En yabani hallerimiz ve insan etinin ıslahı

En yabani hallerimiz ve insan etinin ıslahı

T24 - Taraf Gazetesi Genel Yayın Yönetmen Yardımcısı Yasemin Çongar'ın EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşesinde "En yabani hallerimiz ve insan etinin ıslahı" başlığıyla yayımlanan (1 Ocak 2011) yazısı şöyle:Güneşin çevresinde tamamladığımız her seferin sonuna niye ille bir ünlem koyduğumuzu tam kavrayamasam da, yılın son gecesinde, sofranın ortasına bembeyaz güller koymak geldi içimden. Tabağındaki tavuk butunu, günün birinde büyücek bir kadın olacağını haber veren uzun kalın parmaklarıyla parçalamak yerine, çatalıyla bıçağını, vaktiyle acemi bir cerrahın bana pek de güven telakki etmeyen o aşırı temkinini hatırlatan bir dikkatle kavramış, ilk hamlesine hazırlanan küçük kızıma baktım. Yıl bitiyordu, kızım büyüyordu. Gülleri, sabahleyin gazeteye gitmeden almalıydım. Çatalı tavuğa usulca batırdı kızım, bıçağıyla, eti kemiğinden kazasız belasız ayırdı, sonra küçük bir parçayı çatalına takıp, memnun ve muzaffer, ağzına götürdü. Bir yıl daha bitiyordu işte; bir çocuk daha evcilleşiyordu. Evcilleşmenin iyi bir şey olduğundan emin değildim. Acıkan yanımız, yabani yanımızdı nihayet; iştahtaki vahşet güzeldi. Oysa insan evcilleştikçe, hüznü giderek artan bir huzur halini alıyordu doymak; yabaniyken yabancımız olan o doyumsuzluk duygusu, evcilleştikçe müstahak olduğumuz müebbet bir cezaya dönüşüyordu. Gülleri yarı bellerinden kesip, kristal bir fanusa yerleştirecektim. Kızım, tavuğun kızarmış derisini en sona saklamış, şimdi onu yiyordu. Fanusu, çıplak masanın üzerine bırakıp gazeteye gidecektim. Yılın son sabahında, açlığı, doyumsuzluğu ve insan etinin ıslahının aslında ne kadar zor olduğunu anlatmaya çalışan bir yazı yazacaktım.

Evine bomba düşer, sırların dünyaya saçılır

Yılın en tuhaf kitabını, yıl biterken okudum. 1961 doğumlu Britanyalı şair ve romancı Gerard Woodward’ın ekimde yayımladığı Nourishment (Beslenme), adının hakkını veren bir şekilde, bir yandan, hakiki ve mecazi anlamda açlığı sorgularken, bir yandan da, doymak için başvurduğumuz yollardan, meraklı kâşif adımlarıyla yürüyen bir roman.

1941 Londra’sında, şehri üst üste yetmiş altı gün bombalayan Alman Luftwaffe uçaklarının, sadece sokakların, binaların ve ailelerin görünümünü değil, birkaç kuşak İngiliz’in ölümle ilişkisini de değiştirdiği Blitz cehennemindeyiz. Hayatta kalmak, zengin yoksul herkes için giderek daha büyük bir sürprize dönüşürken, tokluk da, sınıfsal farklar ayrıntıda daimi gizli bile olsa, handiyse topluca unutulmuş bir duygu... Tory Pace, otuz dört yaşında bir kadın. Kocası Donald savaşmaya gittiği ve dört küçük çocuğu bombardıman nedeniyle uzak bir kasabaya gönderildiği için yalnız yaşıyor; “savaşı arka cephede sürdürmenin bir gereği olarak” evkadınlığını bırakıp, jelatin fabrikasında işe girmiş. Herkesin “Bayan Head” diye hitap ettiği, sıkı ve sıkıcı İngiliz ahlâkının pîr ü pâk bir timsali olan annesinin Londra’ya gelip, Tory’yle birlikte yaşamaya başlamasıyla, Woodward’ın bizim için kurduğu “evcil” savaş sahnesi tamamlanıp, perde açılıyor ve zamanla, hemen her dantelli örtünün altında, ıslak bir hayvanın uyuduğunu keşfedeceğimiz tuhaf bir oyunun ortasında buluyoruz kendimizi.

Bu oyunda, et kıtlığı var. Çok geçmeden mahallenin diğer ortayaşlı kadınları gibi, Bayan Head de, her gün rüküş bir şapka takıp, yüzüne ucuz bir allığın tende sırıttığı gibi sırıtan yalancı bir işve kondurarak, kasabın yolunu tutuyor. Maksat, Bay Dando’nun buzdolabında azcık tavuk, domuz, kuzu ve artık büsbütün nadirleşen dana eti kalmışsa şayet, onun dişe dokunur bir parçasını, diğer hanımlardan önce alıp eve götürebilmek. Maksat, beslenmek.

Bayan Head yine öyle süslenip, iki parça biftek hayaliyle çarşının yolunu tuttuğu bir sabah, Bay Dando’nunki dahil bütün dükkânların gece bombardımanında yerlebir olduğunu görüyor. Kediler ve hemen dikkat çekmeyen diğer muhtelif dört ayaklılarla birlikte, yıkıntının ortasında, savaştaki son mevziini de yitirmiş bir çavuşun teslimiyetiyle geziniyor. Derken kırık camların, yanmış kirişlerin, parçalanmış eşyaların ve tuğlaların arasında, tanıdık gelen malları seçmeye başlıyor ihtiyar gözleri; sonra, etleri fark ediyor. Dilim dilim etrafa saçılmış pastırmalar, katrana bulanmış tavuklar, Bay Dando’nun sosis niyetine sattığı, içi talaş doldurulmuş sahtekâr torbacıklar dört bir yanda... Nihayet tozun, kirin, kurumuş kanın ilk bakışta tanınmaz hale getirdiği bir but ilişiyor gözüne; bir domuz butu. Eğilip alıyor, kokluyor, et gibi koktuğuna karar verince, kimsenin görmediğinden emin olduğu bir anda, butu çantasına atıp evin yolunu tutuyor.

O akşam, fabrika dönüşünde hiç alışık olmadığı bir yemek kokusu karşılıyor Tory’yi. Sofradaki kızarmış butun hikâyesini öğrendiğinde, önce yemek istemiyor; “ya bombardımanda ölen birinin etiyse bu, ya bir insan bacağının parçasıysa, ya fırında Bay Dando’nun baldırını kızarttıysan...”demekten alıkoyamıyor kendini. Ama yenik düştüğü bir cepheden eve getirdiği yegâne ganimete lâf söyletmeyecek bir çavuş Bayan Head; aylardır hayalini kurduğu, özenle pişirdiği, kokusunu içine çektikçe iştahını büsbütün azdıran eti yemekten hiçbir şey vazgeçirmiyor onu. Çok geçmeden, Tory de katılıyor ona... Ve roman başlıyor.

Epey bir zaman sonra, kitabın yarısında, Bayan Head ile Tory’yi, ölümün artık en derinlerine kadar nüfuz ettiği günlük hayata ilişkin bir terennümün ortasında yakalıyor Woodward: “Her şey değişti” diyor Bayan Head. “Savaş...” diyor Tory. “Sadece savaş değil” diyor annesi, “Bay Dando’yu yediğimizden beri her şey değişti.” Kasabın bombardımanda öldüğünün kesinleşmesinden sonra, yediklerinin domuz butu değil, insan baldırı olduğuna inanan Bayan Head, bir daha asla yeniden evcilleşemeyeceğini biliyor sanki. “Öyle deme anne, bilerek insan eti yemekle, istemeden yemek arasında büyük fark var.” Tory böyle avunsa bile, Bayan Head’e göre, artık hiçbir şeyi saklamanın yararı yok: “Savaşın sana yaptığı işte bu! Evine bir bomba düşüyor ve sırların dünyaya saçılıyor. Ben yamyamım. Sen de öylesin.”

Bildiğin en pis kelimeleri yaz bana

Bayan Head ve kızı Tory, hayatı savaşta öğrenen iki kadın... Blitz yalnız, aç ve umutsuz bırakarak eğitiyor onları; şimdi yoksun kaldıkları şeylere aslında hiçbir zaman sahip olmadıklarını, bir an bile inanarak “Mutluyum” diyemediklerini, kimse tarafından yeterince sevilmediklerini ve hep biraz aç kaldıklarını anlıyorlar. Woodward, romanını, insanın içini alt üst eden bir ziyafetle başlatırken, iki kadın karakter gibi, okuru da asıl bu hayat dersine hazırlamaya çalışıyor sanki: Bize imkânsız gelen, iğrenti veren, asla yapmayacağımızı düşündüğümüz bir şeyi yaptığımızda; kırılgan evcilliğimizin orta yerine bir darbe indirip, onu boydan boya ince ince çatlatarak, her an dağılıp milyonlarca parçaya ayrılabilecek bir cam bombasına dönüştürdüğümüzde yani, aslında yeniden yaşamaya başlıyoruz. Bu “yeni” hayatta, imkânsız sandıklarımızın mümkün, dizginlenip durgunlaşmış duygularımızın bir kez mahmuzlandılar mı dörtnala koşmaya pekâlâ muktedir ve yaşayan her şey gibi insan etinin ihtiyaçlarının da tabiatın nezdinde hâlâ muteber olduğunu öğreniyoruz.Nourishment, her ne kadar acıkmanın ve beslenmenin muhtelif biçimlerini, kasaplar, mutfaklar, lokantalar, sofralar ve tabaklar dolusu yemeğin küçücük protein haplarına sığacağı soğuk gelecek hayallerinin içinden anlatmayı sevse de, romanın merkezindeki açlık ve tatmin hikâyesi, giderek kendini mecazlardan kurtarıp asıl yatağından akmaya başlıyor; Tory’nin tensel ve zihinsel uyanışının hikâyesi bu.

Genç kadın, cephede kaybolan kocası Donald’ın artık hiç dönmeyeceğine inanmaya başladığı sırada, esir kampından bir mektup alıyor. Dört çocuğunun babası, badanacılıkla geçinen, kütüphaneden sürekli kitap alıp okuyan, sessiz sakin, ufak tefek bir adam olan Donald ölmemiştir; üstelik, Tory’den çok önemli bir beklentisi vardır. Yaşadığını haber veren o ilk mektubunda, “Çocuklar nasıl” diye bir kez bile sormayan adam, daha önce karısından hiç istemediği, o güne dek ima bile etmediği bir şeyi ister:“Pis bir mektup yaz bana, düşünebileceğin en kirli kelimelerle, hayal edebileceğin en edepsiz şeylerden bahset. Bütün yatak odası düşüncelerini anlat.”

Tory’nin hatırladığı Donald, “pis” kelimeler biliyorsa da kullanmayan, küfür bile etmeyen bir adamdır. Birbirlerini kelimeleriyle de çıldırtabilen çiftlerden değildir onlar; çıldırmayı bildikleri de söylenemez pek; sessiz ve kurudur sevişmeleri; iki bedenin birbiriyle yapabileceklerinin sonsuzluğuna açılmayı hiç denememiş, tensel temasın uçsuz bucaksız ihtimallerini değil dillendirmeyi, düşlemeyi bile akıllarına getirmemişlerdir. Kocasının, üzerine yattığı o durgun geceleri, “Duvarın zımparalanıp sıvalanması, kağıtla kaplanması gereken pürüzlü bir köşesi gibi üfleyip ellerdi beni” diye hatırlar Tory... Ve şimdi savaş esiri olan o utangaç badanacı, pis kelimeler, edepsiz hayaller istemektedir ondan; hiç bilmediği bir şeyi istemektedir.

Tory utanır, öfkelenir önce; Donald’a bunu yapmayacağını yazar. Ama kocası, ısrarla yineler arzusunu. Tory’nin bir sepete koyup gönderdiği keklerin, konservelerin giderebileceği bir açlık değildir onunki; öyle söyler: “Yatakta sana ne yapmamı istediğini yaz. Kelimeleri bilmiyorsan fabrikadaki kızlara sor, öğren.” Tory yazmayı dener; “rahim” yeterince “pis” bir kelime midir acaba; “Elini kıçıma koymuştun” dese, çok mu ileri gitmiş olur? Dağarcığının duvarlarına tosladıkça etrafa bakınır; ödevini yapan çalışkan bir çocuk gibi, anatomi kitaplarından aşk romanlarına kadar eline geçen her şeyi okur önce; sonra kafayı kitaplardan kaldırır...

Orada, çalıştığı jelatin fabrikasının sahibi ve eski bir boksör olan, midesi kadar kasıklarına da düşkün, küfretmeyi de insanı kelimelerle çıldırtmayı da bilen bir adam beklemektedir onu. Tory, kocasının istediği mektupları yazabilmek uğruna, kocasından çok farklı bir erkek olan George Farraway’in kollarına bırakır kendini. Gerisi, o âna dek mümkün olduğunu bile aklına getirmediği türden bir ilişki yaşamaya başlayan genç kadının, o ilişki sayesinde değişerek, iştahından utanmamayı ve sonunda gerçekten doymayı öğrenerek, bir başkasına, nev-i beşerin daha hayvanî bir türevine dönüşmesinin hikâyesidir. Tory, Farraway’in azgın ruhunda kendi bastırılmış ruhunu, onun hazzı bilen etinde kendi arzulu etini keşfederken; onun kelimelerinde de, yabaniliği ölçüsünde sahici bir dile kavuşur.Kocasına, umduğundan da edepsiz mektuplar göndermek yetmez artık ona, bir de roman yazmaya başlar.

Burada duracağım. Donald’ın tuhaf isteğinin, şehvetle hiç ilgisi olmayan gerçek nedenini söylemeyeceğim size. Tory’nin evcilliğini bir kez tuzbuz ettikten sonra, kendini ıslahı artık imkânsız bir dil ve bedenle, nasıl yeniden yarattığını anlatmayacağım. Akşam oluyor. Birazdan gazeteden çıkacağım, eve gideceğim. Ortasında beyaz güller duran bir sofrada yemek yerken, ıslah olmayacakları bir yıl dileyeceğim sevdiklerime. Ve siz, eğer Nourishment’ı okumazsanız, Tory’nin annesinin fırında neyi kızarttığını hiç bilemeyeceksiniz.