Mehmet Y. Yılmaz
(Hürriyet, 18 Eylül 2012)
Prof. Dr. Kurthan Fişek’i kaybettik. Türkiye, çok değerli bir bilim insanını yitirdi, ben ise en yakın dostlarımdan birini kaybettim.
İsmini çok duyduğum Kurthan Hoca’yı tanıdığımda Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğrenciydim. Şimdi hangisi olduğunu tam olarak hatırlayamıyorum ama ya şubat sınavlarının kaldırılması için yapılan bir boykot sırasındaydı ya da şubat sınavlarına girmediğimiz için aldığımız “0”ların not ortalamasına dahil edilmesini protesto için yapılan bir okul içi gösteri sırasındaydı. Bağırıp çağırarak kalabalık bir grup halinde dekanlık katına çıktığımızı ve epeyce gürültü koparıp dekan ile görüşmek istediğimizi hatırlıyorum. Derken oradaki kapılardan biri açıldı ve içeriden gözlüklü, bıyıklı, dev gibi bir adam dışarı çıktı. Bir yandan da kavga etmeye hazırlanır gibi gömleğinin kollarını sıvıyordu. Bize “Çıkın dışarı” diye bağırdığını da hatırlıyorum. O tarihlerde böyle çıkışlara pek pabuç bırakılmazdı ama Kurthan Hoca’nın yeri başkaydı, alt kata inip sessizce dağıldık. İnsanın yitirdiği bir dostunun arkasından anılara sığınması kaçınılmaz oluyor. Okuyucunun anlayışla karşılayacağını umuyorum, çünkü bunlar paylaşılan ortak bir geçmişin özel anları. Ama bu anılar aynı zamanda Kurthan Hoca portresinin ayrılmaz parçaları da. Onu yakından tanıyanların kolayca anlayabilecekleri gibi öyle bir “insan” olmasaydı, böyle bir “akademisyen ve hoca” da olamayacaktı. Kurthan Hoca ile onun deyimiyle “fakir ama mutlu olduğumuz yıllarda” birlikte çok çalıştık, çok güldük ve doğal olarak çok içtik! Önce Yankı dergisinde başlayan ahbaplığımız, Gelişim Yayınları’nda Erkekçe, Bilim dergisi ve Sarı Dizi’de çalışırken gelişti ve sonra birlikte Hürriyet’e transfer olduk. Playmen, Tempo, Aktüel gibi dergileri birlikte yayına hazırladık. Bitmek bilmeyen bir çalışma gücüne sahip olduğunun altını çizmeliyim. Birçok kişi onun bir oturuşta üç yazı çevirip dört yazıyı yeniden yazmasına bakar ve “Ne çalışkan adam” diye düşünürdü. Ben ise bunun “çalışkanlıktan” değil, tam tersine “tembellikten” kaynaklandığını bilirdim. İşleri bir an önce bitirip ayaklarımızı uzatıp, bir şeyler içerek tembel gevezelikleri etmek isteği buna yol açardı. Editör olarak en çok onun yazdıklarını okumayı severdim. Çünkü bir tek harf hatası bile yapmaz, cümle düşüklüklerine meydan vermez, mesele neyse onu açıklıkla anlatabilirdi. O zamanlar daktilo kullanırdık. On parmak yazdığı daktiloda bir tapaj hatası yapsa sayfanın en sonunda bile olsa onu kalem ile düzeltmez, sayfayı yırtar atar ve yeniden yazardı. Aktüel’i yayınlarken ona bir haftalık olayları değerlendireceği dört sayfalık bir bölüm ayırmıştım. O bölümdeki köşeciklerden birinin adını da şöyle koymuştum: “Sıfırcı Hoca’nın Not Defteri”. Bir hafta içinde medyada öne çıkan politikacı, futbolcu, sanatçılara notlar verir, yanına da bir cümlelik esprili açıklamalar yapardı. Süleyman Demirel, Mesut Yılmaz, Tansu Çiller, Erdal İnönü, Bülent Ecevit şu notu sıkça okurlardı: “Otur, sıfır!” Sonra bu notları, Hürriyet’te bu yazının bulunduğu yerde yayımlanan “Bir Günün Hikâyesi” isimli köşesine de taşımıştı. “Sıfırcı Hoca” lakabı bundan ileri geliyor, yoksa öğrenci dostu bir üniversite hocasıydı. Onunla deniz–güneş konusundaki zevklerimiz de aynı olduğu için birlikte çok tatile de çıktık. Güneşte yatmaktan nefret ederdi, ben de öyle! Gittiğimiz otelde ya da yazlıkta kendimize bir gölge yer bulur, bira kasasını yanımıza alır, akşama kadar kitap okur, arada bir sohbet ederdik. Denize girmenin yanlışlığı ve gereksizliği konusunda şöyle bir tez de geliştirmişti: “İlk canlıların denizlerden çıkıp karada yaşamaya başlamaları için milyonlarca yıl süren bir evrim süreci gerekti. Şimdi beş dakikalık bir zevk uğruna bütün bu evrim sürecine ihanet etmek doğru olmaz!” Bir de “ölümden döndüğümüz” bir an var. 12 Eylül’den sonra 1402’lik olmuş, üniversiteden atılmıştı, artık günlerimiz hep birlikte geçiyordu. Ankara’da Atatürk Spor Salonu’nda Fenerbahçe–Galatasaray basketbol maçı vardı, “Devlet Başkanlığı Kupası” oynanacaktı. Cebimizde basın kartlarıyla maça girmeye çalıştık, izdihamdan kapıya bile yaklaşamadık. Kurthan Hoca’yı Atletizm Federasyonu Başkanlığı döneminden tanıyan bir görevli bizi “sporcu girişine” yönlendirdi, oradan içeriye girdik. O tarihlerde spor salonlarında sigara içmek serbestti. Şimdi fıkra gibi geliyor ama öyleydi! Soyunma odalarının olduğu fuayede sigara içip gelene geçene bakıyorduk ki içeriye bir inzibat ordusu hücum etti. Meğerse Kenan Evren de izdihamdan kurtulmak için sporcu girişini tercih etmiş. Askerler herkes gibi bizi de itip kakınca Kurthan Hoca gürledi: “Kim ulan bu yaldızlı .......” Sesi içinde mobilya, perde vs. olmayan o fuayede yankılanmaya devam etti. Bunun doğal sonucu silahların üzerimize çevrilmesiydi ki Mehmet Ağar bizi kurtardı: “Hocama dokunmayın!” Kurthan Hoca ile ilgili anılarım gözümün önünden film şeridi gibi geçiyor. Çoğunu anlatmama olanak yok, tanıyanlar nedenini kolayca tahmin edebilir. Kurthan Hoca’nın ağzına küfür gerçekten yakışırdı. Hâlâ o kadar özenmeme rağmen onun gibi küfredemiyorum, sıkı bir küfrü hak edenlerle karşılaştığımda da “Keşke Hoca şu anda burada olsaydı” diye düşünürdüm. Bir gün Levent’teki Gelişim Yayınları’ndan çıktık ve bir taksiye bindik. Beşiktaş’ta çarşı içinde bir meyhaneye gitmek gibi bir planımız vardı, zaten birlikte olduğumuzda tek planımız da bu oluyordu. Hoca taksi şoförüne sordu: “Hayat nasıl geçiyor?” Sürücü çok efkârlıydı: “Abi bizimkisi hayat değil, yaşantı!” Kurthan Hoca hayatını kaybetti, yokluğunu hissedeceğim her anın benim için “yaşantı” olacağının da farkındayım. Kendime ait bir köşeye sahip olduğumdan beri tanıdığım birçok değerli insanın ardından yazı yazdım ve her seferinde de “Neden bunları sağlıklarında yazmadım ki” diye sormaktan da kendimi alamadım. Bu kez huzurluyum. Bu köşede şimdi okuduğunuz yazının daha geniş bir versiyonunu Hocama armağan olarak yayımlanan Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi’nde de yazmıştım. Hiç olmazsa arkasından ne yazacağımı sağlığında öğrenmişti. Allah rahmet eylesin, huzur içinde dinlensin.