'Erdoğan demokrat değil ama samimi, basın ne demokrat ne samimi'

'Erdoğan demokrat değil ama samimi, basın ne demokrat ne samimi'

Etyen Mahçupyan süregiden basın özgürlüğü tartışmalarına Zaman gazetesindeki köşesinden katıldı. Mahçupyan, "Basının hiçbir zaman olması gereken basın olmaya yaklaşmadığı"nı belirterek "Başbakan’ın tavrı demokrat değil… Bu doğru. Ama samimi… Basın ise şu anki haliyle ne demokrat ne de samimi. Başbakan’ın kendisini demokrat diye nitelendirdiğini duymuyoruz. Ama basının içinde demokratlıkla ilgisi olmayan kişiler, sırf Başbakan’ın antidemokratik tutumlarına işaret etmekle kendilerini ‘demokrat’ kılabileceklerini sanıyorlar" dedi.

Mahçupyan'ın Zaman gazetesinde yayımlanan (13 Mart 2013) yazısı şöyle:

Basın özgürlüğü son dönemde en fazla suistimal edilen kavramlardan biri oldu. AKP karşıtlığını Batı’ya taşıma misyonunu yüklenen bazı solcular ulusalcılarla aynı safta buluştular ve tutuklu gazeteciler konusu bir kategorik şablona dönüştü.

Bu klişenin kullanımıyla hükümetin otoriterliği ve Başbakan’ın giderek diktatörleştiği birtakım ‘uzman’ gazeteciler tarafından ‘kanıtlanabiliyordu’. Söz konusu altı boş kolaycılığın da bir ömrü vardı ve nitekim son birkaç ayda bu direnme stratejisi sönümlendi.

Ne var ki madalyonun diğer bir yüzü daha var. Bu ülkede hukuk sistemi gerçekten de basın özgürlüğünü korumuyor ve yargı mekanizması gazeteciliği potansiyel bir tehdit olarak algılıyor. Diğer bir deyişle basın özgürlüğünün olmamasını suistimal edenlerin olması, bu özgürlüğün ne denli zayıf olduğu gerçeğini ortadan kaldırmıyor. Öte yandan hukuk ve yargı sistematiğinin bu yaklaşımını çok da yadırgayacak durumda değiliz, çünkü bu yaklaşım doğrudan Kemalist cumhuriyet algısıyla ve rejimle bağlantılı. ‘Genç’ Türkiye Cumhuriyeti makbul vatandaşın kim olduğunu saptarken, makbul vatandaşlığın ‘nasıl’ olacağını da belirledi. Basın ise bu süreçte eğiten ve eğitilen, yani aynı anda hem manipüle edilen hem de manipüle eden bir güç oldu. Devleti elinde tutan kadro basını kendi ideolojik uzantısı olarak gördü ve onu bu niteliği ile meşrulaştırdı. Karşılığında ise basın patronlarına ve gazeteciliğin duayenlerine imtiyazlar sundu. Böylece basın satın alındı ve yeniden üretildi. Diğer taraftan aynı devlet, basının hareket alanını da ideolojik olarak çizdi, onu sürekli tehdit altında tuttu ve bilerek iğdiş etti. Türkiye’de basın özgürlüğü anakronik bir kavram olarak ortalıkta gezinip durdu, ama basın o sürecin hiçbir anında ve hiçbir temel mesele karşısında özgür olmadı. Bu durum çok partili hayatta da zihniyet olarak devam etti ancak çeşitlenip bir yere kadar çoğullaştı. Çoğullaşmanın sınırını ise var olan siyasî partilerin menfaatlerini çizmekteydi ve basın siyasî kavganın taraflarının stratejik desteğine dönüşmüştü. Bu arada ‘merkez’ basının çeperinde tutunmaya çalışan yayın organları da kendi ideolojik mücadelelerinin esiri oldular. Haber almak ve haber vermek, Cumhuriyet boyunca gazetecilik mesleğinin ima ettiği kaçınılmaz öznelliğin çok ötesinde, kurumsal, sistematik ve kasıtlı bir öznelliğin taşıyıcılığını ifade etti.

Siyasetçiler bu durumu gayet elverişli buldular ve göreceli güçlerini ‘sahaya’ yansıtacak şekilde kullanmaktan çekinmediler. Basının hiçbir zaman olması gereken basın olmaya yaklaşmadığı bir ülkede, siyasetçiler de onları siyasî aktör olarak gördüler ve yayın tercihlerini siyasî açıdan değerlendirdiler. Böylece her siyasetçi ve her bürokratik kurum için ayrı ayrı ‘yandaş’ medyalar oluştu. Büyük ayrışma dönemlerinde ise medya ortadan ikiye bölündü ve kendi içinde cepheleşti. Basın, yaşanmakta olan kavganın parçası oldu ve olmak zorunda da kaldı. Çünkü kavganın kimin galibiyetiyle biteceğine bağlı olarak kartlar yeniden karılacak, imtiyazlar yeniden dağıtılacaktı. Dolayısıyla bu dönemler medya için bir ölüm-kalım mücadelesini ifade etti. Ayakta kalma uğraşı gazeteciliği daha da öldürdü, her haber neye ve kime hizmet ettiğine göre kıymet kazandı ve manipülasyona yatkın bir ‘gazeteci’ tipi mesleğe yerleşti.

İşin ‘güzel’ tarafı medyanın bu sisteme itiraz etmemesi, aksine ondan yararlanmayı maharet sayan bir patronaj ve yönetim kastı üretmesiydi. Basın sahipliği ve yöneticiliği devlet olanaklarının serbestçe kullanımına olanak sağlayan bir korunmuş alanın kapılarını açmaktaydı. Basın üzerinden siyasetçiye verilen hizmetin karşılığı başka alanda fazlasıyla geri alınabiliyor, kamuoyu oluşturma gücü basın ‘emekçilerinin’ siyasî nüfuz edinmesine vesile oluyordu.

Bu yapının demokrasiyle herhangi bir ilgisinin olmadığı ne denli doğruysa, ifade özgürlüğü ilkesiyle bağlantısının olmadığı da o denli açıktır. Son sızma olayında da mesele henüz bu ilkesel çerçevenin çok uzağındadır. Başbakan, elindeki her türlü siyaset imkânını kullanarak bir hedefe yürüyor ve bu tutumunu çok tali olaylarda bile değiştirmiyor. Başbakan’ın tavrı demokrat değil… Bu doğru. Ama samimi… Basın ise şu anki haliyle ne demokrat ne de samimi. Başbakan’ın kendisini demokrat diye nitelendirdiğini duymuyoruz. Ama basının içinde demokratlıkla ilgisi olmayan kişiler, sırf Başbakan’ın antidemokratik tutumlarına işaret etmekle kendilerini ‘demokrat’ kılabileceklerini sanıyorlar.

Başbakan’ı eleştirmeye devam edelim. Ama kendimizin ne halde olduğunu görmezden gelemeyiz.