan çevirdi, çok müteşekkirim kendisine. Biz uzun yıllardır Omca’yla beraber çalışıyoruz. O çevirdikten sonra sağ olsun bana veriyor metni ve ben yeniden yazıyorum, yeniden şekillendiriyorum. Dolayısıyla, Türkçe okurken çeviri bir metin okumuyor okurlar. Muhakkak ki benim ritmimle, benim kelimelerimle, kelime seçeneğimle yeniden şekilleniyor. Belki bir anlamda iki dilde birden yazıyorum, hem Türkçe hem İngilizce. Ben bunu uzun senelerdir yapıyorum, neredeyse on beş on altı sene oldu.
İlk başlarda çok yanlış anlaşıldı, Türkçeyi terk ettiğimi iddia edenler oldu. Niye terk olsun ki bu? Ben inanıyorum ki, eğer mizacımız uygunsa, dille uğraşmayı seviyorsak, ki ben çok seviyorum, o zaman birden çok dilde de yazabiliriz, iki dilli, çok dilli olabiliriz, çok kültürlü olabileceğimiz gibi. Bunlar çok savunduğum şeyler benim. Ben zaten çoğulculuğu çok seviyorum. Çok önemsiyorum.
Batıl inançlar konusuna gelince o biraz da herhalde benim yetiştiriliş tarzımla ilgili. Ben bir aile ortamında büyütülmedim. İki kadın yetiştirdi beni, annem ve anneannem. Ve ikisi de çok farklı insanlar. Annem böyle eğitimli, batılı, modern, kültürlü, şehirli. Anneannem ise daha Anadolulu, daha böyle batıl inançları olan, daha maneviyata açık, daha az eğitimli ama bence son derece bilge bir insandı ve büyük oranda da erken yıllarımda beni o yetiştirdi. Dolayısıyla ben o dünyayı biliyorum ve hiçbir zaman da o dünyayı küçümsemedim. Bu efsanelerin, batıl inançların, inanışların dünyasına tepeden bakmadım, anlamaya çalıştım. Belki bir yanım hep o yazılı kültürle sözlü kültürü birleştirmek, buluşturmak istedi. Ben sadece akılla yazmıyorum. Çoğu zaman hissiyatla yazıyorum, güçlü bir içgüdüyle yazıyorum. Ve dediğim gibi benim için edebiyat köprü kurmalı. Farklı kültürlerin arasında köprü kuran bir edebiyata inanıyorum ben.
- Romanda Türkiye’deki azınlıklar meselesine değiniyorsun, mültecilik konusuna değiniyorsun. Romanın arka sahnesinde Türkiye’nin belli bir döneminin sosyal-politik olaylarını görüyoruz. Roman 1990’da duruyor. Neden 1990’ı bir bitiş noktası olarak aldın?
Benim için çok önemliydi 1950’lere, Kore Savaşı’na, 1960’lara 70’lere yolculuk yapmak. Biraz hafızamızı da tazeleyelim istedim. O arka planı, siyasi, tarihi, kültürel tarihi çok büyük bir ilgiyle, araştırarak yazdım.
1990’da bitiyor bu hikâye. Hatırlarsın belki o dönem şöyle bir tartışma yaşanmıştı. Kanun yapıcılar “Fahişlere tecavüz edenlerin alacağı cezada indirim yapılabilsin” diye saçma sapan bir fikirle maalesef çıkmışlardı ortaya. Onun gerekçesini de şöyle açıklamışlardı; -çok net hatırlıyorum, üniversitede öğrenciydim o dönem- “Çünkü bir fahişe tecavüzden etkilenmez.”
Bu kadar acımasız, ruhsuz bir tavır sergilenmişti o dönem. Ve buna bir tepki doğmuştu toplumda, tartışılmıştı basında, sivil toplumda. Ve kadın hareketinden de sert bir tepki gelmişti. Ben bunu önemsiyorum, kadınların birbiriyle dayanışmasını, Türkiye’de güçlü bir kadın hareketi olmasını çok çok önemsiyorum. Çünkü bizim bir sürü meselemiz var ve ancak bunu dayanışmayla, birbirimizi destekleyerek, güçlendirerek ve birbirimizin hikâyesine sahip çıkarak biz daha ileri bir noktaya gelebiliriz. Aksi takdirde kadınlar da kendi aralarında adacıklara, gruplara, gettolara bölünürse bence bundan yalnızca ataerkillik kazançlı çıkar.
O yüzden belki de şunu da sormak istedim; bir o dönemdeki kadın hareketine bakalım bir bu dönemdekine, acaba daha ileri mi gittik yoksa daha da mı geriye gittik toplum olarak; bunları da konuşmak istedim.
- Peki sence?
Bence Türkiye giderek daha da ataerkilleşti. Nasıl ki hükümet daha da otoriterleştiyse, milliyetçiliğin, İslamcılığın, bağnazlığın dozu arttıysa, bütün bunlara paralel olarak ataerkilliğin de dozu artar. Bu bir tesadüf değildir, bütün dünyada nerede milliyetçilik, otoriterlik artarsa, demokrasi cılızlaşıp kurursa, kaybolursa, o toplumlarda cinsiyet ayrımcılığının, ötekine duyulan tahammülsüzlüğün, farklılıklara duyulan tahammülsüzlüğün de arttığını gözlemleriz. Nitekim Türkiye’de de bu yaşanıyor. Baktığınız zaman kadına şiddet vakalarından çok ciddi bir artış var. Ve bunun hepimizi derin bir şekilde kaygılandırması gerekiyor. Baktığımızda çocuk gelinlerle ilgili maalesef ciddi bir artış var. İlgilenmemiz gereken, çözmemiz gereken çok ciddi meselelerimiz var. Ama bunlarla ilgilenmek yerine, kadınların ve çocukların yardımcısı olmak yerine, daha fazlasına ev açmak yerine, ataerkil yasaları değiştirmek yerine, mahkemelerde kurbanların yanında yer almak yerine, bugün yazarlar hedef alınıyor, sanatçılar hedef alınıyor, bu konuda yazmaya cesaret eden feministler hedef alınıyor. Bu bana göre kabul edilebilir bir şey değil.
- Son romanın çıkmadan kısa süre önce Türkiye’de senin eski bir kitabından dolayı taciz iddiaları gündeme getirildi durup dururken. Sosyal medyada patladı. Bir anlamda bu kitaba da yönelik, sana da yönelik bir saldırı mıydı, ne düşünüyorsun?
Bence öncelikle şunun altını çizmemiz gerekiyor. Bir ülkenin gerçek bir demokrasi olabilmesi için sadece sandık, sadece seçimler yeterli değildir. Tabii ki seçimlere benim büyük saygım var ama şunu söylemeye çalışıyorum. Seçimlerin yanı sıra, bir ülkede demokrasi olabilmesi için, muhakkak bir hukuk devleti ve hukuk düzeni olması lazım. Güçler ayrımının, güçler ayrılığının olması lazım. O ülkede özgür, çeşitli çok sesli çoğulcu bir basının olması lazım. Bir o kadar özgür üniversitelerin olması lazım. Kadın haklarının azınlık haklarının mevcut olması lazım vesaire.
Bütün bunlarla birlikte bir demokrasi var olabilir, ayakta durabilir. Türkiye’de her biri tek tek zarar gördü, hukuk devletinden güçler ayrımına, basından akademiye kadar her biri korkunç şekilde zarar gördü dolayısıyla bunu anlamamız gerekiyor. Demokrasinin olması için bir o kadar sivil toplumun çok sesli olabilmesi lazım, güçlü olabilmesi lazım. Edebiyatın, kültürün yeşerebilmesi lazım.
Şimdi edebiyata karşı maalesef çok negatif bir kampanya var. Bütün bunlardan çok üzüntü duyuyorum. Sosyal medyanın bu şekilde kullanılmasından çok büyük üzüntü duyuyorum. Çok sayıda troll, otomatik mesajlarla yayılan negatif yorumlar var. Bir de şöyle diyorlar mesela “Kitabını okumadım ama bence bu kitap yasaklanmalı. Hiç kitabını okumadım ama bence bu yazar hapse atılmalı.”
Ne dediğini bilmeden bu kadar kolaylıkla insanları itham edebilmeleri tabii çok üzücü. Kitaplardan, romanlardan cümle cımbızlayarak o cümlelerin üzerine iddia kurmaları çok üzücü. Dolayısıyla edebiyat okumadıkları, roman okumadan yorum yaptıklarını görüyoruz. Benim için buradaki cehalet açıkçası çok çok üzücü.
- Bir de zaten böyle yapılarak aslında çocuk tacizi, kadın tacizi, kadın cinayetleri, bu şekilde yansıtılınca içi de boşaltılmış oluyor. Bir anlamda bu konuların üstüne gitmeyin, bu konularda yazmayın mesajı verilmiş oluyor.
Tabii, aynen. Bu mesaj herhalde benim için iki kat üzücü. Ben öyle hissediyorum çünkü dediğim gibi beni dul bir anne büyüttü. Yani ben küçük bir yaşta bu toplumda tek bir kadın olmak ne demek bunu gözlemleyerek, görerek büyüdüm ve belki bende çok genç yaşlarda oluşan bir feminist duyarlılık var. Ben bundan dolayı gittim yurt dışında üniversitelerde kadın çalışmalarında, kadın ve cinsiyet çalışmalarında tez yazdım, ders verdim geçmişimin önemli bir kısmını bu oluşturuyor. Velhasıl şunu söylemeye çalışıyorum ben; feminizmin sadece pratiğiyle değil teorisiyle, kuramlarıyla, kitaplarıyla, birikimiyle de çok alakalı bir insanım. Ve bütün hikâyelerimde, yazdığım bütün romanlarımda bakarlarsa görecekler eğer, sürekli incinen insanlara, azınlıkta olana, az olana daha büyük bir ihtimam var. Hep onları anlamaya çalıştım, hep kurbanların gözünden hikâyeyi anlatmak istedim. Tam da o mağduriyeti göstermek istedim, tam da o eşitsizliği göstermek istedim, o yüzden benim için bu şekilde itham edilmek gerçekten çok üzücü. Bütün hayatım boyunca kadın haklarını savundum, çocuk haklarını savundum, insan haklarını savundum, şimdi bunu yeniden anlatmak zorunda kalıyorum.
- Romanın İstanbul’da geçiyor ve İstanbul’un karmaşık sosyolojisi, karmaşık etnik yapısı, dilsel yapısına yer veriyorsun. Tam bu kitap çıktığı günlerde İstanbul’a yeni yönetim, yeni rüzgâr, yeni bir İmamoğlu rüzgârı geldi. Buradan baktığında nasıl görüyorsun? Popülist liderler rüzgârı eserken Türkiye’de tam tersi oldu ve onların peşine takılmayan başka bir figür çıktı ve hiç kimsenin tahmin edemediği başka rüzgâr esti.
Öncelikle bence şunu söylemek gerekiyor, daha önce ifade ettim; biz zaten seçim yapmıştık, çok da büyük bir katılımla gerçekleşti. İstanbul’da, Ankara’da, İzmir’de çok büyük secim rüzgârı yaşandı. Zaten İmamoğlu seçilmişti. Ama bence son derece hukuksuz, son derece hâksız ve antidemokratik bir şekilde o seçimler iptal edildi. Sırf sonucu beğenilmediği için, yeniden seçime gitmek durumunda kaldı İstanbul.
Bu sefer çok daha büyük bir farkla bir kez daha İmamoğlu seçildi. Ben bu süreci çok önemli buluyorum pek çok açıdan. Öncelikle şunu söylemem lazım; biz hep otoriterliğin hükümetleri, siyasetçileri nasıl değiştirdiğini yazıyoruz, okuyoruz, bunun üzerine birçok makale var. Ama belki de daha zor olan konu otoriter rejimlerde topluma ne olur? Toplum da etkilenir, günlük insan ilişkileri de etkilenir. Giderek daha öfkeli, daha tepkisel, daha negatif bakan insanlara dönüşme potansiyeli daha büyüktür. Bu bence çok üzücü ve toplumları ayrıştıran bir kimya.
Ekrem İmamoğlu ne yaptı? Bunun tam tersini yaptı. Hep buluşturucu, hep insanları bir araya getiren, birleştirici ve sakin bir tonda konuştu. Ben bunu çok önemli buluyorum, bizim sükûnete, birleşmeye, buluşabilmeye, ortak değerlerimizi hatırlamaya bir kere o kadar ihtiyacımız var ki. Yani gücünü öfkeden değil, gücünü ayrıştırmadan değil, gücünü sükûnetten, ama aynı zamanda aydın düşünebilmekten, demokrasiye inanmaktan, ilerlemeye inanmaktan alan söylem ve böyle bir çıkış bana göre çok önemli. Aynı zamanda muhalif kesimlerin birbirleriyle dayanışmaları, dayanışabilmeleri çok önemli. Ve tabii, o kadar uzun süredir demokrasiye, çoğulculuğa, birbirimize saygıyla bakmaya hasret kaldık. Ben çok önemli buluyorum Ekrem İmamoğlu’nun zaferini. Diliyorum ki Türkiye’nin demokrasiye dönmesinde önemli bir mihenk taşı olur.
- Özlüyor musun İstanbul’a gelmeyi? Ya da bu süreçle birlikte her şeyin normalleşeceğine olan inancın arttı mi? Nasıl?
İstanbul’u o kadar çok özlüyorum ki. Burnumda tütüyor. Çok da düşünüyorum İstanbul’u. Aslında gurbet çok ilginç bir şey. Belki de insan gurbette olunca daha da mı çok ilgileniyor, daha da mı çok takip ediyor? Bazen diyorlar ki, “Yurt dışında olanların haberi yok, Türkiye’de ne yazılıyor, ne çiziliyor, habersizler.” Öyle değil, mesela Türkiye’de olsam hiç okumayacağım gazeteleri de okuyorum. Türkiye’de olsam hiç okumayacağım köşe yazarlarını okuyorum. Daha büyük bir ilgiyle, daha büyük bir özlemle, hasretle takip ediyor insan.
- Ben de şöyle düşünüyorum; hep çok kolay suçlanıyor ya, “Siz vatan hainisiniz, defolun gidin, sen oraya git, sen buraya git.” Oysa bakacak olursak her giden, gitmek zorunda kalan Türkiye için daha fazla üzülüyor, daha fazla kafa yoruyor, bunun içine Ermeniler de dahil, acılarıyla beraber yurt dışına gitmiş Kürtler dahil, Almanya’ya gidip çalışanlar dahil. Ne kadar vatan hainliğiyle suçlanırsan suçlan, aslında o suçlanan insanlar çok daha büyük vatanseverlikle bu ülke için üretmeye, düşünmeye ve çalışmaya devam ediyorlar. Artık bir diasporada olduğun için, sen ne düşünüyorsun?
Evet zaten şunu anlatmamız lazım döne döne. Bir hükümeti eleştirmek, Türkiye’yi sevmemek anlamına niçin gelsin? Hükümetleri eleştirebilirsiniz, siyasetçileri eleştirebilirsiniz, mevcut politik eşitsizlikleri, adaletsizlikleri eleştirebilirsiniz ve bence zaten eleştirmeliyiz de. Ama tam da ülkemizi sevdiğimiz için, yoksa umurunda bile olmaz ki. İlgilenmezsin bir daha, kendi hayatını yaşarsın. İlgileniyorsan, kafa yoruyorsan demek ki önem veriyorsun. Demek ki daha iyi olsun istiyorsun. Demek ki, senin de canın acıyor insanların canı acıdığı zaman. Yani demek ki eleştirmek eleştirel düşünmek, eleştirel konuşmak veya yazmak ülkeni sevmemek, memleketini sevmemek anlamına gelmiyor. Tam tersine, seviyorsan ilgilenirsin, düşünürsün, kafa yorarsın.
- Romanına dönecek olursak benim dikkatimi çeken bir unsur daha var, belki onun üzerine de birkaç şey söylemek istersin. İngilizce yazıldığı için evet Türkiye’nin farklılıklarını anlatıyor; Türkiye’de dini inançlarla olan ilişkiyi anlatıyor. “Baktığımız zaman bu ülke tümü Müslüman ve hepsi aynıdır” kalıbının dışına çıkıyor. Tekila Leyla’nın kendisinin dine, inançlı olmaya yaklaşımıyla, hayatta beş tane arkadaşı var onların yaklaşımı farklı. Burada da dünyaya bir anlatım var mı?
Ben galiba şunu çok önemsiyorum, çok farklı düşüncelere sahip olabilir insanlar. Gene de ortak bir nokta bulabilir miyiz? Mesela Havva’nın Üç Kızı’nda üç genç kadını anlatmıştım. Biri dindardı, biri ateistti, öbürü de daha hiçbir konuda kafasını henüz netleştirmemişti. Daha kuşkuları olan bir insan. Biri dindar, biri sakin, diğeri dinsiz. Arkadaş olabilirler mi? Kız kardeş olabilirler mi? Bence olabilirler. Niçin olmasınlar? Ama bunu çok zor görüyoruz çünkü gene yine adalara ayrılıyoruz, gettolara ayrılıyoruz. Bu kitapta da, mesela Leyla’nın arkadaşlarına baktığımızda, mesela Zeynep Lübnan’dan gelen daha inançlı bir insan ama Nostalji Nalan bütün dinlere karşı eleştirel konuşan çünkü dinin insanları nasıl değiştirdiğini, ne kadar zararlı olduğunu gören, bilen, yaşayan bir insan ama ortak paydada bulaşabiliyorlar. Arkadaşlıkta buluşabiliyorlar. Bunlar çok zor konular Türkiye’de. Çünkü o kadar kolay ki kabilelere ayrılmak ve oradan birbirinin hakkında ithamda bulunmak. Zor olan ortak değerleri, ortak paydaları canlandırmaya çalışmak ama ben bunu özellikle dediğim gibi kadınlar arasında olması gerektiğine inanıyorum. Ben gerçekten kız kardeşlik kültürüne inanıyorum.
- Siyasette tavanda bu ayrıştıran dil-din üzerinden devam etse de tabanda öyle olmadığını düşünüyorum. Tam da seni tarif ettiğin gibi. Başörtülü, başörtüsüz, inançlı, inançsız kol kola girip aynı idealler için bir araya gelebiliyor.
Tabii ki herhalde son dönemde gördüğümüz en güzel şeylerden biri, Ekrem İmamoğlu’nun seçim zaferinden sonra sokaklarda kol kola girip dans eden, oynayan, halay çeken, türkü söyleyen insanları görmekti İstanbul sokaklarında. Ve dikkatle bakarsak, aralarında gençler var, yetişkinler, kadın erkek, baş örtülü teyzeler, çok farklı siyasi eğilimlere sahip olan ama aynı kültürel paydada buluşabilen insanlar. Benim için bunu görmek o kadar güzeldi ki.
- Çok sevdim, orası üzerine biraz konuşmak isterim; Tekila Leyla’nın hayattaki tek aşkı D/Ali. Onu neden sevdiğini anlatırken şöyle bir cümle kuruyor, “Çünkü bana eşit davrandı.” Beklenti bir kadın bir erkeği sevdiğinde “çünkü beni korudu, bana sahip çıktı, çünkü beni ezmedi, çünkü bana kol kanat gerdi” desin. Oysa orada bir eşitlik vurgusu var. Bu bence bu romanının en önemli cümlelerinden biri diye düşünüyorum.
Yürekten inanıyorum eşitliğe ve eşitlik için mücadele etmek gerektiğine. Haysiyet, herkese eşit nazarla, eşit saygıyla bakmaktır. Bu sadece lafta da kalmamalı bunu pratiğe dökmeliyiz ve aşk da ancak öyle yaşayabilir. Eşitlik varsa, karşıdakine ayrı bir birey olarak bakabiliyorsak ve eşit nazarla bakabiliyorsak vardır., Kendimizin bir karbon kopyasını yaratmaya çalışmak yerine, ezmeye, tahakküm altına almaya çalışmak yerine, bir adım önünde yürümeye çalışmak yerine, eşit bakabilmek. Kitaptaki D/Ali öyle bir karakter. Solcu bir genç, idealleri olan bir genç ve Tekila Leyla’ya ilk günden beri, ilk andan beri hep eşit bir nazarla bakıyor, eşit davranıyor ve değer veriyor. O da tabii ki bundan çok etkileniyor çünkü o kadar görmediği, yaşamadığı bir şey ki. Çünkü aşklarının eşitlik ve özgürlük temelinde yeşerdiğini anlatmak benim için çok önemliydi.
- Kadınlara yönelik tacizi, cinayeti insanlar Kürtler üzerinden anlatmayı tercih ediliyor. Ya da işte Anadolu’nun gerçekten çok ezilen, çok hırpalanmış, çok emekçi kadınları üzerinden anlatıyoruz hep. Sanki hep onlara dokunan bir şeymiş gibi. Oysa herkesin, büyük şehirlerde yaşayan okumuş okumamış, eğitimli eğitimsiz, zengin fakir herkese dokunan bir şey kadınlara yönelik taciz, tecavüz, şiddet, psikolojik şiddet, vesaire. Ama bunu bedeni üzerinden para kazanarak hayatını sürdüren bir seks işçisi üzerinden anlatmak herhalde çok çarpıcıydı değil mi?
Yani cinsiyet ayrımını tek bir kesime atfetmek çok büyük bir hata. Ve dediğin gibi maalesef bizde şöyle bir algı var; ancak uzakta bir yerde, ücra bir köyde söz konusu olabilir böyle bir sorun. Böyle bir şey yok. Türkiye’nin her yerinde, eğitimlisi eğitimsizi, doğulusu batılısı, çok farklı kesimlerden ve okumuşluk derecelerinden gelen insanlarda biz aslında aynı şeyin tezahür ettiğini görebiliyoruz.
Bir sürü doktor var, profesör var karısına eşit nazarla bakmayan, hatta şiddet uygulayan. Belki bu insanlar için, o kadınlar için bunu konuşmak daha da zor öyle ortamlarda. Ama konuşmamız lazım. Hikâyelerimizi paylaşmamız lazım. Artık kurbanların utanması bitsin, artık kurbanlar utanmasın ve asıl utanması gereken insanları bir mercek altına alabilir miyiz? Asıl bu cürümleri işleyen, bu şiddeti uygulayan, bu haksızlıkları işleyen insanları bir mercek altına alabilir miyiz?
Basında bile ne zaman bir vaka yaşansa hep kadınların fotoğrafları önde ve mahkemelerde hep kadınların ne yaptığı, saat kaçta nerede olduğu, etek boylarının uzunluğu ve kısalığı konuşuyor. Aynı zamanda avukat kadınların ne giydiği konuşuluyor. Yani öyle bir ülkede yaşıyoruz ki hâkim kendinde böyle bir hak bulabiliyor. Ne hakla bir avukat kadının etek boyunu siz konuşuyorsunuz? Değişmesi gereken çok şey var. Yasalar da ataerkil ama asıl zihniyet ataerkil, en zoru da zaten o zihniyetleri değiştirmek.
Kazancı Yokuşu hakkında bir şey söylemek istiyorum:
Ben Kazancı Yokuşu’nda yaşadım uzun seneler. İstanbul’da ilk yaşadığım mekanlardan biriydi ve İstanbul depremi olduğu zaman ben Kazancı Yokuşu’ndaydım. Hiçbir şekilde unutmuyorum o gece biz hepimiz, bütün sokak ahalisi gecenin bir yarısı tabii telaşla, korkuyla dışarı çıktığımızda gördüğüm bir sahne vardı. Onu hiç unutmuyorum. Muhafazakâr eğilimleri olan, liberal solcu, pek satmayan gazeteleri olan, alkol satmayan ve azınlıklarla konuşmayan, beğenmediği insanlara selam vermeyen bir adam vardı. Ve onun yan yana kaldırımda travesti komşularımızdan biriyle oturduğunu ve ilk defa titreyen ellerle ona sigara ikram ettiğini gördüm ben o gece. Çünkü o gece ölüm karşısında, deprem karşısında, birkaç saatliğine de olsa, herkes eşit. En bağnaz olanların zihninde bile. Ama tabii ertesi sabah herkes kendi önyargılarına döndü. O bağnaz adam tekrar azınlıklarla konuşmuyordu ama o an gördüğümü hiç unutmadım ben.
Kazancı Yokuşu’nda yaşamak, o insanların hikâyelerini takip etmek istedim. 1940’larda, 50’lerde orada daha çok Rum komşular, Ermeni komşular varken nereye gitti bu insanlar? Daha sonra 1970’lerde gelen cinsel azınlıklar burada barınamadılar, niçin ayrılmak zorunda kaldılar? 1990’larda gelen belki daha bohem sanatçılar, 2000’lerde gelen başka başka kesimler. Yani bir tek sokağın hikâyesi bile İstanbul’un çeşitliliğine, karmaşıklığına ama aynı zamanda hafızasızlığına dair çok şey söylüyor.
- Bu kitap bir hafızayı tazeleme kitabı mıdır?
Ben hafızayı önemsiyorum. Ama bu geçmişte kalma, geçmişe saplanıp kalma anlamında, geçmişi bilmemiz gerekiyor. Geçmişin acılarıyla yüzleşmemiz gerekiyor. Aynı zamanda güzelliklerini de anlamamız, sahiplenmemiz gerekiyor ki daha sağlıklı, daha nüanslı bir yaklaşımımız olsun ve umuyorum ki hiçbir zaman geçmişte yapılan hataları tekrarlamayalım. Toplumlar ne zaman büyür, ancak hafızaya sahip oldukları zaman olgunlaşabilirler. Eğer biz hafızasız bir toplum olarak kalırsak aynı hataları döne döne tekrar ederiz. O yüzden önemsiyorum. Ve bence edebiyat tam da hikayesi silinen insanların hikayelerine kulak vermeli, ses vermeli, sonuçta biz sadece hikâyelerle uğraşmıyoruz yazarlar olarak. Aynı zamanda sessizliklerle, tabularla, konuşulamayan konularla uğraşmamız gerekiyor.
Gazetecilik hiç bitmez ama gazetecilere olanak sağlayan kurumların bittiği, tükendiği bir ortamda, sinemanın engellendiği bir ortamda bir bakıyoruz insanlar akın akın tiyatroya gidiyorlar. Okuyacak bir şey bulamayınca, seyredecek program kalmayınca, galiba Türkiye’de herkes yeniden kitaba yönlenmeye başladı. Bu anlamda doğrudan politik bir roman yazmıyorsun ama politika okumuş, doktora çalışmaları siyaset bilim üzerine olan bir yazar olarak, “bugünkü pek çok sorunumuza dikkat çeken bir roman” desek yerinde olur değil mi?
Türkiye, Pakistan, Venezuela gibi çok çalkantılar yasamış yerlerden gelen romancıların, özellikle demokrasiyi kaybetmiş ülkelerden gelen romancıların bence apolitik olmak gibi bir lüksü yok. “Ben sadece hikâyemi yazacağım masa başında, pencerenin dışında ne olup bittiğiyle ilgilenmek istemiyorum” diyemezsiniz eğer sanatçıysanız, eğer edebiyatçıysanız. Eğer böyle bir duyarlılığımız varsa, ki olmak zorunda edebiyat üretebilmemiz için, camın dışında ne olduğunu anlamamız lazım. Yokmuş gibi davranamam o yüzden zaten apolitik olamayız. Ama bir parti politikası, ya da partizanca politikadan bahsetmiyorum, duyarlı olmaktan, insanların acılarına, sorunlarına kulak vermekten bahsediyorum. Kendini bir köşke kapatmamaktan bahsediyorum.
Aynı zamanda dediğim gibi benim için feminizm çok önemli kadın hareketi çok önemli ve feminizmin bize öğrettiği pek çok önemli şeyden birisi de şudur: Siyaset sadece siyasi partilerden ibaret değildir, sadece meclisten ibaret değildir, günlük hayatın içinde de politika vardır. Aslında günlük hayatın da bir politikası vardır. Nerede güç ilişkisi varsa, özel alan da politiktir. Böyle bakarsanız, cinsel alanda yazmak ta politik bir duruştur. Ben buna inanıyorum.
Tabii ki apolitik bir yazar değilim ama tepeden bakmıyorum hiçbir zaman, bir şey dayatmaya çalışmıyorum. Ben sadece soru sormayı seviyorum, özellikle sessizlikler hakkında, tabular hakkında, konuşamadığımız konular hakkında. İstiyorum ki bunları konuşabilelim. Roman özgür bir alan açsın. Tabii ki yorum okura aittir, takdir her zaman okura aittir, her okur kendi yorumunu yapacaktır, çünkü o parmak izlerimiz kadar biriciktir. Ama soruları sormak bence bir edebiyatçının görevidir.
- Romanında da zaten değindiğin olayların özelinde bir şey anlatmıyorsun sadece insanların “Ya bir dakika burada ne olmuştu” demesini sağlıyorsun.
Bence hafızasızlık, kayıtsızlık, çok tehlikeli bir şey. Yani yıkık bir evin önünden geçiyorsunuz “Ne oldu buraya ne oldu da yitirildi anlamak lazım. İstanbul’da birçok mekânın önünden geçiyoruz hiçbir tabela yok, şehirde hafıza yok. Bunlar önemli şeyler. Bir bilincimiz olsun ki olgunlaşabilelim; anlayabilelim ki bir sakinleşelim. Eğer boş bırakırsanız, hafızasızlık çünkü boşluk demektir, o boşluğu bu sefer aşırı milliyetçi, aşırı dindar söylemler doldurmaya başlıyor.
Türkiye’de şöyle bir algı var; geçmişte ne olduysa oldu, biz önümüze bakalım. Öyle diyemeyiz konuşmamız gereken çok ciddi acılar ve eşitsizlikler var. Ama aynı zamanda, şunu da çok yanlış buluyorum, “atalarımız ne yaptıysa doğru yaptı, sorgulayamayız, eleştiremeyiz.” Öyle bir şey yok, güzellikler de var övünmemiz gereken, hazin şeyler de var, acılar da var anlamamız gereken ve bence yasını tutmamız gereken şeyler de var. Dolayısıyla daha sakin bakabilmek, daha anlayışla bakabilmek. Sanat ve edebiyat bu açıdan çok önemli bence.
- Son olarak, kitaba dair sen bir manşet atabilseydin ne derdin?
Ben bu kitabı yazarken kimsesizler mezarları üzerinde de çok durdum. 90’larda biten bir hikâye, özellikle 90’a kadar oraya gömülen insanları anlamaya çalıştım. Kimdi bu insanlar? Bırak mezar taşını tabelalarda isim bile yok soyadı yok, sadece sayılar var. Baktığımız zaman çoğu, toplumun dışladığı insanlar. Mesela AIDS nedeniyle vefat eden bir sürü insanın buraya gömüldüğünü görüyoruz, cinsel azınlıkların buraya gömüldüğünü görüyoruz, seks isçilerin gömüldüğünü görüyoruz, bazen sokakta terk edilmiş ölü bulunan bebeklerin oraya gömüldüğünü görüyoruz. Ailesi olmayan ya da aileleri tarafından terk edilmiş, reddedilmiş insanlar ama bu demek değil ki kimseleri yok. Tekila Leyla da oraya gömülüyor ama halbuki arkadaşları var, dostları var onun. Yani kimsesi var aslında. Zaman içinde birçok mültecinin de buraya gömüldüğünü görüyoruz daha sonra. Mesela Afganistan’dan gelen, Suriye’den gelen, Türkiye’den Avrupa’ya geçmeye çalışan botlarla yüzmeye çalışırken boğulan bir sürü mültecinin de cesedi gömülüyor kimsesizler mezarlığına. O kadar tuhaf bir yer ki. O kadar hüzünlü bir şey ki.
- Vicdan gibi, toplumun vicdan yarası gibi orada duran bir mekan.
Aynen evet. Orada duran ve kimsenin konuşmadığı, ilgilenmediği terk edilmiş yüzlerce binlerce hikâyenin olduğu bir yer aslında Kimsesizler Mezarlığı ve ben hiç olmazsa o sayılardan, o rakamlardan bir tanesini almak, ona isim vermek, ona bir hikaye vermek, ona bir bireysellik vermek. Yani süreci tersine çevirmek istedim Tekila Leyla’nın hikâyesini yazarken.
10 Dakika 38 Saniye aslında hepimiz için de bir egzersiz oldu. Hayatımızı kaybettiğimizde o süreyi yaşıyorsak, hatırlayacağımız anılar acaba ne olurdu diye. Ama kitabın vurgusunu söyleyerek bitirelim benim de en sevdiğim bölümlerden biri oldu; “İki arkadaşın varsa şanslısın, üç arkadaşın varsa daha da şanslısın. Eğer beş arkadaşın varsa herhalde dünyanın en şanslı insanısın” diye değil mi?
Evet eğer üç kadim dostumuz varsa ne mutlu bize. Ama aynı zamanda kitapta iki aile türünden bahsediliyor. Hepimiz bir kan bağıyla bağlı olduğumuz bir aile içine doğuyoruz. Eğer bu aile sevgi doluysa, eşitlik dolu bir ortam veriyorsa ne mutlu insana. Ama birçok insan böyle bir aile ortamından gelmiyor. Özellikle o insanlara kitabin verdiği çok pozitif bir mesaj var bence. Unutmayın ki, diyor bu roman. İlerde, yaşadıkça, ilerledikçe ikinci bir aileniz daha olacak. O aile de su ailesi. Su ile birbirine bağlı insanlar. Su ailesinden neyi kastediyorum, işte o beş dostumuz. Ya da bu altıdır, dörttür ama dostluklarla oluşan yepyeni bir aile. Ve inanıyorum ki özellikle itilmiş insanlar için, ezilmiş insanlar için belki de su ailelerinin varlığı o kadar önemli ki. Onlar bizi ayakta tutuyor, onlar bizi hayatta tutuyor. En yalnız olduğumuz, en incindiğimiz dönemlerde bile.
Ekrem İmamoğlu’nun beklenenden büyük farkla seçilmesi iktidara, Saray’a halktan giden bir mesaj oldu. Buna rağmen seçimin hemen ardından başlayan Gezi davasında Osman Kavala’ya tahliye çıkmadı. Osman Kavala ve cezaevindeki yazar, gazeteci, akademisyenlerin yalnız bırakıldığını düşünüyor musun?
Seçimlerin ardından Yiğit Aksakoğlu'nun tahliye edilmesi çok güzel haberdi ama insan sevinemiyor bile bu ortamda hiçbir şeye. Osman Kavala hayatımda tanıdığım en efendi, en dürüst ve iyi kalpli ve şüphesiz ki en yardımsever insanlardan biridir. Hayatı boyunca bu topraklarda demokrasi için didinmiştir; toplumsal barış ve uyum ve çoğulculuk için çalışmıştır. Gençler, kadınlar, azınlıklar…. O kadar çok insana iyiliği dokunmuştur ki... Bugün onu yaftalamaya ve yargılamaya kalkanlardan binlerce kat daha fazla emeği geçmiştir, iyiliği dokunmuştur bu memlekete. Bu yaşananlar korkunç bir haksızlık ve hukuksuzluk ve adaletsizlik. Bir an evvel değerli Osman Kavala’nın ve haksız yere hapislere atılan herkesin özgürlüğüne kavuşması gerek. Sessiz kalamayız.
“Muhalefet öfke, sitem ya da kırgınlık adacıklarına bölündükçe daha da zayıf düşer”
- Barış akademisyenleri, KHK ile atılanlar, yurt dışına giden onlarca kişi... Türkiye’de demokrasi mücadelesinde yazar, akademisyen, sanatçıların bundan sonrası için rolünü nasıl görüyorsun?
1960’ları, 1970’leri, en beter dönemleri yaşamış insanlarla konuş. Hemen herkes benzer bir şey söylüyor: “O zamanlar bile bu kadar kırılmamıştı umudumuz, bu kadar tarumar olmamıştı sivil toplum…”
Tuna Altınel, Füsun Üstel, Ayşe Gül Altınay…. Binlerce akademisyeni hiçbir şekilde izahı ve meşruiyeti olmayan bir hukuksuzlukla baş başa bıraktılar. Nedir bu insanların “suç”u? Barış Bildirisi’ne imza atmak öyle mi? Bunun neresi suç? Barış Akademisyenleri bence bu ülkenin gururudur, onlar bu ülkenin vicdanıdır. Değil yargılamak, mahkeme kapılarında mağdur etmek, onlarla gurur duyması gerek bu toplumun.
Musa Kart gibi dünyaca önemli bir sanatçı nasıl olur da hapis cezası alır? Akın Atalay, Hikmet Çetinkaya, Ahmet Şık, Murat Sabuncu’ya yapılan haksızlıklar…. Cumhuriyet’in kitap eki yayın yönetmeni Turhan Günay hepimizin, tüm şair ve yazarların senelerdir saygı duyduğu bir isim hapis yattı.
Osman Kavala niçin hâlâ hapiste? Demirtaş niçin hapiste? Ahmet Altan? Ya Sırrı Süreyya niçin hapiste? Nurcan Baysal’ın evine gece polis gidiyor, kaç kez mahkeme kapılarını aşındırdı. Keza Eren Keskin gibi insan hakları, kadın hakları ve azınlık hakları için bu kadar emek vermiş bir insan kaç davayla uğraşıyor. Gazeteciler, akademisyenler, sanatçılar, avukatlar….
Kelimelerle nefes alan herkes anında damgalanabiliyor. Kapkara bir tünelden geçiyoruz. İnsanların birbirlerinden koptuğu, korkunun ve yılgınlığın ve öfkenin hâkim olduğu bir tünel. Haksızlıkların haksızlıkları kovaladığı bir garip sarmal. KHK ile atılanlar, binlerce kişi beyin göçüyle ayrıldı bu arada… En kötüsü de muhalif kesimlerin birbirlerine düşman kesilmesiydi. Muhalefet öfke, sitem ya da kırgınlık adacıklarına bölündükçe daha da zayıf düşer. Bu ruh halinden çıkmamız gerek. Barışçıl, ilerici, yapıcı, buluşturucu yepyeni bir üsluba ihtiyacımız var. Demokrasi tarumar olunca herkes mutsuz olur. Demokrasinin inşası vicdani olan her kesim için iyidir. Ortak demokratik ve çoğulcu değerler etrafında nasıl buluşabiliriz, ben bu soruyu önemsiyorum.
Herkes konuşmaya korkuyordu, inancını yitirmişti ve İmamoğlu ve pek çok önemli şehirde Millet İttifakı’nın, muhalefetin kazanması korkudan doğan kilitlenmeyi bir anda gevşetti. Süreci nasıl görüyorsun?
Ekrem İmamoğlu’nun seçim zaferlerini—zaferler diyorum çünkü iki kez kazandı— son derece önemli buluyorum. Bu ülkede ne basın özgürlüğü kaldı, ne basında çoğulculuk. Neredeyse tüm gazeteler aynı manşetle çıkıyor, tek bir görüşü yansıtıyor. Sosyal medyada bot ve troller her muhalif sesin üstüne saldırıyor. Demirtaş hâlâ hapiste. Sesini çıkarmaya cesaret edeni anında “hain” ilan ediyorlar. CHP olsun HDP olsun muhalefet kendi sesini duyurmakta ne eşit şansa sahip, ne adil bir ortam var.
Buna rağmen milyonlarca seçmen muhalefet oy vermeye devam ediyorsa, bu da Türkiye’nin ne kadar ilginç ve karmaşık bir ülke olduğunun tescilidir. Umut vericidir. Muhalefetin birleşebilmesi de çok önemli bu süreçte. Kürtlerin desteği küçümsenemez asla. Demokrat Kürtlerin sesi o kadar önemli ki. Ben ayrıca İmamoğlu’nun yapıcı, barışçıl, sakin ve kararlı bir üslupla konuşması da çok önemli buluyorum. Gerçekten bıktık artık öfkeyle bağırıp çağıran siyasetten. Ne kadar ihtiyacımız var sakin ve yapıcı ve birleştirici bir üsluba.
Türkiye’de değişim olacaksa her kesimden kadınların bunda çok önemli payı var. Bu güç daha büyük güce nasıl dönüşür?
Bence dönüşümün başını kadınlar çekebilir ve aslında kadınlar çıkarabilir bu ülkeyi bu karanlık tünelden. Ama farklı kesimden kadınları ve azınlıkları buluşturabilecek yepyeni ve yapıcı bir dil gerek. Başörtülü kadınlar da olacak mini etekli kadınlar da bu duyarlığın içinde. Eskiden herkes kendi mahallesine sahip çıkardı. Birbirimize sahip çıkacağız, birbirimizin haklarını savunacağız. Türkler Kürtlerin, başörtülü kadınlar mini etekli kadınların, heteroseksüeller eşcinsellerin haklarını savunacak hep beraber… Bunu yapabilirsek, kendi ben-merkezci adalarımızın ötesine geçebilirsek o zaman demokrasiyi yeşertebiliriz. Ne zaman kadınlar bölünürse bundan ataerkillik güçlü çıkar, bir tek ataerkillik yarar görür.
Bütün dünyada ama özellikle kıta Avrupa’sında ve ABD’de çok tehlikeli bir şekilde yükselen popülizm, ırkçılık var. Kavramların içi boşaldı. Milliyetçilik, demokrasi, devlet, haklar, özgürlükler... Tüm bunların yeniden tanımlanması gerektiğini düşünüyor musun?
Neo-liberalizmin yarattığı bir enkaz var ortada. Liberal demokrasi ile neo-liberalizmi birbirinden ayırmak gerek. Chomsky bunu defalarca dile getirdi, “neo-liberalizm ne yenidir ne de liberaldir” diye kaç defa dile getirdi. Neo-liberalizm, sadece kâr ve kazanç amaçlı, eşitsizliklerin temel olduğu bir sistemin hayatın her alanına buldozer gibi uyarlanması demek, eğitimden sağlığa, toplumdan siyasete…. Eşitsizliklerin artması demek gerek ekonomik gerek kültürel gerek politik eşitsizliklerin… Ve bunların yarattığı endişe, öfke, korku…. Ve bütün bunları suistimal etmeye ve kendi çıkarları için kullanmaya can atan popülist milliyetçi demagoglar türedi her yerde. Avrupa da çok değişiyor. Hannah Arendt’in vaktiyle yazdığı gibi, her şeyin bu kadar çabuk değiştiği ortamlarda sivil toplumlar çok önemli, insanların duyarlı katılımı çok önemli.
Entelektüellerin değişimler karşısında yeni fikir üretmede geri kaldığını düşünüyor musun? (Avrupa’da özellikle…)
Entelektüellerin, sanatçıların konuşması gerek. Sessiz kalamayız. Sanat siyasete karışmasın diyorlar. Siyaset sanata karışıyor esas. Biraz da onu söyler misiniz? Siyaset sanatı rahat bıraksın der misiniz? Sinema sanatçıları, tiyatro sanatçıları hoyratça itham ediliyor, haklarında dava açılıyor. Karikatür sanatçıları hedef alınıyor. Romancıların cümleleri romanlardan alınıp, kitabı okumamış insanlar tarafından ileri geri hakaretlerle paylaşılıyor, savcılık polis gönderip romanları istetiyor. Nasıl olacak da sanatçı sessiz kalacak? Sanatçı sessiz kalsın demek, başka sanatçıların gördüğü baskıya ses çıkarma demek.
Bir taraftan da halk hareketleri ve bireysel çıkışlar dikkati çekiyor. ABD’de Alexandria Cortes tek başına koca bir sistemle mücadele ediyor mesela... İspanya ‘da Podemos gibi... Bir noktada halklar otoriter rejimlere hayır diyecekler mi? Yeni siyaset biçimini, dilini nasıl görüyorsun?
Popülist demagoglar, Steve Bannon’dan Marine Le Pen’e kadar, dikkat edersen hep demokrasiyi sevdiklerini iddia ediyorlar. Çünkü onların demokrasiden anladığı “çoğunlukçuluk.” Çoğulculuk değil, çoğunlukçuluk. Seçimleri ya da Brexit gibi referandumları kazanırsak, meşruiyetimiz tamamdır havasındalar.
Halbuki hakiki bir demokrasi çoğunluğun nasıl yaşadığına bakarak ölçülmez. Esas azınlıkların, az olanların nasıl yaşadıklarına bakarak bir demokrasi ölçülür. Yani bir ülkede azınlıklar eşit haklara sahipse, haksızlığa uğramıyorsa, ikinci sınıf insan muamelesi görmüyorsa…
Popülist demagogların demokrasiyi sevdikleri yalan, koca bir illüzyon. Onlar sadece anti-liberal çoğunlukçuluk pesinde. Oradan da popülizme, popülizmden de otoriterliğe çok rahat kayabildiklerini gördük.
Birçok ülke geriye kaymaya başladı. Bu en çok kadınları ilgilendirmeli bence. Bir ülkede milliyetçilik artarsa, bağnazlık ve dincilik ve siyasi otoriterlik artarsa o ülkede ilk zarar gören şeylerden biri kadın hakları olur, azınlık hakları olur. Nitekim Alabama Georgia ortada.
Kadınların evrensel bir kız kardeşlik dilini yeşertmesi gerektiğine inanıyorum. Liberal, çoğulcu, çok renkli bir demokrasiyi önemsiyorum. Seçim sandığının yanı sıra, hukuk devleti, güçler ayrılığı, özgür ve çoğulcu basın, özgür bir akademi, kadın hakları, azınlık hakları, LGBT hakları... Yani demokratik kurumların varlığıyla ancak mümkün olur gerçek bir demokrasi.