Tayyip Erdoğan’ın babasının çok asabi olduğunu, çocuklarını dövdüğünü kendi anlattıklarından biliyoruz. Babasından korktuğunu söylerken, onu “aslında ceberut bir adamdı” diye tarif ediyor. “Küfür ettiğiniz anda faturasını çok ağır ödersiniz, onun için zaman zaman babam bizimle hesaplaşmıştır” diyor. Hesaplaşmanın biçimlerinden biri 5-6 yaşındaki çocuğu –muhtemelen ayağından– tavana asmak!
Küçük Tayyip Erdoğan’ın babasını yatıştırmak için ayakkabılarından öptüğünü de yayımlanmış hayat hikâyelerinden biliyoruz. Tayyip Erdoğan’ın ve onu çocukluğunda tanıyanların anılarının ortak noktalarından birisi Ahmet Erdoğan’ın bu öfke nöbetlerinin çok sık olması ve genellikle ardından pişmanlık nöbetleri geçirmesi.
Aile içi şiddete maruz kalan Tayyip Erdoğan, yatılı okuduğu İmam-Hatip ortaokulunda yaşadığı öğretmen şiddetini de anlatıyor: “Hocamız söğüt dalıyla hepimizin cezasını verdi. O gece suya batırıyoruz olmuyor, suya tutuyoruz olmuyor. Ben hüngür hüngür ağlıyorum. Acıya dayanamıyorum.”
Tayyip Erdoğan’ın bu çocukluk anıları herhalde Türkiye’de büyük bir çoğunluğun çocukluk anılarından farklı değildir. Belki, babasının ceberutluğu nedeniyle, Türkiye’de 20. yüzyılın ikinci yarısında büyümüş çocukların ezici çoğunluğunun maruz kaldıkları “olağan” aile içi ve okul içi şiddet ortalamasının biraz üstünde şiddet görmüş olabilir.
Tayyip Erdoğan’ın çocukluğunda babasından, okulda öğretmenlerden veya kötü bir hamasi şiir okuduğu için belediye başkanlığından düşürülüp dört ay hapis yatarak devletten gördüğü şiddeti dinmek bilmeyen öfkesi ve kininin yegâne nedeni olarak ele almak indirgemecilik olur. Ama bu öfkenin, kendisinin iddia ettiği gibi sadece bir hitabet sanatının sergilenmesi olmadığını, bunun ardında çocukluğunda maruz kaldığı şiddete karşı bastırılmış bir öfke ve bu şiddetin aktörlerine karşı bir kin olabileceği olgusunu da bütünüyle yok saymak safdillik olacaktır.
Avrupa Konseyi 4 Mart 2015’de Fransa’ya bir ihtarname verdi. Fransa’daki yasalar arasında çocuklara yönelik her türlü fizikî şiddeti açıkça yasaklayan bir metnin olmadığını, ebeveynlerin “ıslah hakkı”nın yasalar veya içtihat tarafından tanınıyor olmasının bir muğlaklık yarattığı ihtarnamede belirtiliyordu. “Islah hakkı” çerçevesinde ebeveynlerin çocuklarına hafif fizikî şiddet uygulamalarını da yasaklamanın kişilerin özel yaşamına müdahale olacağını, böyle bir yasağın ebeveynlerin otoritesini iyice sarsacağını iddia edenler seslerini hemen yükselttiler. İhtarnameye daha ılımlı bir eleştiri, arzulanan sonuca bir yasaklamayla değil, şiddeti kesinlikle içermeyen bir eğitimin okulda olduğu gibi, aile içinde de teşvik edilmesiyle ulaşılacağını iddia ediyordu.
“Çocuk benim, nasıl eğiteceğime kimse karışamaz” diyenler, sonuçta çocuğu da bir özel mülkiyet nesnesi olarak gördüklerini itiraf etmiş oluyorlar. Yasalar bir yetişkinin başka bir ailenin çocuğuna en hafif şiddeti bile uygulamasını yasakladığına göre, şiddet özünde kötü bir şey. Ama çocuğun ergenlik yaşına kadar bir özel mülkiyet nesnesi olarak algılanmaya devam edilmesi, “ıslah hakkı” adı altında aile içi şiddete göz yumulmasına yol açıyor. Modern zamanlar öncesinde sadece çocuklar değil, kadınlar, hizmetkârlar ve köleler de bu mülkiyet hakkı kapsamı içindeydiler. Mülkün sahibinin karısına, hizmetkârına, kölesine ıslah amaçlı şiddet uygulaması yasaldı. Demokratikleşme bu “hakkı” geriletti ve geriye esas olarak ebeveynlerin çocuklarına “ıslah amaçlı sınırlı şiddet” kullanması hakkı kaldı!
Liberation gazetesinde, 20 Mayıs 2015’de yayımlanan yazılarında üç uzman (D. Delanoe, T. Baubet ve M-R. Moro) bu konuda bugüne kadar yapılmış 150’ye yakın bilimsel araştırmanın çocuğun maruz kaldığı her türlü şiddetin kısa ve uzun vadede onda bir dizi zararlı sonuç yaratma riskinin yüksek olduğunu gösterdiğini hatırlatıyorlar. Çocukluklarında şiddete maruz kalmış ergenlerde ve yetişkinlerde yakınlarına veya çevresine kötü muamele, zihinsel bozukluklar, aşırı endişe, depresyon, alkol bağımlılığının yanında, şiddete maruz kalmamış çocuklara nazaran daha kötü bir bilişimsel gelişmenin gözlemlendiğini belirtiyorlar. Bu araştırmalar, çoğunlukla masum gibi görünen, tokat atmak, kalçaya vurmak gibi şiddet yöntemlerinin ileride yarattığı davranış bozukluklarının küçümsenmemesi gerektiğini gösteriyor. Bu davranış bozuklukları arasında en ön sırada kadına yönelik aile içi şiddet, alkol bağımlılığı, şiddetli endişe krizleri geliyor.
Araştırmacılar İsveç’te on beş yıl önce çocuklara yönelik her türlü fizikî şiddetin yasaklanmasının ardından, şimdi gözlenen olumlu sonuçları hatırlatıyorlar. Her şeyden önce o tarihten beri hiçbir çocuk aile içi şiddet nedeniyle ölmemiş. Aile içi şiddet nedeniyle açılan davalarda anlamlı bir azalma gözlemlenmiş. Hırsızlıktan ceza alan ya da intihar eden gençlerin oranında %20 azalma olmuş. Tecavüz nedeniyle ceza alan gençlerin oranı %48 azalmış. Bu yasağı getirirken, İsveç hükümeti ailelere destek programları geliştirmeyi ihmal etmemiş elbette.
Bu araştırmalarda öne çıkan sonuç, çocukların maruz kaldıkları şiddetin, yetişkin olduklarında otoriter güce sahip olma eğilimini arttırdığı ve kadınlara yönelik şiddetin devam etmesinin en önemli nedenlerinden biri olduğu. Cinayetlerle çocuklukta maruz kalınan şiddet arasında da anlamlı bir ilişki kuruluyor. Elbette şiddetin derecesi ve süresi arttıkça bunun yarattığı davranış bozukluklarının boyutları da büyüyor.
Şimdi baştaki sorumuza dönebiliriz. Tayyip Erdoğan çocukluğunda aile içinde ve okulda şiddete maruz kalmasaydı, bu denli otoriter eğilimli, öfkeli ve kin dolu bir şahsiyet olur muydu? Bu sorunun elbette kesin bir yanıtı yok. Ama en azından şunu bilebiliyoruz: çocukluğunda şiddete maruz kalmasaydı bugün sergilediği kişilik özelliklerinin bir kısmına sahip olmama veya bunların daha az yoğunlukta tezahür etmesi ihtimali kuvvetli olurdu. Ama o zaman “Reis” olur muydu?