Geleceğin 50 ustası arasında gösterilen Elif Şafak, yeni romanı 'Aşk' ve geçen haftanın polemiği Adalet Ağaoğlu hakkında Vatan' a konuk oldu. Şafak, yazarken nasıl bir ruh haline büründüğünden, anneliğe, tasavvuf edebiyatıyla olan birlikteliğinden aşka kadar pek çok şeyden bahsetti Siz hiç hakkınızda çıkan yazıları ve yaptığınız röportajları toplu halde okudunuz mu? Okumadım... Ben okudum. Siz gerçeklik duygusunu seven, kahramanlarını da böyle yaratan birisiniz. Ama sizinle yapılan söyleşileri okuduğumda neredeyse tüm hayatınızı anlatmış olmanıza rağmen sizinle ilgili bir gerçeğe yaklaşamadığım duygusuna kapıldım. Kendinizle ilgili gerçekleri gizlemek için çaba harcar gibisiniz. Yanılıyor muyum? Sorunuz beni şaşırttı. Ama kendimi saklama arzusu var bende, haklısınız. Kitaplarımı konuşmayı tercih ederim, kendimi anlatmak yerine. Ama annenizi, babasızlığınızı, yalnız çocukluğunuzu, İspanya yıllarını, Amerika maceralarını biliyoruz. Siz anlattınız daha önceki söyleşilerinizde. Sorular bana çevrilince bocalıyorum. Anlattım onları ama konuşmayı tercih ettiğim şeyler değildi. Ayrıca çocukluğumdan yazıyla ilgisini kurduğum noktalardan bahsediyorum. Yazı yazmak benim için kendimi anlatmak demek değil, kendim olmak demek değil, tam tersine bir başkası olabilme yeteneği. O ruhsal yolculuğu seviyorum zaten. Beni heyecanlandıran o. Bu yüzden hayal dünyasını konuşmak çok daha cazip geliyor bana. Hayal ve hakikat belki de hiç ayrılmayan bir şeydir. Hangisi gerçek bilmiyoruz aslında. Yazarlığın sadece başka insanları iyi tanımak olduğunu mu söylüyorsunuz ama belki de kendini iyi tanımaktır başka insanlarda. İnsan kainatın aynısı, kainatta ne varsa bizde de var. Belki sevmediğimiz çok şey de var içimizde. Ama insan çok sesli, çok başlı, çelişkilerle dolu bir mahluk. Kendimi iyi gözlemlersem insanı da tanırım zaten. Nefsini tanırsan insanı tanıyorsun. Yazmak insanı anlamaya dönük bir çaba benim için. Duygularınızın açığa çıkmasından korkar mısınız, başkalarının duygularını çok daha kolay mı anlatıyorsunuz? Halının altına süpürmem duygularımı. Her şey iyiymiş gibi davranmam. Kötüyse kötüdür. Kızgınlıklarımı, duygularımı gösteririm. Ama özünde içine kapanık biriyim. Yabaniyim. Kimsenin okumayacağını bilseniz bile yazar mısınız? Çocukluğumdaki yalnızlık çok önemli benim yazma yolculuğumda. Çünkü çok okurdum. Kendi hayatımı çok renksiz, durgun bulduğum için, kitaplara ihtiyacım vardı. Bambaşka dünyalara. Yazıya olan düşkünlük çok varoluşsal bir dert benim için. O yüzden günün birinde yazarlıktan vazgeçebilirim. Yazarlık sevdası, tutkusu, arzusu çok sonra gelişti bende, yirmili yaşlarda. Ama yazı çok erken gelişti. İlkokuldan beri. Yazarlık bana dair bir heves ama yazı içgüdüsel. Kimse okumasa da yazarım. Zaten bu kadar sevmeden yapamazsın, hakikaten delilik. Bir röportajınızda deliliğe çok yakın olduğunuzu söylemişsiniz. Eskiden bunu çok net, çok fiziksel bir şekilde yaşadım. Her roman yazma süreci beni tekrar deliliğe yaklaştıran bir sarkaç. Roman bitince normalleşiyorum. Her gün düzenli yazan biri değilim. Yazdığım dönemler oluyor. Yazdığımda deli gibi yazıyorum. Fiziksel olarak değişiyorum. Ses tonum değişiyor. Kendimi çok hırpalayarak yazıyorum. Bu eskiden daha da fazlaydı. Şimdi normal bir anne olmayı öğrenmeye çalışıyorum. Dadısız mümkün değil ama. Bir kadın yazarın mutlaka iyi bir dadısı olmalı. Sylvia Plath bunu çok vurguluyor. Eline geçen ilk yazarlık bursuyla dadı tutuyor. Bu da iyi konu ama ben nasıl kendinizi hırpalayarak yazdığınızı merak ettim? Yemek yemiyorum. Yıkanmıyorum. Uyumuyorum. Perdeleri çekip yarasa gibi yaşıyorum. Tırnaklarımın kenarlarını koparmaktan tek tek düştükleri dönem oldu. Yazarken ben yok oluyorum. Garip bir ritmi var onun. Beni bundan koruyan şey eşim Eyüp (Can). Aşk. Çünkü insan kendi kendine de bu deliliğe gidişi hızlandırabiliyor. Çok didiklerim kendimi. Eyüp yaşadıklarımı bilir, duygularımı bilir. Konuşurum. Çünkü kendimi o kadar iyi tanıyorum ki, en ufak oynamalardan bile haberdarımdır. Saatlerce bundan konuşup, uzun uzun yazabilirim. Öyküyü her zaman gürül gürül akan hayata tercİh ettİm Eyüp Can’la yapılan röportajları da çıkarıp okudum. Siz yalnızlıktan, o kalabalık bir aileden, siz belki yeterince sevilmediğinden, o çok fazla sevildiğinden, siz babasızlıktan o babanın varlığından, otoriter olmasından şikayetçi. Bu zıtlık, sizin babasız büyümenizle ilgili sorununuzu hafifletti mi? Eşinizde de sizde olmayan bir aile var ama onun da dertleri var. Baba durumunun başka boyutları ve başka açıları olduğunu Eyüp’de gördüm gerçekten. Böyle düşünmemiştim daha önce, haklısınız. Yazı yazmamamı yalnızlığım besledi diyorsunuz. Zaten, ya yazı ya hayat, ikisi beraber olmaz der çoğu yazar. Ama siz iki çocuk doğurdunuz, iki kitap yazdınız o sırada. Size hayran mı olmalıyım yoksa sizin için üzülmeli miyim? Niye üzüleceksiniz. Anneliğin içinizdeki telaşa, endişeye ve var olma açlığına yetmediği için. Bunu anneliği yüceltmek için söylemiyorum ama var olma telaşına iyi geldiğini biliyorum. Yazarken hayatı kaçırıyorum duygusu oluyor bende. Siz odada tek başına yazarken hayat dışarıda gürül gürül akmaya devam ediyor. Ama öykü de gürül gürül akıyor o sırada. Ben hep öyküyü tercih ettim. Anneliğe kadar kafam bu konuda çok netti. Annelikle beraber odanın dışındaki hayata sırtını dönemiyorsun. Dengelemeyi öğrenmen gerekiyor. Gerçi ne dediğinizi anlıyorum. Annelik bir rahatlama getiriyor. Fazla kendimizi hırpalamışız. Fazla büyütmüşüz. Ama ben hep böyleydim. Birkaç işi aynı anda yapan biriyim. Son perdede hepsini romanın içine akıtmayı seviyorum. Ama bunu tüm kadın yazarlar yaşamak zorunda kalıyor. Ev, yemek, koca, anne, çocuk. Bir dengesini kurmanız gerekiyor. Erkek yazarların tam yaşamadığı temel bölünmüşlük yaşıyoruz biz. Ama ben sakin bir hayatın içinde, tertemiz, çok iyi, güzel manzaralı bir odada yazamam. Sessizlikte de yazamam. Kafam karışık, hayat gürültülü olmalı sanki yazmam için. Peki, ya yazmanın tanrısallığı ve günlük hayatın sıradanlığı. Bu karmaşa ruhunuzu zedelemiyor mu? Tasavvufun bana öğretikleri burada işime yarıyor. Yazarlık egosu ve hayat arasında bağlantı kurmamı dengeliyor. Yazarlığın sunduğu “ben” deme halinin insanı çirkinleştirdiğini düşünüyorum. Ne kadar dengeliyorum bilmiyorum çünkü bende hem yazarlığın getirdiği ego, hem tasavvufun getirdiği hiçlik var. Bazen dengeliyorum, bazen hiç dengeleyemiyorum. Böyle böyle gidiyor. Hep böyle düzgün müsünüz? Diğer röportajlarınızı okuduğumdaki his geldi bana yine, içinizdeki karanlığı bizden saklıyor musunuz? Yazarların bir taraflarıyla kırılgan ama diğer yanlarıyla da sert ve vahşi olduklarını görürüz. Sizde kırılganlık görülüyor ama sert ve vahşi bir yan görülmüyor. Gerçekten bencil, sert, saldırgan bir yanınız yok mu? Olmaz olur mu tabii ki var. Akrep burcuyum ben. Ama özellikle bunları yapmamaya dikkat ediyorum. Egonun zehirli bir şey olduğunu düşünüyorum. Ama arızam olmaz olur mu? Arızam olmasa yazar olur muyum bilmiyorum. Arızam var, yaram var, berem var, kompleksim var. Özellikle yazdığım dönemler çok bencilleşiyorum. Bir arkadaşımın derdi olsa, onu ne kadar sevsem de evden çıkmak, ona gitmek ağır geliyor bana. Ben merkezli oluyorum. Çok yazmak istiyorsam ve bölünüyorsa çok hırçın olabilirim. Doğumdan sonra bir depresyon yaşadınız... 10 ay tek satır yazamadım. Öyle ön kabulümmüş ki yazmak, her şartta yazarıma öyle inanmışım ki. Kibir mi bu bilmiyorum. Yazamadım ve doğum sonrası depresyona girdim. Bu bana Siyah Süt’ü yazdırdı. O kitap bana Aşk’ın yolunu açtı. Tasavvufla ilgileniyordum ama içimde bir yere oturtabilmem Siyah Süt’ten sonra oldu. Kendimle barış imzalamam gerekiyordu. Çok küçümsediğim yanlarım vardı. Anaç yanım, evlilikte oluşturulan bağımlılık. “Alır bavulumu giderim, ne olacak ki” derdim hep ve öyle de yaşadım. Ama gitmek istemeyen bir tarafım da var. Reçel kaynatmak isteyen bir yanım da var. Bu yanımı hep görmezden geldim. Kitaptaki fotoğraf çekimi için ilk defa beyaz gömlek giydim. Bu ilk satın aldığım beyaz gömlek. İrrasyonel biriyim ben. Bir şey yapmam lazım mesala. Çok az vaktim var. Bir şey görürüm ona dalarım ve bambaşka bir yöne giderim. Eyüp buna çıldırıyor. Çok düzenli bir insanın delirebileceği bir dağınıklık var bende. Kuaföre Eyüp’ün zoruyla giderim. Geçen gün manikür yaptırdım ve yarısında bıraktım, çok sıkıldım. Saçımı kendim keserim, boyarım. Feci olursa, o zaman kuaföre giderim. Adalet Ağaoğlu’yla ne olduğunu merak ediyorum. Ama daha önce başka bir şey soracağım. O kadar çok röportajınızda “Kadın yazarlar diğer kadın yazarlara saygıyla bakmıyor, ah bu kadınların kadınlara ettikleri, edebiyat alemi tipimden rahatsız, Türkiye’de biri roman yazdığı zaman diğer romancılar bundan rahatsız oluyor” cümleleri etmişsiniz ki. Bu Adalet Hanım’la başına gelenin ilk olmadığını anlıyorum. Size kötü mü davranıyorlar? Bir kere “Edebiyat alemi tipimden rahatsız” demedim. Direkt bana yapılmış bir şey olmadı. Milletçe birbirimizi hırpalamaya çok meraklıyız onu demek istiyorum. Ama üreten, yazan, çizen bir avuç insan birbirini sevmiyor. Okumuyor. Desteklemiyor. Yurt dışında üstelik İranlı entelektüellerde gördüm çok da etkilendim, konferasta çıkıyor bir İranlı siyaset bilimci, İranlı bir şairden dörtlük okuyarak başlıyor. İranlı bir yazar kitabı için ödül alacak, önce çevirmenini överek başlıyor konuşmasına. Bunu nasıl öğrendiler bilmiyorum. Nasıl destekler birbirini? Biz birbirimize böyle destek olan bir toplum değiliz. Burada birbirinden negatif olmadan konuşmuyorsun bile. Peki Siyah Süt kitabınızda Adalet Ağaoğlu’nu evinde ziyaret ettiğinizi, beraber çay içip, çocuk sahibi olmak, evlilik, yazar olmak üzerine sohbet ettiğinizi yazdınız. Sonra Adalet Hanım geçen hafta Taraf gazetesinde Ayça Örer’e verdiği röportajda “Elif Şafak beni kullandı, yazdıkları gerçeği yansıtmıyor” dedi. Kırıldınız mı? Aslında bu konu konuşmak istediğim bir konu değil. Ama çok kırıldım. Siyah Süt’ü okuyan herkes bilir, okurun bunun farkında olduğunu biliyorum, Adalet Hanım’dan çok saygıyla bahsettim. Benim için kıymetli bir insan. Kitapta da verdiğim kıymeti yansıttım. Adalet Hanım her şeyden önce Fikrimin İnce Gülü’nün, Ölmeye Yatmak’ın yazarı. O romanlarla özdeşleştiriyorum. Onun dışında polemiğe girmek istemiyorum. Benim için Adalet Hanım artık Fikrimin İnce Gülü’nün yazarı. Kafamda o romanların yazarı Adalet Hanım. İyi bir kitap okuyorsam yazarının da olağanüstü biri olduğunu varsayarım ben. Siz de mi öylesiniz? Yazı ve yazar arasında birebir örtüşme olduğunu düşünmüyorum. Hatta bir yazarın kendisini hiç sevmeyebiliriz ama yazdıklarını sevebiliriz. İyi kitapları gerçekten iyi insanlar mı yazıyor kuşkuluyum. Yazıyı sürekli kılan iki şey var biri hınçla yazmak, diğeri aşkla yazmak. Ben aşkla yazıyorum, onu biliyorum. Bu kitabı yazabilmek için kaç yardımcı gerekti size? Mutlaka bir yardımcı olmalı. Bir de annem. İki bebek olduğu için. Şehrazat Zelda 2,5 yaşında, Emir Zahir 7 aylık. Tek başıma çekip çevirebileceğim bir iş değil bu. Roman da çocuk gibi, o da ilgi bekliyor. Bir gün ihmal etsem ertesi gün döndüğümde küsüyor. Ama bu sefer müthiş aktı. Geceleri çok çalıştım. Gecenin sessizliğini müzikle bozarım. Radyo, televizyon, camlar hep açıktır. Önce hangi fikri buldunuz “Aşk” romanına başlarken? Tasavvufla ilgili bir şey yazma fikri bir iç ses olarak uzun zamandır vardı. Aşk üzerine yazmak istediğimi de biliyordum. Ama beni heyecanlandıran Zahara karakteri oldu. Ben modern sufiyi, kadınların aşık olacağı, benim aşık olabileceğim bir adam yaratmak istedim. Uzun zaman kitabın adını Zahara koyarım diye düşündüm hatta. 13. yüzyıl beni hep çeken, bugünle de parallellikleri olduğunu düşündüğüm bir dönemdir. Bugünün insanı için tasavvuf ne? Herkesin bunun içine bir çağrılış öyküsü var. Benim tasavvufa çekilmem de öyle oldu zaten. Kendi hayat hikâyemden yola çıktım, tabii ki Ella ben değilim ama oradaki bütün karakterlerden vardır bende. İngilizce yazdınız... İki çocukla yazdığınızı bile anlayabilirim ama İngilizce yazmayı hiç anlayamıyorum. Yazının müziği çok önemli. İngilizcem anadilim kadar iyi değil tabii ki ama bana heyecan veriyor. Keşke başka bir dilde de aynı şekilde yazabilsem. İngilizce çok matametiksel. Türkçe çok daha duygusal bir dil. Ben zaten duygusal bir insanım. Yazarken İngilizce’nin yarattığı mesafe bana iyi geliyor. Bu üçüncü İngilizce yazdığım roman. Ella sıradan bir kadın... Zahara sıra dışı bir adam... Bu özellikle tercih edilmiş bir denge mi? Evet. Benim için önemli olan sıradan bir kadının tasavvuf aracığıyla dönüşüydü. Ella yazdıkça gelişti aslında. Yarına odaklı bir kadın. Bu benim de kafamı kurcalayan bir şey. Zahara o kadına “Sana yarını vaadetmiyorum” diyor. Karakterlerin ne yaşacağını önceden bilmiyorum. Bilerek de yazılabilir. Ama o bana mühendislik gibi geliyor. Ben kahramanın başına ne gelecek bilmiyorum. Bu riskli bir yazım tarzı. Ben o riski seviyorum. Mevlana’yı anlatırken de, kendi hayalimdekini anlattım. Mevlana ve Şems’in aşkı, Ella ve Zahara’nın aşkı... Sizi bize tam ne diyorsunuz? Ella evliliğini bırakıp Zahara’ya gidiyor. Bu dürüstlük. O kadar bilincindeki mutsuz olduğunun. Bastırmış hep. Sonra hiç tanımadığı, hiç bilmediği bir adama aşık oluyor. Ruhani bir aşk bu. Özünü biliyor onun. Hepimiz bir yerlerde bir noksanlık duygusu yaşıyoruz. Onu tamamlamak üzere aşık oluyoruz. Hep bir tamamlanma arzusu var. Bu bir yolculuk. Her şey bir yolculuk aslında. Kitap okumak da bir yolculuk. Bir kitabı bitirdiğinizde hâlâ aynı insansak o çok iyi bir roman değildir. Eyüp beğendi mi kitabı? Eyüb’ün favorisi Mahrem’dir. Ona göre ben daha Mahrem’i aşamadım. Bu kötü bir şey aslında.