Vatan gazetesi 28 Şubat 2012
Refah Partisi’nin yükselişe geçtiği bir dönemde, 1993 yılında New York’ta Milli Görüşçü bir gençle sohbet ediyorduk. Kendisine “Necmettin Erbakan’ın dünyadaki tüm kötülükleri siyonizme bağlamasına ne diyorsunuz?” diye sorduğumda “Doğru bulmuyorum” cevabını almış ve çok şaşırmıştım. Ne var ki muhatabım sözlerini şöyle sürdürecekti: “Yıllardır New York’ta yaşayan biri olarak şunu rahatlıkla söyleyebilirim: Hocamızın siyonizm hakkında söylediklerinin fazlası yok, eksiği var. Öyle ki bizlerin siyonizme rağmen, hele onu karşımıza alarak iktidara gelmemiz ve iktidarda kalmamız mümkün değil. İşte Hoca burada yanlış yapıyor!”
Onun (yıllar sonra bu gencin tercihini SP değil AKP’den yana yaptığını herhalde siz de anlamışsınızdır) bu sözleri Milli Görüş hareketinin gelişimini kavramamda bana hep kılavuzluk etmiştir. Şöyle ki Erbakan’ın en belirgin özelliği, sadece siyonizme, oradan hareketle İsrail’e değil, başta ABD ve AB olmak üzere, kolayca Batı diye tanımladığımız bir dünyaya, daha doğrusu Batı ekseninde oluşmuş olan dünya sistemine tavizsiz bir şekilde karşı olmasıydı. Erbakan mevcut küresel sistemin, dünya İslam birliği ve bunun uzantısı olacak bir dizi kurumun inşasıyla iflas edebileceğine samimi bir şekilde inanıyordu. Kimilerince “aşırı hayalci” bulunsa da 1995 genel seçimlerinden o ve liderliğindeki RP birinci parti olarak çıktı ve bir süre sonra da Erbakan Refahyol hükümetimin başbakanı oldu. Başbakanlığı sırasında dilini bir ölçüde yumuşatmış olmakla birlikte Erbakan’ın Batı karşıtlığını terk ettiğini görmedik. Örneğin Başbakan olarak Asya ve Afrika’yı ziyaret etti ama Avrupa ile Amerika kıtalarına ayak basmadı. Bu süre zarfında Türkiye’nin Batı ile ilişkilerini geliştirmede ciddi bir adımına tanık olmadık, bunun yerine hayalindeki dünya İslam birliğinin bir tür başlangıcı olarak D-8’in kurulmasına öncülük etti.
Kimileri Erbakan’ın bu duruşu nedeniyle, bundan 15 yıl önce bugün başlamış olan 28 Şubat sürecini Batı’nın (özellikle ABD ve İsrail) kotarmış olduğunda ısrarlı. Bense, ana aktörün TSK olduğuna, Batılı güç odaklarının tavizsiz bir düşmanları yerine orduyu tercih ettiklerine inanıyorum. Yani Erbakan’ın darbeyi savuşturma yolunda yapabileceği yegane şey, bazılarının iddia ettiği gibi “tankların üzerine çıkmak” değil, Batı’ya “onu alma, beni al” demek olurdu ki bu imkansızdan da öte bir şeydi.
Bu noktada Erdoğan’ın Erbakan’la en temel farkına gelebiliriz. Kimileri çok şematik bakıyor ve Erbakan’ı “Batı karşıtı”, Erdoğan’ı ise “Batıcı” gösteriyor. Erbakan’ın “Batı karşıtı” olduğu doğrudur ama Erdoğan‘ı kestirmeden “Batıcı” ilan etmek kolaycılık olur. Erdoğan, Gül ve diğerleri Milli Görüş’ten “Reel politik karşısında ne yapmalı?” sorusuna verdikleri farklı cevap nedeniyle koptular. Onlar Hocaları gibi, bedeli ne olursa olsun reel politiğe meydan okumak yerine, belli bir güce kavuşana kadar onunla iyi geçinmeyi benimsediler. Kısacası AKP kadrolarının Batılı güç odaklarıyla kurdukları ilişkilerin temelinde “zaruret” yatmaktadır.
AKP’nin yaklaşık 10 yıldır ülkeyi tek başına yönetiyor olmasında, mecburen de olsa dünya sistemini kaale almasının rolü birinci derecede önemlidir. Açık konuşalım: Eğer AKP, RP gibi Batı ile kavgalı, hatta ona karşı kayıtsız olsaydı, tezgahlandığını öğrendiğimiz bir dizi askeri darbe teşebbüsünden en azından biri başarıya ulaşabilirdi. Darbecileri caydıran ana etkenin, Batılı güç odaklarının AKP’nin üzerine çarpı atmamış olmaları, diğer bir deyişle TSK’ya karşı siyasi iktidarı yeğlemeleri olmuştur.
Hatırlanacaktır, AKP iktidarının ilk yıllarında, Türkiyeli bazı odaklarla işbirliği içindeki ABD’deki bazı lobiler, Bush yönetiminde etkili olan neo-conlardan (yeni muhafazakârlar) bir bölümünü de arkalarına alarak AKP’nin aslında takiye yaptığı, Batı’yı ve İsrail’i her an satabileceği yolunda bir kampanya yürütmüş ve hayli etkili olmuşlardı. 2004 sonunda Vatan Gazetesi’nin Washington muhabiri olarak çalışmaya başladığımda kendimi tam da bu kampanyanın ortasında bulmuştum. Pekçok yerli meslektaşımla bazı Türkiyeli akademisyen ve araştırmacının hevesle dahil olduğu bu kampanyanın ilk hedefi, henüz başdanışman sıfatını taşıyan Ahmet Davutoğlu ve onun “stratejik derinlik” diye adlandırdığı dış politik vizyonuydu. Amaç çok açıktı: Davutoğlu’nu gözden düşürerek, AKP iktidarının özellikle Ortadoğu’da ABD ve İsrail çıkarlarına tereddütsüz bir şekilde hizmet etmesini sağlamak. Ne var ki hem Davutoğlu ve AKP hükümeti hayli dirençli çıktı, hem de Bush yönetimi, özellikle de neo-conlar hızla çaptan düştü ve bu proje gerçekleşmedi. Obama’nın iktidara gelmesiyle de AKP hükümeti iyice derin nefes alma imkanına kavuştu.
Erbakan ile Erdoğan arasındaki fark “Batı karşıtlığı-Batıcılık” olmadığı gibi bazı ulusalcıların da hararetle öne sürdüğü gibi “millilik-gayrı millilik” de değildir. Bu bağlamda Milli Görüş hareketinin efsane isimlerinden Oğuzhan Asiltürk’ün, AKP’nin Ergenekon, Balyoz gibi davalar aracılığıyla Amerikan karşıtı subayları tasfiye ettiği iddiasının da (ki daha önce başkaları da dile getirmişti) pek bir değeri olmadığını vurgulayalım. Çünkü bu subayların büyük bölümünde Batı ve ABD’ye karşı bir alerji varsa, bu esas olarak anti-emperyalist filan olduklarından değil, söz konusu dış güçlerin kendileri yerine siyasi iktidarı seçmiş olmasından kaynaklanmaktadır.
Bitirirken şu soruları sormak şart: AKP’nin Batı ile ilişkileri, “zaruret”in ipoteğinden kurtuldu mu? Kurtulmadıysa ne zaman kurtulur? Kurtulursa ne değişir? Bu soruların cevaplarını başka yazılara erteleyelim ama AKP’nin İsrail politikasında, Davos’la başlayıp Mavi Marmara ile devam eden büyük değişimin altını muhakkak çizelim.
Son olarak Mecelle’nin bir kaidesini hatırlatalım: “Mani zail olduğunda, memnu avdet eder.” Yani engel ortadan kalktığında engellenmiş (yasaklanmış) olan geri döner.