Emeklilik çağı geldi çattı!

Emeklilik çağı geldi çattı!
‘Aşiret kızı’ Rojda Demirer, isminden dolayı sorun yaşamamış.?“Rojin’in röportajlarına denk geliyorum. Üst dönemim Rojin, tanışmıyoruz ama okulda da bayağı karıştırılırdık. O ismiyle ilgili çok zorluk yaşamış. Benim hiç öyle bir sorunum olmadı. Tam tersi, ismim dikkat çekti, daha çok akılda kaldım” diyor. Benim için çok kolay bir şey oyunculuk” demesi ukalalıktan değil. 28 yaşında ama 20 yıllık oyuncu o. Şimdilerde ‘Melekler Korusun’un Esin’i olarak izlediğimiz Rojda Demirer, pek çok hayalini gerçekleştirmiş bile... Rol kesmeye başlaması, kalem defter tutma dönemlerine denk geliyor. Ankara’da sosyal faaliyeti bol bir çocukluk, TRT yılları, Hacettepe Üniversitesi’nde konservatuvar, Trabzon’da beş sene Devlet Tiyatrosu oyunculuğu, İstanbul’da bol miktarda dizi ve Kadir İnanır’lı, Türkan Şoray’lı sinema filmi ‘Gönderilmemiş Mektuplar’... Şimdilerde Show TV’nin Tim’s Productions yapımı dizisi ‘Melekler Korusun’un Esin’i olarak cumartesi akşamları beyaz camda. Karşınızda henüz 28’inde olmasına rağmen kamera karşısındaki 20. yılını doldurmuş olan Rojda Demirer... Radikal Cumartesi'den Bahar Çuhadır'ın röportajı...80’lerin Ankara’sındayız. O baskıcı dönemde kızına Kürtçe isim koyan Diyarbakırlı bir baba, çocuklar piyano dersi alıyor... Nasıl bir aile? Babam Diyarbakırlı, annem Ankaralı. Ama babamlar da o üç yaşındayken Ankara’ya göç etmişler. Baba tarafım varlıklı bir aileydi, babam makine mühendisiydi. Annem ev hanımı... Babamı ben yedi yaşındayken kaybettik. Aşağı Ayrancı’lıyım doğma büyüme. Annem, ablam, ben; üçümüz birlikte yaşadık. İsminizden dolayı sıkıntı çektiniz mi? İsmimi çok da zor bir dönemde koymuşlar ama ne ailem sorun yaşamış, ne de ben büyürken zorluk çektim. Rojin’in röportajlarına denk geliyorum. Üst dönemim Rojin, tanışmıyoruz ama okulda da bayağı karıştırılırdık. O ismiyle ilgili çok zorluk yaşamış. “Devlet Tiyatrosu’na girerken bile çok sıkıntı çektim kimliğimden ötürü” diyor. Benim hiç öyle bir sorunum olmadı. Tam tersi, ismim dikkat çekti, daha çok akılda kaldım. Piyano dersleri aldırıyor size aileniz. Niyet, kızımız sanata yatkın olsun mu? Annem sosyal olalım diye bizi patene yazdırırdı, piyano dersi aldırırdı falan... Yedi yaşındaydım, zaten kısa sürdü piyano dersleri. TRT’ye geçtim sonra. Babamı da çok küçük yaşta kaybettiğimiz için, annem bu duyguyu üzerimizden atalım istedi. İlkokul öğretmenimin kocası piyano dersleri veriyordu. Başladık derslere, hocam radyonun çocuk korosu sınavı açtığını söyledi. Gidince gördük ki koro değil, Çocuk Saati programının seslendirme sınavlarıymış. Hayatımın çizgisi orada değişecekmiş demek ki. Sınavlara girdim, kazandım. Küçük yaşta babanızı kaybetmiş olmanızın acısına yardımcı oldu mu bütün bunlar? Annem o kadar güzel bir ilişki kurdu ki bizimle; hem arkadaş, hem anneydi. Baba yokluğunu hissettirmedi. Babasız büyüyen çocuklarda birtakım eksiklikler olabilir derler ya, hiçbirini yaşamadık. Annem babamı da unutturmadı, bizi anılarla da besledi ama çok fazla bir acı yaşamadım. Çok çabuk atlattım o dönemi. Zaten hemen iş hayatına girdim. Sekiz yaşından itibaren televizyondu, radyoydu, tiyatroydu, bir yoğunluğun içine girdim. Anne-kız ilişkisi açısından ‘Melekler Korusun’un Esin’inden çok daha şanslıymışsınız. Esin, İstanbul’da kendi yaşamını kurmak için annesiyle çatışmak zorunda kalan bir genç kız... Ailesiyle Esin arasında ciddi bir kültürel fark var. Okumamış bir aile. Esin üniversiteyi kazanmış, geleceğe ailesinden daha farklı bakabilen, hayatına burada devam etmek isteyen bir kız. Annesiyle çok çatıştığı noktalar oluyor. Benim annemse kısıtlamak bir yana, küçüklükten beri bizi açmaya çalıştı. Bir söyleşinizde ‘Ben aşiret kızıyım’ gibi bir ifade geçiyor. Öyle mi? Evet, öyle. Nasıl bir şeydir, aşiret kızı olmak? O zaman ‘Ağa Kızı’nda oynuyordum. “Uzak mı size bu kültür?” diye sorulmuştu. “Hayır, çok uzak değil. Ben de aşiret kızıyım” dedim. Aşiret kızı olmak nasıl etki eder bir genç kızın hayatına? Yine annem diyeceğim... Aşiret kızı olduğun zaman yaptığın meslek bile onlar tarafından çok farklı algılanabilir. Eski kuşaklardan bahsediyorum. Amcamlar falan değil ama eski kuşaklar daha tutucu olabilir. Ama annem çizgiyi o kadar güzel kurdu ki... Nasıl durmamız gerektiğini çok güzel anlattı. Biz de ablamla bu çizgiyi bozabilecek kızlar olmadık. Hiçbir zaman sorun olmadı. Diyarbakır’a gittiniz mi hiç? Teyzem görevi nedeniyle oradaydı, onu ziyarete gitmiştim. İki-üç sene önce de turneye gittim. Nasıl buldunuz köklü bağlara sahip bir aileden olan babanızın memleketini? Merak ediyordum insanları, halkı, kültürel hayatı... Tam içine düşmüş oldum, tiyatroyla gittiğimde halkın ilgisini gördüm. Çok sevdim, kocaman bir şehir Diyarbakır zaten. Oradan gelen haberlerden canınızı acıtan şeyler oluyor mu? Oluyor tabii ki, hepimizin canını acıtıyor. İlla oralı olmak gerekmiyor. Orada insanların yaşadıklarına tepkisiz kalmak mümkün değil. Üzülüyorum tabii ki. Konservatuvardan sonra beş yıl süren bir Trabzon döneminiz var. Nasıldı Trabzon deneyiminiz? Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda olduğum dönem ‘Gönderilmemiş Mektuplar’da oynadığım zamanlardı. O film vizyona girdi, o esnada da bana Trabzon’da ilk oyunum verildi. Filmde oynayan birinin, Trabzon Devlet Tiyatrosu’nda oynadığı duyuldu. Oranın en büyük sineması hemen özel bir gala düzenledi. Sıcak bir ilgiyle karşılanmak, şehri çok sevmeme neden oldu. İnsanlar her konuda yardımcıydı. Bilmediğim bir şehirdi; insanlar nasıldır, sokakta nasıl giyiniyorlar, bunları bile bilmiyordum ama gayet rahat bir şehir Trabzon. 20 yıldır oyunculuk yapıyorsunuz. Konservatuardan da önce bu işlere girmiş olmak, TRT tedrisatından geçmek sizin için bir fark yaratıyor mu? Bu işi çok küçük yaştan beri yaptığım için benim açımdan bu mesleğin hiçbir zor yanı yok. Benim için çok kolay bir şey oyunculuk. Bunu böyle söylemek biraz tuhaf ama... Özellikle televizyonun o küçük hileleri; nasıl durulması gerektiği, duyguya nasıl girileceği, duygunun nasıl tutulacağı... Bunların kurdu oldum. Tiyatroda tabii ki yapmam gereken çok şey var. Oyunculuğa dair kafanızdaki en büyük şey nedir? Bazı şeylere çok erken ulaştığımı düşünüyorum. En büyük hayalim konservatuvardı; girdim, bitirdim. Okurken hayalim Devlet Tiyatrosu’na girmekti; girdim, ne olup bittiğini gördüm. Herkesin hayali sinema filminde oynamaktır; çok güzel bir filmde, çok önemli isimlerle oynadım. Yurtdışında oyunculuk deneyebilirim, ne yaptıklarını görmek için. Ama öyle büyük bir hırsla değil, fırsat olursa... Bazı insanlar mesleklerini amaç olarak görür, onunla ilgili hayaller kurarlar. Benim için mesleğim, yaşamımı güzel idame ettirebilmek adına bir araç. Önemli olan ailem, özel hayatım. Bunu huzurlu, sindire sindire, dostlarımla mutlu yaşamak önemli. Çok yoğunluk hissedince şöyle düşünüyorum: 20 yılı geride bıraktım, sakin bir kasabaya yerleşeyim, evleneyim, çocuğumu doğurayım, çocuğum çıplak kumlara bassın yürüsün, büyüsün... ‘Nasıl yaşamışım Ankara’da!’ Ankaralılar İstanbullulara hep ‘Nasıl yaşıyorsunuz o şehirde?’ der... Ankara’dan sonra size nasıl geldi İstanbul? En çok neresinde olmak iyi hissettiriyor size? Denizi gördüğüm her köşesi! İstanbul’u gerçekten çok seviyorum ve ‘Nasıl yaşamışım Ankara’da!’ diye düşünüyorum. Ben de öyle diyordum gelmeden önce. Ama sürekli yaşamaya başladığın, düzenini sağladığında İstanbul gerçekten de yaşanılası bir şehir. Mesela mümkün olduğunca trafik saatlerinde çıkmıyorum. Şimdi de Ankara sıkıcı geliyor... İstanbul’u yönetecek ismi de belirleyecek seçimlerle ne kadar ilgilisiniz? İlgilenmemek mümkün değil... Her gün 20 mesaj geliyor. Her yerde afişler, sesler... Favori bir isminiz var mı? Var. Ama söylemeyeceğim. Kafanızdaki ismi vaatlerine bakarak mı, partisinden ya da başka bir nedenden dolayı mı seçtiniz? Kesinlikle partisinden dolayı değil. Birey olarak güvenilir geldiği için...