Ruşen Çakır
(Vatan, 6 Mart 2011)
28 Şubat sürecinde genel olarak sosyalist solda, özel olarak ÖDP’de hakim olan “Ne şeriat ne darbe” yaklaşımını eleştirmemin belli bir kızgınlık ve öfke yaratmış olduğunu görüyorum. Ama şaşırmıyorum, çünkü solcu bir gazeteci olarak İslami hareket üzerine çalıştığım 27 yılda bu tür tepkilere alıştım. Son dönemde ÖDP bünyesinde İslam’a bakış konusunda yeni arayışlar olduğunu biliyordum fakat Birgün gazetesinde bana cevap yetiştirmeye çalışan yazılara baktığımda etkili yerlerdeki isimlerin hâlâ klişelerde ısrar ettiklerini gördüm ve üzüldüm.
Birgün’deki yazılardan birinde şöyle deniyor: “Dönemin koşullarının Çakır’a göre bir önemi yok; Başbakanlık konutuna doldurulan tarikat şeyhlerinin de, ekranlardan ve kürsülerden şeriat çağrısı yapanların da...”
Kimseyle polemik arayışında değilim, fakat bu cümleye “ne önemi olabilir ki?” diye sormamam ayıp olur. Veya “askerin demokratik sürece müdahalesinin bahanesi olan “dönemin koşulları”nı öne sürerek 28 Şubat darbecilerinin suçlarını hafifletmeye çalışmanın bir sosyaliste, sol harekete ne tür bir katkısı olabilir?” diye sormadan duramıyorum.
İnsafsızlık
15. yılında yapılan 28 Şubat değerlendirmelerindeki samimiyetsizliğin sağı, solu, dini, mezhebi yok maalesef. Medyada Mümtazer Türköne’nin başını çektiği, 28 Şubat’ın faturasını sağdan, Necmettin Erbakan ve RP’ye kesme tavrı buna bir başka örnek. Erbakan’ın 28 Şubat’taki MGK bildirisine imza atmış olmasından hareketle yapılan bu eleştirilerde çok şey var belki ama insaftan eser yok. Kuşkusuz demokrasi açısından arzu edilen, Erbakan’ın hiçbir taviz vermeden askere direnmesiydi, ama böylesi bir durumda Türköne’nin (ve şu günlerde 28 Şubat üzerine yaptığı suçlamalarla dikkat çeken Hüseyin Kocabıyık’ın) danışmanlığını yaptıkları Tansu Çiller’in DYP’si onun arkasından gelebilecek miydi? Nitekim Refahyol hükümeti de Çiller’in milletvekillerini kontrol edememesi nedeniyle dağıldı.
Erbakan’ın stratejisini kabaca “askeri oyalamak” olarak tanımlayabiliriz. Örneğin o meşhur bildiriyi imzaladı ama hayata geçirilmesi konusunda hiçbir adım atmadı, hatta 28 Şubatçıların en büyük kozu da bu oldu.
Erbakan’ınki tabii ki pek gerçekçi olmayan, hayli naif bir stratejiydi ve başarısız oldu.
Ya direnseydi?
Milli Görüş’ü ve Erbakan’ı en iyi tanıyan gazetecilerden olan Fehmi Çalmuk, 28 Şubat sürecinde Hoca’nın yakın çevresine “burdan Kızılay’a kadar gitsek arkamızdan çok kişi gelmez” anlamında sözler sarf ettiğini yazmıştı. Erbakan gerçekten böyle konuştu mu? Konuştuysa söylediklerinde haklı mıydı? Kızılay’a sahiden yürümeye kalksa ne olurdu?
Görüşlerini benimseyenler kadar benimseyenler de onu sevenler kadar sevmeyenler de Erbakan’ın ülkesini seven bir politikacı olduğunda büyük ölçüde anlaşırlar, cenaze töreninde de buna şahit olduk. Dolayısıyla Erbakan’ın ülkesini sevdiği için, istemeyerek de olsa herhangi bir direniş sergilemediğini, yani tankların üzerine çıkmadığını söyleyebiliriz. Ama şunu unutmamak lazım, Erbakan bunun faturasını bizzat kendisi ödedi: Hükümeti elinden alındı, partisi kapatıldı, kendisi siyasi yasaklı yapıldı... Fakat biz Erbakan’ın başına gelebilecekleri engellemek için askerlere başkalarını, hele diğer İslami yapıları işaret ettiğini görmedik.
Son söz: 12 Eylül, 28 Şubat, 27 Nisan gibi sert dönemler hakkında birilerini suçlamaya kalkanlar önce aynada kendilerine, ardından hemen yakın çevresindekilere baksalar herkes için daha hayırlı olur.