Emrah Serbes*
Aslı Erdoğan için
Babam öldükten sonra beni en çok üzen cümle şu olmuştu: “Hayat devam ediyor.” Evet, ne yazık ki, hayat devam ediyor. Bir teselli cümlesinden çok ölenin ruhuna seslenen bir imrendirme cümlesiydi sanki, “Bak, sen öldün ama hayat devam ediyor.” Bir de arkada kalan evlada hitap var bu cümlede, “Hayat devam ediyor, sen babasız kaldın, naber!”
Günlerdir bu cümle, başka bir biçimde uğulduyor kulaklarımda, bir ara yazayım demiştim, belki yanlış anlaşılır dedim çekindim, aslında bu yazı da bir bakıma o yazma çekingenliği üstüne. Söyleyecek söz kalmadığında ama susmak da mümkün olmadığında ne yapar insan, onun üstüne bu yazı. Aklımda dolanan cümle şu, Aslı tutuklandığından beri, “Hayat devam ediyor, kimimiz içeride, kimimiz dışarıda tutsak.” Bunu söylemek istiyorum, ama sadece bu mu? Dışarıdaki tutsaklığı da anlatmak istiyorum biraz.
Önce içeridekine bakalım, Aslı devletin mimlediği bir gazetede yazı yazıyordu, yayın danışma kurulu üyesiydi, örgüt üyesi olduğu iddiasıyla tutuklandı. Gün olur, utanç vesikası olarak tarihe geçer. Ya şimdi, şimdi zaman nasıl geçecek? İnsan tarihe nasıl geçecek duygusuyla yaşayamaz ki, hayat buradadır, uzak ve soğuk kitap sayfalarında değil. Bir paragrafta, bir dipnotta tarihe onurla geçmek, bu bize yeter diyebiliriz. Ama çektiğimiz acılar o dipnottan büyükse, bu bize yetmezse. O zaman ne olacak. İşte bunu bilmiyoruz. Bütün acılar şahsidir, bütün acılar dilsizdir, aktarılamaz olan bir şey vardır onlarda, acılar paylaşılamaz.
Nurdan Gürbilek’in Sessizin Payı (Metis Yayınları) kitabında okumuştum. Nazilerin toplama kamplarından kurtulan Jean Améry, sonradan “Suç ve Kefaretin Ötesinde” diye bir kitap yazar, o günlerde yaşadığı zorluk şudur: “Toplama kampına Yahudi kimliğini benimseyerek gelenlerin geçmişe, komünist olarak gelenlerin geleceğe dayanan bir gücü, adi suç işleyip gelenlerin ise günü kurtarma yetenekleri vardır. Oysa agnostik, hümanist bir entelektüel, temel düşünsel hoşgörüsü ve yöntemsel kuşkuculuğunun özkıyım unsurlarına dönüştüğünü fark edecektir dehşetle.”
Bazen böyle olur, bir meziyet, hayatın reelpolitiğinde eziyete dönüşür. Bugünlerde yaşadıklarımız tam da buna yakın şeyler, hayatın hoyratlığı kapıya dayanmış ve hiçbir kuşkuya yer bırakmadan belli bir kalıba sokmaya çalışıyor hepimizi, ya ondansın ya bizden, ya siyah ya beyaz. Ama ben iki kalıba da sığmıyorsam, ne siyahsam ne beyaz, ya maviysem. Baskı dönemleri önce nüansları yok eder, nüanslar yok olduğunda herkesi aynı kefeye koymak için, “gel sen de teröristsin” diyebilir mesela hayatında eline hiç silah almamış bir yazara ya da bir dilbilimciye, Aslı Erdoğan’a ve Necmiye Alpay’a yaptıkları tam da bu.
Başka bir örnek vereceğim, Julius Fuçik, Nazilerin Çekoslovakya’yı işgali sırasında Komünist Parti üyesi olarak yeraltı çalışması yürütüyor, sonunda yakalanıp Gestapo hapishanesine konuluyor. İdam edileceğini biliyor orada, bir gardiyanın yardımıyla dışarı notlar çıkarıyor, sonradan o notlar birleştirilip meşhur kitabı Darağacından Notlar’ı (Payel Yayınevi) oluşturuyor. Komünistlerin geleceğe dayanan gücünden elbet Fuçik’te de var, “Biz mutluluk uğruna yaşadık, bu uğurda savaşa girdik, bu uğurda ölüyoruz. Hüzün hiçbir zaman adımızla birlikte anılmasın,” diyor. Ama “unutmayın bizi” de diyor, “güneşin doğduğunu bir sefer görmek için neler vermezdim” de diyor, “faşizm ölmeden önce ne çok iyi insan ölecek” de diyor. Bunlar geleceğe inancın olduğu kadar, dile getirilemeyen bir sitemin de yankısı.
Naziler işkencede ustadır, aylar süren işkencenin ardından Prag’taki parklara götürürler Fuçik’i, insanların gezip eğlendiğini görsün diye, “Bak sen içeridesin, dışarıdaki insanların umurunda değilsin. O yüzden konuş,” derler. “İtiraf et. İsim ver.”
Fuçik isim vermez ama o günkü notlarına şöyle yazar, “Ansızın, duvarlarla çevrili hapishane yaşamından, bu gürül gürül akan insanlık seline kaptırdım kendimi. Ve bu selin ilk damlacığı hiç tatlı gelmedi bana. Öyle olmamalıydı ama. Burada gördüğüm yaşamdır. Ben nereden geliyorum, yaşamın içinden, yaşamaktan geliyorum. Korkunç bir baskı uygulanıyor, evet, yaşam kolay yok edilir şey değil. Bir anda yenilebilir yaşam, ama yüzlercesi fışkırır ansızın. Yaşam bu. Ölümden daha güçlüdür yaşam. Neden öyleyse, tatlı gelmedi o ilk damlacık.”
Fuçik içeride tutsaktı, parklarda eğlenenler de dışarıda, Çekoslovakya Alman işgali altındaydı, tutsağa o parkta, o insan selinde görünen manzara buydu. Fuçik’in sorusu hâlâ güncelliğini koruyor, o yaşam damlacığının neden tatlı gelmediğini bugün de soruyoruz. Bazen dalgın bir bakışla, bazen hüzünlü bir tebessümle, bazen konuşmanın ortasında araya giren bir suskunlukla, bazen derin bir iç çekmeyle sorduğumuz da bu, neden tatlı gelmiyor o yaşam damlacığı.
Kimi zaman, göz ucuyla televizyona bakarken, malum şahıs bir açılış töreninde ya da başka bir yerdedir, canlı yayınla tepeden inme bağlanır, verip veriştirmeye başlar, duymayayım dersiniz, kanalı değiştirmek istersiniz, öbür kanalda da o vardır, bir sonraki kanalda da o, hep o, hep o, bütün kumanda da o, bir kâbus gibi bırakmaz yakanızı. Bunca kanalın ne işe yaradığını sorgularsınız, seçenek dediğiniz şey, seçeneksizliktir aslında. Çok kanallı TRT dönemi, istediğin kanaldan aynı programı seyret. Sonra haberler başlar, askerler şehit olur, teröristler ölü ele geçirilir, Suriye’de 62 hedef 342 top atışıyla vurulur, F-16’lar havadan tanklar karadan hedefleri imha eder, bütün bu kalıp cümleler her gün tekrarlanır, sanki bizim ülkemizde yaşayan insanların değil de çok uzak diyarlardaki birilerinin, bir takım hayal kahramanlarının başından geçen hikâyelerin, korkulu masalların sıradan giriş cümleleridir bunlar. O cümleler bitsin de asıl masal başlasın diye mi bekliyoruz, bilemiyorum, bundan daha korkulusu nasıl olacak, bizim gerçeğimiz şimdilik bu.
Bütün bu dışarıdaki sıkıntıları bir iç sıkıntısı olarak yaşıyoruz hâliyle. Dış dünya beslemekten çok zehirliyor yazarı. Ve dışarıda olmak bir dışlanmışlık duygusuna da beraberinde getiriyor, hiç kimse seni doğrudan dışlamadığı hâlde, sanki bir oyun var ve seni o oyuna almamışlar gibi bir his, çünkü sözün hükmü kalmadı.
AKP bir darbe girişimini kısa süre içinde ters yüz edip sivil bir darbeye dönüştürdü, kötülük sıradanlaştı, işkence meşrulaştı, içeri girmek normalleşti. Böyle günlerde dışarıdakiler de ister istemez şu soruyu soruyor kendine, ne yapmadık da bizi içeri atmadılar? Nâzım Hikmet’in içeride yatacak olana bazı öğütleri var, peki, dışarıda yatacak olana… Dışarıdaki tutsaklık sadece bir laf mı? Ya da aklın bir köşesinin içerde olana takılı kalması mı sadece? Bundan ötesi, hep sorularla bocalamak, elinin kolunu nereye koyacağını bilememek, hep tereddüt içinde olmak, hep ne derler acaba duygusuyla bakmak çevreye, hep bugünlerde doğru mu acaba bu yaptığım diye didiklemek kendini, kısacası nasıl yaşayacağını, nasıl yazacağını bilememek değil mi dışarıdaki tutsaklık.
Hayat edebiyatın üzerinden geçti, hep böyle oldu bu ülkede. Namık Kemal de sürgünde öldü, Nazım Hikmet de. Evet, hep böyleydi, ama onu biz yaşamadık ki. Şimdi yaşıyoruz, şimdi tecrübe ediyoruz. Hayat üzerimizden şimdi geçtiyse, e zaten hep böyleydi diye nasıl kabul edebiliriz ki bunu. Edebiyatı bir kaçış, bir sığınak olarak değil, bir yüzleşme olarak gördüğümüzde derdimiz ikiye katlanıyor.
Bir de ek soru, bir yazar ne zaman konuşur? Bir yanda kitaplarının önüne geçmeme temkinliliği diğer yanda bombalanmış bir pazar yerini andıran memleket, bir yanda artık bir şeyler söyleme zorunluluğu, diğer yanda söylediği sözün altını dolduramama, yaşamıyla doğrulayamama kaygısı, bir yanda böyle ince şeylere takılacak zamanlarda mıyız baskısı diğer yanda ah kimselerin vakti yok durup ince şeyleri anlamaya duygusu… Konuşmanın tam ortasında ikiye bölünmüş gibidir yazar, sanki konuşma zamanı, aynı zamanda susmanın da zamanıdır. Konuşmak isteyen aynı zamanda konuşulmak da ister. Soruyu tersinden soralım, konuşmayan aynı zamanda konuşulmamak mı ister? Yani, okunmak mı ister. Buna da saygı duyulur. Peki, bugünlerde nasıl susulur? Bilmiyorum. Bazen sonsuza kadar susasım geliyor çünkü bir konuşmaya başlarsam bir daha kendimi durduramayacakmışım gibi hissediyorum. Her şeye rağmen yaşamak, bir anlam kaybına karşı mücadele etme çabasıdır diyorum. Her gün yok edilen anlamı, yeniden bulma çabası. En azından bundan vazgeçecek değiliz.
Bir gelecek tasavvuruyla bitirelim. Bugün Aslı Erdoğan’la Necmiye Alpay’a yapılanların 90’lı yıllarda Ahmet Kaya’ya yapılanlardan farkı yok, tek fark yurt dışında değil, cezaevinde olmaları. Belki aradan seneler geçer, yeni çıkarlar çerçevesinde yeni bir iktidar kurulur, o günün reelpolitik ihtiyaçlarını karşılamak için geçmişe baktıklarında, mal bulmuş mağribi gibi bu davayı görürler ve hepimize bağırırlar, “Ulan hepiniz oradaydınız be!” O zaman ne diyeceğiz. Acı olan da bu, hepimiz buradayız.
Bu yazı ilk BirGün’de yayımlanmıştır.