Emrah Serbes: Açlık grevi, bir çığlık, "Sevgili halkım neredesin?" diye sormaktır

Emrah Serbes: Açlık grevi, bir çığlık, "Sevgili halkım neredesin?" diye sormaktır

Bir döneme damga vuran polisiye dizi Behzat Ç.’nin yazarı Emrah Serbes, darbe girişiminin ardından çıkarılan kanun hükmünde kararnameler (KHK) ile ihraç edilen akademisyen Nuriye Gülmen ile öğretmen Semih Özakça'nın işlerine geri dönmek için başlattıkları açlık grevi eylemlerinin 94'üncü gününde bir yazı kaleme aldı. "Açlık grevi bir çığlıktır, toplumun büyük suskunluğuna sesleniştir. Açlık grevi ve ölüm orucu, görülmeyenin görülmesini sağlamak için, tartışılmayanın tartışılabilir hale gelmesi için yapılır" diye yazan Serbes, "Eğer sordukları soruya cevap veremezsek, bunun vebalini hiçbir zaman üstümüzden atamayacağız. Ve en mühimi de şu, bu soruyu erk sahiplerine değil, bizzat sana soruyorlar dostum: 'Ben buradayım sevgili halkım, sen neredesin acaba?" görüşünü savundu.

Emrah Serbes'in BirGün gazetesinin bugünkü (11 Haziran 2017) nüshasında yayımlanan "Ben buradayım sevgili halkım, sen neredesin acaba" başlıklı yazısı şöyle:

Bir insanı insanlıktan çıkarmak istiyorsanız ondaki korku duygusunu alın önce. Çünkü insanı insan yapan en temel duygulardan biri, henüz incelmiş bir duygu değil de bir dürtüyken bile, korkuydu. Şu üç günlük dünyada yaklaşık iki milyon yıldan beri yaşıyorsak eğer korkularımız sayesindedir. Bunu bugün, tam da bugün anlamanın büyük önemi var, en yoğun baskı ve zulüm dönemlerinde tarih, insanları ellerinden tutar ve sahnesine davet eder, bütün insanlıklarıyla ve korkularıyla birlikte. Tarih sahnesindeyken cesaret, korkmamak değildir, korktuğun halde inandığın değerler uğrunda yürümeye devam etmektir. Onlarca kez gözaltına alındıktan sonra şöyle diyordu Nuriye Gülmen: “Aynı heyecanı her gün duyuyorum. Gözaltına alınma anına kadar kalbim gümbür gümbür atıyor. Gözaltı aracına binince soluk soluğa kalmış bir halde oluyorum, yavaş yavaş sakinleşiyorum.”

Ben bu satırları yazarken Nuriye Gülmen ile Semih Özakça süresiz açlık grevlerinin 94. günündeler ve bunun son 18 gününü cezaevinde geçirdiler. Nuriye’de kas ağrıları başladı ve ayaklarını yere dahi basamıyor, Semih’te ise aşırı kilo kaybı var. Bağışıklık sistemleri çökmüş durumda ve bütün bunlar kalp yetmezliğine doğru gidişin belirtileri. Uzun süreli açlıktan kaynaklanabilecek kalıcı hasarları önleyen B1 vitaminini almaları cezaevi yönetimi tarafından engelleniyor. İçeriden gelen son haberler bunlar, başka neler oluyor, henüz bilemiyoruz.

Devlet dersi ağır, her zaman olduğu gibi. Ama devletler de korkar ve korktukları zaman en zalim oldukları zamanlardır. Nuriye ile Semih’i Konur Sokak’tan alıp Sincan’a kapatmalarının nedeni de bu değil mi zaten? 1984’teki, 1996’daki ve 2000’deki ölüm oruçlarından çok şey öğrendi bu ülke, acıyla tecrübe edildikleri için asla unutulmayacak şeyler, zorla besleme yöntemiyle onlarca insan sakat bırakıldı. Eğer bugün birileri, devlet adına yetki kullanma “haklarını” bahane ederek Nuriye ile Semih’i sakat bırakabilecek bir uygulamayı akıllarından geçiriyorlarsa, bunun bir insanlık suçu olduğunu ve zamanaşımının bulunmadığını onlara hatırlatmak zorundayız.

Benjamin Noys, irade dışı uygulanan tıbbi yöntemlerle, ölümle yaşam arasındaki bir noktada tutulan ve uzatılan ömürler için “Çıplak Hayat” kavramından bahseder. Bu noktada toplama kamplarındaki ve cezaevlerindeki açlık grevlerine de dikkat çeker. Toplumsal ve yasal kimliğinden sıyrılmış yahut buna sürüklenmiş bir insanın, bilincini yitirdikten sonra varacağı son merhale olan “Çıplak Hayat” formunun, tartışılması zorunlu bir meseleyi önümüze koyduğunu vurgular, onların bulundukları nokta hepimiz için, merhametin, ahlaki bütünlüğün ve daha zorlayıcı etik ufuklarımızın bulunacağı ve test edileceği yerlerdir (Konunun detaylı bir incelemesi için, Ölümün Toplumsal Tarihi’ne bakabilirsiniz, Allan Kellehear, Phoenix Yayınları)

Bugün o noktaya geldik, Nuriye ile Semih’in 100. gününe yaklaşan süresiz açlık grevi, her şeyden önce bizim için bir sınavdır, bütün değerlerimizin test edildiği bir haysiyet sınavı. Açlık grevi bir çığlıktır, toplumun büyük suskunluğuna sesleniştir. Açlık grevi ve ölüm orucu, görülmeyenin görülmesini sağlamak için, tartışılmayanın tartışılabilir hale gelmesi için yapılır. İnsanların en temel hakları gasp edildiğinde, baskıya karşı koymak için başka seçenekleri kalmadığında gündeme gelir. Çünkü elinizde “yaşam hakkından” başka bir şey kalmamıştır ve mücadeleye onunla, kendi bedeninizle devam edersiniz.

TİHV’nin verilerine göre bugüne kadar, KHK’lerle kamudan ihraç edilen ve bütün hakları ellerinden alınan, yani “toplumsal ölüme” mahkûm edilen 37 insan intihar etti. Kişiler arasındaki bağlantısızlık, ilgisizlik ve dışlanma bir araya geldiğinde insan, toplumsal açıdan ölüdür ve hayatını sürdürmek için bir nedeni kalmayabilir. Peki, Nuriye ile Semih neden o çaresiz bırakılmış insanlar gibi intihar etmediler de bu mücadele yolunu seçtiler. Onların direnişleri, binlerce insana dayatılan bu toplumsal ölüme karşı, yaşamı savunma mücadelesidir her şeyden önce.

Burada politik bir yazı yazdığımı zannediyorsanız yanılıyorsunuz, başlarım politikasına da şimdi, politik doğruculuk teranelerine de, sağcı olursunuz solcu olursunuz o da önemli değil benim için, mesele bu aşamaya geldikten sonra sahiden hiç umurumda değil, başka bir şey anlatmaya çalışıyorum ben burada. Bu iki insan haklı olduklarına inandıkları mücadeleleri için, ellerinde kalan son cevheri, yani “yaşam haklarını” ortaya koydularsa, burada bir durmak, soluk almak ve düşünmek gerekmez mi?

İşte bu yüzden bu direnişin muhatabı sadece devlet değildir, bütün kamuoyudur. Her açlık grevi yahut ölüm orucu “trajik” bir boyut taşır. İyi ile kötünün çatışması hiçbir zaman yeterince “dramatik” değildir. Trajik kahramanın çatışmasını diğer kahramanların çatışmasından ayıran şey, bunun bir iç çatışma olmasıdır. İki pozitif değerin çatışmasıdır trajik çatışma. Bugün, bu trajik çatışmanın bir yanında yaşam hakkının vazgeçilmezliği ilkesi var, diğer yanında ise mücadele etmenin, direnmenin zorunluluğu.

Yetmiş yaşındaki Kemal Gün, doksan günlük açlık grevinin ardından oğlunun kemiklerine ulaştığında, “Mutluyum,” demişti. En temel hakların bile sorgusuz sualsiz gasp edildiği günlerdeyiz, o yüzden bugün bu ülkede mutluluk, bir mezara sahip olmanın mutluluğudur.

İnsanlık tarihine bakın, nerede bir çeşit özgürlük varsa yahut özgürlüğe benzeyen bir şey, bedeli kuşaklar boyunca misliyle ödenmiştir. Eriyip gitmek başka şeydir, tükenmek başka şey. Belki bedeniniz eriyip gidebilir ama inançlarınız, düşünceleriniz, uğrunda senelerce mücadele edip kafa patlattıklarınız, yani sizi siz yapan değerleriniz asla tükenmez. Onlar tek başlarına da kalsalar, hücrelerinde günden güne eriyerek, baskılar ve tacizler altında da tutulsalar, inandıkları değerler sayesinde ayakta kalacaklar. Düşünceleri yenilmedi henüz, bedenleri erirken daha da bilendi, düşünceleri ve bedenleri bir oldu ve bu yüzden yattıkları yerde bile dimdik ayaktalar. Peki, biz nasıl ayakta kalacağız? Bu durumu anlamayanlara, anlamaları için nasıl yardımcı olacağız. Bu suskunluğu nasıl bozacağız.

Görmek başka şeydir, gözlemlemek başka. Gördüğümüzü zannettiğimiz şeyler çoğu zaman sadece önyargılarımızın yansımalarıdır. İki genç insan hak mücadeleleri uğruna eriyip giderken “oh olsun” demenin, kebap fotoğraflarıyla tweet atmanın başka bir açıklaması olabilir mi? Konu vicdan olduğu zaman, herkes vicdanı göğüs kafesinin altında, yüreğe yakın bir yerlerde zannediyor. Oysa vicdan bizzat zihinsel bir süreçtir. Düşünme, sorgulama ve birbiriyle alakasız görünen parçalar arasında bağlantıları kurup fotoğrafın bütününü görme yeteneği yoksa vicdan da yoktur. Ve o fotoğrafın bütününe bakıp orada kendi payını görmüyorsan yine yoktur vicdan. Şunu elbette kabul ediyorum, vicdan kişiden kişiye değişen çok muğlak bir ifade, belki en fazla suiistimal edilmiş sözcüklerden biri ve bugün hiçbir anlamı kalmamış bile olabilir. Yine de sözcükler kirlendi diye onlardan vazgeçecek değiliz.

İnanmak istemediği şeylerin gerçekliğini sorgulamaya, onlarda açıklar bulmaya teşnedir insan, çünkü bu hiçbir maharet gerektirmez. Esas olan inanmak istediği şeylerin gerçekliğini sorgulamaktır. “Evet, bu insanların ölümüne seyirci kalıyorum, onların akşamları gizlice yemek yediklerine inanıyorum ve eğer ölürlerse de bunu hak ettiklerini düşünüyorum.” Peki, nedir bu düşüncenin gerçek nedeni? Davranışlarımızın ve sözlerimizin nedenlerinin farkına vardığımızda, o nedenlerin üzerimizdeki etkisinin de kaybolduğunu yahut azaldığını görürüz. Bir düşünün, aslında o kadar da kötü olmak için bir neden bulamadığınızda o kötülüğe hâlâ devam eder miydiniz?

Zaman her şeyi yeniler ve her şeyi eskitir. İnsanları da toplumları da. Değişken duyguları ve doğuştan gelen dürtüleri çıkardığımızda insandan geriye ne kalır, esas olan kalır. Asıl cevher, asıl kıvılcım. Bizim meselemiz de tam olarak bu. İki genç insanın, önlerindeki bütün mücadele alanları tıkandığında, ellerindeki asıl cevherle, yaşam haklarıyla mücadeleye devam etmeleri. Süresiz açlık grevi ve ölüm orucu son duraktır, mevcut mücadele pratikleri tükendiğinde, hayır ben hâlâ buradayım demektir. Atılan son çığlıktır. Oğuz Atay’ın Demiryolu Hikâyecileri’nde anlattığı istasyonda bulunmaktır açlık grevi, artık hiçbir trenin uğramadığı yerde. Ama o zaman bile umut kesilmez, hikâyenin sonlarına yaklaşırken ısrarla vurgular bunu Atay, insanlara seslenme çabasından asla vazgeçemeyeceğini anlamıştır çünkü.

Nuriye Gülmen ile Semih Özakça, bugün bize, buna benzer bir soru soruyorlar. Eğer sordukları soruya cevap veremezsek, bunun vebalini hiçbir zaman üstümüzden atamayacağız. Ve en mühimi de şu, bu soruyu erk sahiplerine değil bizzat sana soruyorlar dostum: “Ben buradayım sevgili halkım, sen neredesin acaba?”