T24 - Elif Şafak'ın yeni yayınlanan kitabı Firarperest'i anlatırken, yazma serüvenini "Londra bana ilham veriyor ama yazarken ruh halim İstanbul gibi" diyerek tanımladı.Vatan gazetesi yazarı Ayşe Aydın'ın "Kaplumbağa gibi yaşamayı seviyorum Sırtımda evim, kafamda hikayeler..." başlığıyla yayımlanan (9 Ocak 2011) yazısı şöyle:Kaplumbağa gibi yaşamayı seviyorum Sırtımda evim, kafamda hikayeler...Elif Şafak enteresan bir kadın... Dışı sessiz, sakin, dingin, olumlu, ılımlı... Dümdüz bir deniz gibi... Ama içi... İçi karışık, isyankar, çok sesli, çok insanlı... Fırtınalı bir deniz. Tıpkı Siyah Süt romanında anlattığı gibi...Hırs Nefs Hanım, Pratik Akıl Hanım, Can Derviş Hanım, Sinik Entel Hanım, Anaç Sütlaç Hanım, Saten Şehvet Hanım’ın ve henüz tanışmadığı içindeki tüm kadınların toplamı o... Bazen hangi kadının konuşmakta olduğunu anlamakta zorlanıyorum ama onu keşfetmeye çalışmaktan büyük keyif alıyorum.Hem yazarlığına, hem kişiliğine hayran olduğum Elif Şafak ile Londra’da buluştum. Kahvelerimizi yudumlayıp, sokaklarda dolaşırken, Londra günlerini ve yazmakta olduğu yeni romanı konuştuk.
* Londra’ya yerleşmek yazar olarak sana ne kattı?
Yolculuklardan hem kalben hem zihnen besleniyorum. Galiba ben bir yere yerleşme özürlüyüm. Allah beni de böyle yaratmış. Yerleşik hayata uyum gösteremiyorum. Belli aralıklarla çekip gidebilmem lazım. Yoksa ruhum kararıyor. Londra bana ilham verdi. Şu anda yazdığım romanın önemli bir kısmı Londra’da geçiyor. Ama 1970’ler Londra’sında. Bu bir sürpriz. Birden fazla şehirde, farklı ülkelerde geçen renkli, heyecanlı, katmanlı bir roman kaleme alıyorum.
* Sürprizini kaçırmadan biraz romandan bahseder misin?
Hüzünlü, düşündürücü, sarsıcı ve rengarenk bir roman. Çok karakterli. Farklı ülkeler, farklı şehirler... Zamanda yolculuklar yapacağız. Bir göçmen ailenin seyrüseferini izleyeceğiz. Anne-oğul ilişkisine bakıyorum bilhassa. Oğullarımızı nasıl yetiştirdiğimize... Sevdiğimiz halde kalbini kırdığımız insanlara... Kırık kalpler, yasaklanmış aşklar...
* Aşk’tan sonra herkes ne yazacağını merak ediyordu. Bu romana nasıl bir ruh haliyle başladın?
Kendimi yeniden akord etmem gerekti. Meditasyon yaptım. Yalpaladım. O kadar çok okurdan “Aşk-2’yi ne zaman yazacaksınız?” diye talep geliyordu ki... Bir ara ciddi ciddi düşündüm, yazayım mı diye. Sonra her şeyi kafamda silip, kendi içime çekildim. Bol bol okudum, müzik dinledim, yolculuk yaptım. Ve tamamen farklı bir roman yazmaya karar verdim. Her kitapta yeni bir dünyayı keşfetmeyi seviyorum.
* Okurun bu beklentisi üzerinde bir baskı oluşturdu mu?
Baskıdan ziyade sorumluluk oluşturuyor. Her kitapta daha iyisini sunmak istiyorum. Kendimle durmadan rekabet ediyorum. Başka kimseyle değil.
* Türkiye’de senden çok satan yazar da yok zaten...
Öyle ama ben satış rakamından bahsetmiyorum. Kendimi geliştirmek gibi bir derdim var. Bu bazen beni yıpratıyor da... Bir türlü kendimi beğenemiyorum.
Yazarken ruh halim aynen İstanbul gibi: Yokuşlu, kalabalık, kaotik, gürültülü* Bu romana ilham veren şey ne oldu?
Romanlarıma genelde bir resimle başlıyorum. Gözümün önünde bir sahne canlanıyor ve o sahneyi kovalıyorum. Bu romanda mesela müzikten çok beslendim. Müzik ön planda olacak.
* Yani romana başlarken, sonunu sen de bilmiyorsun öyle mi?
Hiç bilmiyorum. Ama kafamda bir kadın ya da sahne var. Onun peşinden gidiyorum. Karakterler yazdıkça şekilleniyor. Romanı yazdıkça ben onlara aşık oluyorum. O kadar çok seviyorum ki, roman bitince ayrılmakta zorlanıyorum.
* İlginç bir ruh hali olsa gerek...
Öyle... Yazarken ruh halim aynen İstanbul gibi: Yokuşlu, kalabalık, kaotik, gürültülü. Romanlarımda çok farklı karakterleri buluşturuyorum. O çoğulluğa şekil vermek hem zor hem heyecan verici. Sezgilerimle yazıyorum. Aklımla değil.
Bir kitabı yayınevine bıraktıktan sonra “Acaba satacak mı?” diye düşünürüm
* Bir kitaba başlarken hiç “şu satar” diye düşündüğün oluyor mu?
Bence her yazarın okunmak gibi bir kaygısı var. Aksini söyleyene inanmam. Öyle olsa kitap çıkartmayız. Ama bu demek değil ki, hikayeyi yazarken oturup bunları düşünüyorum. Sadece yarattığım hikayenin içinde kalıyorum. Ama tabii ki yayınevine teslim ettikten sonra “Acaba satacak mı?” diye düşünmeye başlıyorum. Çok insanca bir şey bu.
* Yeni roman ne zaman çıkacak?
Akışa bağlı... Kendi üzerimde bir baskı kurmak istemiyorum.
Eşimi çok özlüyorum, hasret insanı hem güçlendiriyor hem yıpratıyor* Gelelim Londra’ya... Genel olarak bir günün nasıl geçiyor?
Burada bazı günler sırf yürüyorum, düşünüyorum; bazı günler kapanıp yazıyorum, bazı günler tamamen çocuklara ayırıyorum, bazı günler öğrencilere ders veriyorum. Bir üniversitede yaratıcı yazarlık dersleri verdim. Her milletten, her dinden yazarlık yolunda ilerlemiş öğrencilerim oldu. Keyifli, ilginçti.
* Mutfak alışverişi, yemek gibi şeylere vakit ayırabiliyor musun?
Yemek yapmayı bilmiyorum. Beceremiyorum. Çünkü çok sabırsızım. Bir an önce pişsin istiyorum. Ama iyi yemek yapan insanlara, bu işin sanatını yapanlara hayranım. Onların yanında oturup saatlerce yazabilirim. Yemek dışında her türlü ev işiyle ilgilenirim. Alışveriş yaparım, domates seçerim. İçimde evcimen bir kadın da var. Ben ona Anaç Sütlaç Hanım diyorum. Siyah Süt’te bu kadın ile yazar Elif’in nasıl kapıştığını anlattım.
* Anaç Sütlaç Hanım, bir süredir çocukları tek başına büyütüyor. Zor olmuyor mu?
Kolay değil. Aslında çalışan anne olmak kolay değil. Bazen yazmak istiyorum, zaman bulamıyorum. Ama annelikten çok şey öğreniyorum. Roman çok bencil bir sanat. Annelik ise bencillikten uzak. Dengelemeye çalışıyorum. Annemden, arkadaşlarımdan destek alıyorum. Eyüp sık sık geliyor.
* Bu deneyim seni güçlendirdi mi?
Bir kere çok hasret oluyor insan uzaktayken. Dostlarımı, arkadaşlarımı, okurlarımı, tabii ki eşimi çok özlüyorum. Bir yanım buruk, bir yanım özgür. Böylesi bir hasret insanı hem güçlendiriyor, hem de yıpratıyor. Dışarıdan bakınca çok kolay gibi görünüyor ama öyle değil.
* Londra’ya yerleşmek gibi bir düşüncen yok, o halde...
Benim hep yolculuk yapmak gibi bir düşüncem var. Böyle kaplumbağa gibi yaşamayı seviyorum. Sırtımda evim. Kafamda hikayeler.
Herkes bana “çılgın” gözüyle bakıyor ama esas çılgın Eyüp
* Eşin romanın için senden ve çocuklardan ayrı kalmayı kabul etti. Sen olsan kabul eder miydin?
Eyüp muazzam bir fedakarlık yaptı. Aslında herkes bana “çılgın” gözüyle bakıyor ama bence çılgın olan Eyüp. Karısının “özgürlük ve çekip gitme ihtiyacı”na anlayış gösterecek çok fazla erkek yok. Bilhassa okur yazar çevrelerde. Eyüp’ün de işinin, tutkularının peşinden bir süre gitmesi gerekse, bunu anlardım. Çünkü o ihtiyacı tanıyorum. Onun kadar olgun bir insan değilim. Ama bu arzuya saygı duyuyorum.
* Çocukları da alıp gitse peki?
(Gülüyor) O olmaz. Başka roller giriyor devreye...
* Bu özgürlük ihtiyacından bir konuşmanda bahsediyor, kendini bir pergele benzetiyorsun. Anlatır mısın?
Pergelin bir ayağı, malum, sabittir. Bir mekâna, bir noktaya demir atmıştır. Sımsıkı. Benim de bir yanım İstanbul’a derinden bağlı. Öte yandan pergelin öbür ayağı kocaman bir daire çizer. Edebiyatımın bir damarı tüm dünyayı dolaşır. Farklı şehirleri, farklı ülkeleri keşfeder. Bir yanım münzevidir, bir yanım Evliya Çelebi.
* Sanıyorum evlendikten hemen sonra da, Arizona’ya gitmişsin. Biraz bahseder misin o günlerden...
Biz Eyüp ile Berlin’de evlendik. Törensiz, merasimsiz, gelinliksiz. Berlin hoşumuza gitti. Kendimize benzettik. Doğu ve Batı Berlin. İki apayrı sistem buluştu. Biz de aslında çok farklı kişiliklere sahibiz. Şehrin bölünmüş ama ahenkli yapısını sevdik. Sonra Eyüp İstanbul’a gitti, ben Arizona’ya. Orada ders veriyordum ve Araf’ı yazıyordum. Bir buçuk sene Arizona-İstanbul arasında mekik dokuduk. Birbirimize kavuşmak için 26 saat uçuş. Aktarmalar, perişanlık. Tam delilikti.
* Bu ilişkiye heyecan veriyor anladığım kadarıyla... Gözden ırak, gönülden ırak olmuyor değil mi?
Olmuyor. Tam tersine. Her gün sürekli telefon, email, Skype, her dakika aklımda. Karı koca habire 7 gün 24 saat yapışık olmak zorunda değil. Öyle olunca insanlar birbirinden bıkıyor. Ama hasretin de bir dozu var. O dozu kaçırmamak lazım. Bir de ben İstanbul’dayken basını daha az takip ediyordum. Şimdi her şeyi okur oldum. İnsan uzaktayken daha yakından takip ediyor memleketini.
Şanlıurfa’da bu ay 10’dan fazla kadının intihara teşebbüs etmesi beni çok üzdü
* Memleket de bu aralar hayli karışık. Son zamanlarda en şaşırdığın olay nedir?
Şaşırmaktan ziyade üzüldüğüm çok şey var. Mesela Şanlıurfa’da bu ay 14 gün içinde 10’dan fazla kadın intihara teşebbüs etti. Gencecik kadınlar. Bu konu Meclis gündemine gelmiyor. Erkek siyasetçiler birbirleriyle atışmaktan zaman bulup kadınların sorunlarına bakmıyorlar.
* Siyah Süt’te anne olmakla igili tereddütlerin vardı. Sence nasıl bir anne oldun?
Zaman içinde çok değiştim. Kendi kusurlarımı, hatalarımı daha iyi gördüm. Kendimi çok didiklerim. Başkalarını değil, kendimi eleştiririm. Annelik beni silkeledi, çok şey öğretti. Kenarlarımı yumuşattı. Dört dörtlük bir anne olduğumu iddia edemem. Ama kafa dengi bir anneyim. Matrak, duygusal, dağınık. Habire bilgisayar klavyesine basan.
* Med-Cezir’deki yazılarından yalnız bir çocukluk geçirdiğini anlıyoruz. Hayalini kurduğun aileye sahip oldun. Bazen şaşırıyor musun bu duruma?
Aile kurumu içinde büyümedim. Dul bir anne büyüttü beni. Bir de tabii anneannemin etkisi büyük. Burjuva evliliklerine hep uzaktan baktım. Anlamaya çalışarak. Böyle kalabalık aileleri gıptayla seyrettim. Gözlem gücüm gelişti. Bir yanım hep yabani. Bu kolay kolay silinecek bir his değil ki.
* Kendi yaşam öykünü yazmayı hiç düşündün mü?
Edebiyat insanın başından geçenleri anlatması değildir. Tam tersi roman kendini başkasının yerine koyabilmektir. Beni heyecanlandıran kısmı o. İşin hayal kısmını seviyorum.
* Peki ya biyografi?
Olabilir. Ama biyografiyi belgelere bilgilere dayandırmanız gerek. Yorucu, zor ve insanı kısıtlayan bir şey. Bunu yapanlara çok saygı duyuyorum. Ben Aşk’daki gibi gerçekle kurguyu karıştırmayı, biraz uçmayı seviyorum. Ben okurlarımı bir rüyaya davet ediyorum...
Oxford’da içimden geldiği gibi konuştum
* Ted konuşman izleyenleri büyülüyor. Yazma yeteneğini biliyorduk ama hitabet yeteneğini hiç bilmiyorduk....
Ted, “edebiyat ve kültür” konusunda, Oxford Üniversitesi’nde bir konuşma yapmamı istedi. Konuşmanın özgün ve heyecan verici olması gerektiği konusunda beni uyardılar, süreyi 18 dakika ile kısıtladılar. Dinleyen insanlar çok entelektüel. Önce biraz stres yaptım sonra içimden geldiği gibi bir konuşma hazırladım. Yazı yazan her insan iyi konuşmacı olacak diye bir şey yoktur. Ama tersi de doğru değildir. Bizim işimiz kelimelerle...
* 18 dakika boyunca hiç teklemedin. Normalde böyle mi konuşuyorsun?
Genelde öyle konuşuyorum. Ama bu iki yönlü bir şey... Seyirciden aldığın elektrik de önemli. Her yerde aynı performansı gösterdiğim söylenemez.
Not: Elif Şafak’ın Ted konuşmasını izlemek isteyenler için link: http://www.ted.com/talks/lang/eng/elif_shafak_the_politics_of_fiction.html