T24 - 102. maddenin yürürlüğe girmesiyle birer birer serbest kalan Hizbullah üyeleri kamuoyunda büyük tepkilere neden oldu. Siyasi cephe de atışmalar sürerken 26 bin 800 hukukçunun kayıtlı olduğu İstanbul Barosu Başkanı olarak konuşan Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal tahliyeler konusunda 'En büyük sorumlu tabii ki hükümet' dedi. Doç. Dr. Ümit Kocasakal, 'Yani illa ki bir sorumlu varsa o da iktidar! Hükümetin hedef gösterdiği Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker mi sekiz yıldır başbakan ki sorumluluk onda olsun?' dedi. vatan gazetesinden Mine Şenocaklı'nın röportajı şöyle: Hızlı adalet yerine hızlandırılmış adalet hızlandırılmış tren gibi facia getirir! ,Dalına basılmış halde başladık söyleşiye... Her katıldığı programda cansiperane savunuyor görüşlerini, sesi kısılana kadar... Duygularını gizlemeye pek gerek görmüyor, hukukun sokaktaki vatandaşa soğuk gelen üslubuna rağmen... Artık dünyanın en büyük barosunun başkanı olarak konuşuyor. Tam 26 bin 800 hukukçunun kayıtlı olduğu İstanbul Barosu adına...
Galatasaray Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza Hukuku Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal ile Asmalımescit’te baronun kapısında buluştuk. Zira hemen fotoğraflarını çekmek gerekiyordu, hava kararmadan. Yorgun ve kendi deyimiyle ‘dalına basılmış’ bir halde gelmişti Habertürk’teki tartışma programından... Muhatabı uzun süredir tartıştığı bir isim, Demokrat Yargı Eşbaşkanı Uğur Yiğit’ti... Fotoğraf çekecek yer ararken bir yandan söyleniyordu, “Bir tutturmuşlar ‘Domuz bağıyla insan katleden Hizbullahçılar’ın elini kolunu sallaya sallaya dışarı çıkmasının sorumlusu kim, sorumlusu kim?’ diye...
Geldikleri nokta da hep yargı nedense! Hükümete laf eden yok! Oysa en büyük sorumlu tabii ki hükümet. Yasayı çıkaran onlar değil mi?”
Siniri hâlâ geçmemişti, fotoğraf çekmek biraz mesele oldu. “Ben artist miyim?” diyordu. Birkaç kare boşa gitti, ama sonunda çok güzel pozlar yakaladı fotomuhabiri arkadaşım Barış. Çekim sırasında iyice yorduk Tünel’den Galatasaray’a kadar, siniri de yatıştı biraz. Ben ilk sorumla yine tansiyonunu fırlatmayı becerdim ama!.. “Bu davalar neden bu kadar uzun sürüyor? Neden sonuçlanmıyor? Neden Hizbullahçılar dışarıda? Bunun sorumlusu kim?” diyerek... Yutkundu, derin bir nefes alıp, bir kez de bana en baştan başladı anlatmaya. Tam iki saat susmadan anlattı, araya soru sıkıştırmak bile zor oldu.
Bu uzun konuşmada pek çok çarpıcı tespit yaptı Kocasakal... Öncelikle tahliyelerin sorumlusundan başlayalım: “Yasalar, genel, soyut ve objektif olarak yapılır. Yasaları yaparken ‘Hizbullah’ı da kapsayacak mı?’ diye bakılmaz. Dolayısıyla bu tahliyeler yasa gereği tahliyeler olduğu için burada bir sorumlu aranması baştan yanlış.” İyi güzel de ortada bir sorun var, 180 kişiyi işkenceyle öldüren bir örgütün üyeleri serbest kaldı! Kocasakal’a göre sorumlu aranacaksa, bugün iktidarın yaptığı gibi topu Yargıtay’a atmakla olmaz bu iş. Sonuçta bu yasayı bu siyasi irade yaptı ve sekiz yıldır da iktidarda olanlar onlar. Yani illa ki bir sorumlu varsa o da iktidar! Hükümetin hedef gösterdiği Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker mi sekiz yıldır başbakan ki sorumluluk onda olsun?”
Yargı bağımsızlığına geldi dönüp dolaşıp sohbet...
Kocasakal yargı bağımsızlığının tümden elden gittiği görüşünde. HSYK seçimlerinin bunun bir göstergesi olduğunu vurguluyor; “HSYK’yı Adalet Bakanlığı’nın bir dairesi haline getirdiler” diyerek... Medyayı ve bazı aydınları suçlamadan edemiyor; “Anayasa değişikliğini destekleyen genetiği değiştirilmiş yarı aydınlar HSYK’nın halini gördükten sonra seslerini çıkarabiliyorlar mı? Vicdanen rahatlar mı?” Duramıyor, bu kez sözü ‘Yetmez ama Evet’çilere; “Hani bir hesaplaşmaydı bu referandum? Hani 12 Eylülcüler yargılanacaktı? Ne oldu? Bir tek Kenan Evren Caddesi’nin ismi değiştirildi. Bravo vallahi, tam hesaplaşma yani! Hadi o da bir yana, madem 12 Eylül’le hesaplaşacaktınız, 12 Eylül’ün en baskıcı, en zorba kurumu olan YÖK’ü niye kaldırmadınız?”
Son sözleri de pek umut veren cinsten değil. Arkasındaki Atatürk portresine bakarak şunları söylüyor: “Atatürk diyor ki, ‘Adaletin olmadığı bir ülke yıkılmaya mahkumdur.’ Biz o kerteye geldik, yokuş aşağı gidiyoruz!” Hızlı adalet yerine hızlandırılmış adalet hızlandırılmış tren gibi facia getirir! 180 kişiyi katleden Hizbullahçılar’ın elini kolunu sallayarak dolaşmasının sorumlusunu aramaya gittim İstanbul Barosu Başkanı Doç. Dr. Ümit Kocasakal’ın yanına... “Yasalar Hizbullahçıları düşünerek yapılmaz. Herkesi düşünerek yapılır. İlla ki bir sorumlu aramak gerekiyorsa, o da bu yasayı çıkartan hükümettir” dedi. Bazı AKP’li yetkililerin, “Yargı bir an önce kararını verseydi. Nitekim bazı mahkemeler yaptılar” demecine de cevabı net: “Umarım doğru karar vermişlerdir. Sakat bir yargı sisteminde adaleti hızlandırmak, eski rayda hızlı tren çalıştırmaya benzer. Sonuç, 37 kişinin yaşamını yitirdiği hızlandırılmış trende olduğu gibi facia olur!” Kusura bakmayın ama ben de dalınıza basacağım. Bu skandalın sorumlusu kim? Bir kere kamuoyunun yanlış bilgilendirildiği kanaatindeyim. Çünkü bu soru yönlendirici bir soru; “Tahliyelerin sorumlusu kim?” Bu soruyu sorabilmeniz için bu tahliyelerin sorumluluk gerektiren bir fiil, bir tür kabahat olması lazım. Ama öyle değil ki! Yasalar, kanunlar genel, soyut ve objektif olarak yapılır. Hizbullahçıları ya da başkalarını düşünerek yapılmaz. Herkes düşünülerek yapılır. Bu çerçevede de kanunlar herkese uygulanmak zorundadır. Dolayısıyla bu tahliyeler, kanun gereği olan tahliyeler olduğu için burada bir sorumlu aranması zaten baştan yanlış. Ama mutlaka bir sorumlu aranacaksa, bugün siyasi iktidarın yaptığı gibi topu Yargıtay’a atmakla olmaz bu iş. Çünkü kanun hazırlamak siyasi sorumluluk gerektirir. Bu kanunu, bu maddeyi, bu siyasi irade yaptı sonuçta ve sekiz yıldır da iktidardalar. O zaman, bugüne kadar birikmiş olan bu sorunları da çözmeleri gerekirdi. Ha, şunu da belirteyim; Yargı’nın içinde bulunduğu sorunlar sadece bu siyasi iktidardan kaynaklanmıyor. Bugüne kadarki bütün iktidarların bunda şu veya bu şekilde payı, günahı, kabahati var. Ama bu siyasi iktidar kadar yargıyı etkisizleştirmeye çalışan, yargının her kararına saldıran hiçbir iktidar da olmadı. Demokratik bir ülkede iktidar işine gelmeyen her yargı kararı için ağzına geleni söyleyemez. Ama bizde bu durum öyle bir hale geldi ki, oldu olacak yargı kararlarını itibarsızlaştırmadan, etkisizleştirmeden sorumlu bir devlet bakanlığı kursunlar, bitsin bu iş! 'MİLLİ İRADE SÖZÜ FETİŞLEŞTİRİLDİ' Dolayısıyla size göre eğer ortada bir kabahat varsa siyasi iktidarındır? Evet. Yargıtay Başkanı’na birtakım eleştiriler yöneltiliyor. Sayın Gerçeker bu sekiz yıllık dönemde Başbakan mıydı ki sorumluluk onda olsun! Ortada bir sorun varsa, onları ortadan kaldıracak olan siyasi iktidardır. Elinde siyasi bir güç, bir erk yok ki Yargıtay Başkanı’nın. Kaldı ki, uzunca bir süredir yargı büyük bir saldırı ve kuşatma altında. Yüksek Yargı, Yargıtay, Danıştay bu tür hukuksuz saldırılara karşı bir tür meşru müdafaa konumunda hep. Hangi demokratik ülkede bir başbakan, bir bakan bir yargı kararı ile ilgili bu şekilde sözler söyleme cüretini gösterebiliyor? Mesela hangi sözler? “Bu bir skandaldır!”, “Rezalet, böyle karar olur mu!”, “Onlar yargıya gider biz millete gideriz!..” Kafaları karıştırmak için söylenmiş bir sürü söz. Sanki millet ile yargı ayrı şeylermiş gibi. Halbuki, yargı Türk milleti adına karar verir. Ortada hep atladığımız fetişleştirilen bir ‘milli irade’ kavramı var. Oysa Anayasamızın 6. maddesi “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyor, dikkat edin “Egemenlik kayıtsız şartsız Meclis’indir” demiyor. İşte çarpıtma burada başlıyor. Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması başka bir şey, Meclis’e ait olması başka bir şey. Meclis, millete ait olan bu egemenliğin sadece bir parçasını kullanır. Nitekim aynı 6. madde devamında, “Millet, kendisine ait olan bu egemenliği Anayasa’daki organlar eliyle kullanır” diyor. Yargı anayasal organlardan biri değil mi? İşte gördüğünüz gibi milli iradede, egemenlik paylaştırılır. Bunun adı, “Kuvvetler ayrılığıdır.” Bunu paylaştırdığınız zaman, siyasi iktidarların bir zorbalığa gitmesi önlenir, bir fren ve denetim mekanizması olur. Şimdi bu fren mekanizması ortadan kalktı. Peki 102’nci maddeye dönersek... Evet. Bir madde yaptınız ve öyle bir madde yaptınız ki, ben bunu mizahi olarak söylüyorum, bu maddeyi yazanlara ödül verilmeli! Çünkü süre gibi basit bir şeyi kaleme alırken bundan dört farklı görüşün çıkabileceği bir metni kaleme almak, son derece güç bir iştir. Yani hakimler, Yargıtay ne yaptı, kanunu uyguladı. Şimdi deniliyor ki, “Hizbullah dışarıda!”, “Katiller dışarıda!” Bir kere teknik olarak şunu kabul edelim, gerçekten katil olabilirler, ama hukuken bunların katil oldukları ancak kesinleşmiş bir yargı kararından sonra ortaya çıkacaktır. Bize bunu ‘Masumiyet karinesi’ söylüyor. Dolayısıyla bir kere bu insanlar hükümlü değiller. Ve bakın sorun nerede çıkıyor, biz bugüne kadar istisna olması gereken tutuklamayı, hep bir kuralmış gibi, bir tür ön ceza, ön infaz gibi uyguladık. Hal böyle olunca, kamuoyunda da tutuklamalar sanki artık bir mahkumiyetmiş gibi algılandı ve şimdi tahliyeler de sanki bir tür beraat gibi algılanıyor. Halbuki bunların hiçbirisi beraat kararı değil, yargılamalar devam edecek ve üstelik siz on senede bitirememişsiniz bir duruşmayı, bir yargılamayı. O zaman, on senede devlet kendine düşen görevi yapmamanın sonuçlarını sanıklara veya şüphelilere yükleyemez. Üstelik bu uzun tutukluluklardan dolayı Türkiye sürekli mahkum oluyor. Zaten 102. maddenin sevk maksadı da gerekçesinde açıkça yazıyor; Türkiye’nin bu tür uzun tutukluluklardan dolayı AİHM nezdinde mahkum olmasının önüne geçmek. Dolayısıyla burada gerçekten müthiş bir çarpıtma var ve biz tutukluluk süresi ile davaların uzun sürmesini de birbirine karıştırıyoruz. Tutuklama ceza yargılamasının olmazsa olmaz koşulu değildir, bir tedbirdir. Ancak çok gerekli olduğu zamanlarda başvurulur. Çünkü bir insanın özgürlüğünün kesin bir hüküm olmaksızın sınırlandırılması söz konusudur ve bu ağır, vahim bir durumdur. Uzun tutuklulukluğun başka bir sıkıntısı da şudur; ne kadar uzun süre tutuklu tutarsanız bir kişiyi, bu insan psikolojisidir, içsel bir baskı olarak artık o noktadan sonra kolay kolay beraat kararı veremezsiniz. Bunları birbirine karıştırmamak gerekir. Yargıya değil devlete hesap sorulmalı Hani bir hesaplaşmaydı bu referandum? Hani 12 Eylülcüler yargılanacaktı? Ne oldu? Bir tek Kenan Evren Caddesi’nin ismi değiştirildi. Bravo vallahi, tam hesaplaşma yani! Hadi o da bir yana, 12 Eylül’ün en baskıcı, en zorba kurumu olan YÖK’ü niye kaldırmadınız? Ben hukukçu gözüyle değil, vicdanen bakıyorum bu tahliyelere... Gerçekten anlayamıyorum masum insanları diri diri toprağa gömenlerin dışarıda olmasını? Böyle düşünmekte haklısınız ama hukuk, birtakım hislerle, subjektif görüşlerle, bu tür duygularla hareket etmez. Hukuk, kendi soğuk, dar, teknik kalıplarında işler, bu ise herkes için güvencedir... Siz Hizbullah’tan dolayı böyle bir rahatsızlık duyarsınız. Ama bunun bir anda tersi şöyle olur; “Aaa o zaman Ergenekoncular, darbeye teşebbüs edenler dışarı mı çıksın? Olur mu öyle şey!” der birileri de. Demek istediğim şu; kanundan kaynaklanan bir uygulama, kişilerin kimlikleri, isnat edilen suçlar gözetilerek uygulanmaz. O zaman adalet duygusunu tümden ortadan kaldırırsınız. Adalet yansızlığını yitirir ve bir ülkede eğer hukuka güven ve adalet duygusu zedelenirse, o ülke biter, çöker. Zaten biz de o yöne doğru gidiyoruz. Peki ya yargıdaki iş yükü? Raflarda bekleyen dava dosyası sayısının 1 milyonu aştığı söyleniyor... Evet. 1 milyonu aşmış bir dosya yükü var. Tabii bugün sıkıntıyı yaratanlardan biri de bu. Oraya geleceğim, ancak bütün bu gelişmelerden, söz düellolarından neyi anlıyoruz? Siyasi iktidarın Anayasa değişikliğindeki asıl amacının yargı reformu yapmak, yargıyı ele geçirmek, kendisine tabi kılmak, yargı bağımsızlığını ortadan kaldırmak olduğunu anlıyoruz. Bize ne dediler, “Yargı reformu yapıyoruz!” Peki nasıl bir yargı reformu yaptık? HSYK’yı bütün her şeyi ile Adalet Bakanlığı’nın bir dairesi haline getirdik. Nitekim, işte ‘Kürsü hakimleri geliyor’ nidalarından sonra bir baktık ki bütün üst düzey HSYK’nın oluşumu olduğu gibi bakanlık bürokrasisinden. Bir tane kürsü hakimi yok. İlk icraatı ne oldu HSYK’nın? Erzincan Cumhuriyet Başsavcısı İlhan Cihaner’i Adana’ya göndermek oldu. Sonraki icraatları ne oldu? Balyoz Davası’nın başlamasına üç gün kala davaya vakıf olmuş hakimi, 10. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Zafer Başkurt’u görevden almak oldu. Başka? Ergenekon davasına bakan 14. Ağır Ceza Mahkemesi Başkanı Erkan Canak’ı görevden aldı, ki ben o davanın ismini zikretmek istemiyorum “Ümraniye Davası” diyorum. Neden görevden alındılar? Üçünün ortak özelliği ne? Bu soruşturma ve yargılamalarda hep tahliyelerden yana olmaları ve olması gerektiği gibi tutuklamaları istisna olarak görmeleri. Ama haklarında açılmış soruşturmalar var... Adı üstünde soruşturma! Kesinleşmiş bir şey yok, sadece iddia var ortada. Mesela çok ilginçtir, bunlar kamuoyuna çok yansımıyor, Kadıköy’de artık birinci dereceye ayrılması gereken, o mertebeye gelmiş bir hakimi, Asliye Ceza Hakimi iken Ağır Ceza Başkanı olacak bir hakimi tenzili rütbe olarak Sulh Ceza Hakimi yaptılar. Niye biliyor musunuz? YARSAV’ın desteklediği adaylardan biriydi. Şimdi, bu HSYK’ya güven olur mu? Bunları niye söyledim; “Deniyor ki efendim, hakimlerin iş yükü fazla, işte not sistemi falan...” Ya, bunları geçelim! Evde yangın çıkmış, her yer cayır cayır yanıyor, birisi de çıkmış diyor ki, “Aman, şurada bir biblo devrildi, kırılmasın!” Yahu, ev yanıyor! Yani şunu demek istiyorum, şu an Türkiye’de yargı bağımsızlığı bitmiştir fiilen ve hukuken. Tabii bağımsız olamayan yargı, tarafsız da olamaz. Ben İstanbul Barosu Başkanıyım, ben de dahil, kimsenin hukuk güvenliği kalmamıştır Türkiye’de. Hukuk güvenliği bulunmayan bir ülkede yaşıyoruz. Böyle bir ortamda, davaları seri görseniz, istediğiniz düzenlemeyi yapsanız ne olur ki! Birikmiş dava dosyalarının bitirilebilmesi için altı dakikada karar vermek gerekiyor deniliyor? Nasıl olabilir bu peki? Orada da büyük bir hata yapıyoruz. Hızlı adalet ile hızlandırılmış adaleti birbirine karıştırıyoruz. Tıpkı hızlı tren ile hızlandırılmış treni karıştırdığımız gibi. Biliyorsunuz 2004’de yine bu hükümetin bir icraati olan hızlandırılmış tren kazasında 37 kişi hayatını kaybetmişti. Hızlı tren değildi o, hızlandırılmış trendi! Eski rayda yeni treni işletmeye çalıştık. Şimdi benim endişem ve korkum şu; biran önce bu davaları bitirelim, sonuca bağlayalım diye, hızlı adalet yerine hızlandırılmış adalet uygulanması. Yani dosyaların yeterince incelenmeksizin tasdik edilmesi. Bakın bu, çok uzun süren yargılamalardan daha vahimdir. Bir de yargıya karşı Adalet Bakanlığı yetkililerinin, AKP’lilerin söylemleri insanlarda haksız bir infiale sebebiyet veriyor ve bunun kasıtlı yapıldığına inanıyorum. Yargıtay Başkanı çok güzel söyledi; “Buyurun, gelin siz bitirin” dedi. Yani yargılama dediğiniz, böyle çok basit, bir anda yapılacak bir şey değil. Ben bilirkişilik de yaptığım için biliyorum. Kırk klasörlü, elli klasörlü davalar var. Üstelik ceza yargılamasının kendine has birtakım kuralları var, kuşkudan sanık yararlanıyor mesela... “Kuşkudan sanığın yararlanması” ne demek? Bir kişinin bir suçu işlediği yüzde 99 oranında sabit olsa, fakat yüzde 1 dahi kuşku olsa beraat eder sanık. Niye biliyor musunuz, modern hukuk devletinin şöyle bir şiarı var, diyor ki, “Ben ola ki bir tane masumu cezalandıracağıma 99 suçlu serbest kalsın.” Bir hukuk devletinde o bir tane suçlunun cezalandırılması ihtimali 99 suçlunun serbest kalmasından daha vahimdir. Bu var. Sonra her delili kullanamıyorsunuz, “Hukuka aykırı” diye bir kavram var. Ayrıca bu deliller tartışılacak, savunma hakkı kullanılacak. Tabii ki bu kadar uzun sürmesi de gerekmiyor davaların, ama bütün bunları yan yana getirdiğiniz zaman, tablo, siyasi iktidarın göstermeye çalıştığı gibi değil ve bu sorun Yargıtay’dan kaynaklanmıyor. Şimdi bazı garip çözümler gelişiyor, mesela bir bakanımız demiş ki, “Bakın bir çözüm, bir uygulama var. Ne yapmış Yargıtay 6. Ceza Dairesi, tahliye tarihi yaklaşan işleri öne almış ve bunların hepsini karara bağlamış.” İnşallah yeterince inceleyerek bağlamışlardır. Endişem o. İçsel bir baskı ile de hareket edilmiş olabilir. Ev cayır cayır yanıyor, biri çıkmış 'Aman biblo kırılmasın’ diyor Hizbullahçılar’ın serbest kalmasının da utanç verici olduğunu söylüyor Doç. Dr. Ümit Kocasakal. Ama ona göre bu yanan evde kırılacak biblo kadar ayrıntı... Öyle bir süreçten geçiyoruz ki, bu utanç bile ayrıntı kalıyor ona göre. Zira, yargı bağımsızlığının ortadan kalktığı bir dönemde, HSYK’nın Adalet Bakanlığı’nın dairesine dönüştüğü bir sistemde, çok daha vahim sorunlar bekliyor tüm ülkeyi... Ne gibi mi? Mesela demokrasinin elden gitmesi gibi! Mesela korku toplumu gibi!