Birol Başkan Georgetown Üniversitesi
Türkiye yeni yıla derin bir krizin tam ortasinda giriyor. Pek çok farklı boyutu olan bir kriz bu... gelecek hafta ve günlerde yeni boyutların ekleneceği ve bu yüzden daha da derinleşmesi muhtemel bir kriz...
Krizin bir boyutu siyasal sistemle alakalı... veya şimdi demode olmuş bir kavramla ifade edersek bir rejim krizi ile karşı karşıyayız. Mesela, varolan siyasal sistemin en temel özelliği, ki bu özellik Türk modernleşmesinin bir meyvesidir, devletin laik-seküler yapısı tehdit altında... Türkiye belki 1990ların Fransız tipi laiklik uygulamalarını arkada bıraktı, ama bize hedef olarak konan Amerikan tipi sekülerliğe de geçemedi. Artık daha büyük bütçeleri kontrol eden ve her geçen gün daha büyük bir özgüvenle siyasete müdahil olan ve olur olmaz konularda fikir beyan eden bir Diyanet var karşımızda... Bu sürecin nerede duracağını kestirmek zor. Fakat Diyanet’in Osmanlı devletindeki Şeyhülislamlık ofisinin işgal ettiği konuma evrildiğini ve bu evrilmenin devletin seküler yapısını bozacağını kestirmek zor değil.
Siyasal sistemin demokratik tabiatı da tehdit altında... Hem de bir çok yönden... Yasama gücünün timsali ‘meclis’ yürütmenin ‘noter’i haline gelmiş bir halde... Herhangi bir tek parti iktidarında rastlanabilecek meclis hakimiyetinin ötesinde bir durum ile karşı karşıyayız. Milletvekillerinin nerede ise hükmü yok. Bırakalım iktidar partisinin milletvekillerini, bakanların bile artık özgül ağırlığının varlığını sorguladığımız bir resim var karşımızda... Ülkenin en güçlü siyasi aktörü başbakanlık ofisi ve artık sayısını bilmediğimiz atanmış danışmanlar kadrosu... Demokratik bir rejimin iki olmazsa olmazı yargı bağımsızlığı ve basın hürriyeti ise bizzatihi hükümetin kapalı kapılar ardından yürüttüğü pratiklerle aşındırılıyor.
Türkiye’de Yürütme’nin Yasama, Yargı ve Basın karşısındaki orantısız gücü ve bu gücün uygulamaya dökülmesi siyasal sistemin ‘demokratik’ tabiatına öylesine yıkıcı darbeler vurdu ki, artık bu sistemi ‘demokratik’ olarak nitelemek bile zor gözüküyor. Sanırım ilk Taraf’tan Sezin Öney yaptı bu öneriyi... Türkiye’deki siyasal sistem daha çok Steven Levitsky and Lucian Way’in ‘rekabetçi otoriter’ rejimler tarifine daha çok uyuyor.
Türkiye’de yaşanan aynı zamanda, birçok kişinin dile getirdiği gibi, bir devlet krizi... Söz konusu devlet krizi sadece, 2. Yolsuzluk operasyonunun, mahkeme kararı olmasına rağmen, gerçekleştirilmemesi örneğinde olduğu gibi, devletin kilitlenmesi ile alakalı değil... Daha katmerli bir krizden bahsediyorum. Türkiye’de devlet kurumları iktidar partisinin, aynı kadınlar kolu veya gençlik kolu gibi, aygıtları haline geliyor. Son dönemde yaşanan AKP-cemaat gerginliğini, yapılan fişlemeleri ve süregiden tasfiyeleri bu sürecin bir parçası olarak değerlendirdiğimi not etmeliyim.
Yaşanan krizin belki de en vahim boyutu ise bu krizi çözmekle yükümlü olanların bizzatihi söz konusu krizin ortaya çıkmasında ve derinleşmesinden bir numaralı sorumlu olmaları... Özellikle Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın artık kontrol altında tutmak zorunda hissetmediği siyasi hırsları... Söz konusu hırslarını gerçekleştirmek için önüne gelen herkesi ve her grubu ezip geçecek, yok edecek kadar gözü kararmışlığı... Bunu yaparken de ne seküler ne dini hiçbir ahlaki zemini kabul etmemesi... Kısaca tam bir Makyevellilik...
Mevcut siyaset arenasının iktidar partisine alternatif üretmekten aciz olması ise siyasetin kilitlenmesi anlamına geliyor. Halbuki, iktidardaki parti bir çok kritik noktalarda önemli zaafiyetler gösteriyor. Milliyetçilik, sekülerlik, çevrecilik, demokratlık, refah devleti uygulamaları, hatta ve hatta muhafazakarlık gibi noktalarda iktidar partisi nerede ise sınıfta kalmak üzere... nitekim iktidar partisinin elinde liderleri konumundaki artık kült hale getirilmiş şahsı bütün saadetimizin kaynağı ve geleceğimizin mimarı göstermenin ötesinde topluma sunabileceği bir şeyi kalmadı. Buna karşın, bazı istisnai çıkışlar hariç, mevcut siyasal partiler bu çok münbit konularda iktidar partisine karşı kitleleri harekete geçirecek ve seçimi kazanır bunlar dedirtecek karşı argümanlar ürettiklerini söylemek çok zor... Halihazırda en etkin muhalif isimlerin siyaset dışından olması bu garabetin bir neticesi...
Krizin not edilmesi gereken başka boyutları da var elbette. Bence toplumun gittikçe kutuplaşması da yukarıda bahsettiğim boyutlar kadar hayati... Kürt sorunu ve PKK terörünün çözümü adına sorgulanan Türk kimliği etrafında dönen tartışma da sağlıklı bir zeminde yürümüyor. Zira varolan kimlik yerine AKP iktidarının nasıl bir kimlik ikame edeceğini tam olarak bilmiyoruz. Şimdilik sezgilerimiz konuşabilir. AKPlilerin kafasında bütün Müslümanları içine alan bir ümmet anlayışı var. Bu anlayış ise iktidarı toplumun önemli bir kesimine yabancılaştırıyor ve toplumsal kesimler arasındaki mesafeyi daha da artırıyor.
Kısa vadede bir çıkış yolu gözükmüyor. Bunun sebebi ise çok basit. Recep Tayyip Erdoğan siyasi iktidarının devamını içinde bulunduğumuz krizi çözmekte değil, derinleştirmekte görüyor. Daha doğrusunu söylemek gerekirse... Erdoğan krizin çözülmesi için bizden bir rüşvet istiyor sanki. Hırslarının önündeki bütün engelleri kaldırmakta ona destek olmamızı...
Partisi, partisine resmi ve gayri resmi kanallardan bağlanmış entellektüeller, yazarlar, akademikler, din adamları, cemaatler, kurumlar ve şirketler... bu devasa kitle de bu süreçte ne olursa olsun sonuna kadar Erdoğan’ı desteklemeyi dini bir vecibe şuuru ile sürdürecek görünüyor.
Bu kitlenin Erdoğan’ın arkasında sorgusuz sualsiz, kayıtsız şartsız saf duruşu sadece içinden geçtiğimiz krizi derinleştirmekle kalmayacak... Belki de en hayati neticesi, Türkiye’de son asrın en önemli toplumsal ve düşünsel hareketlerinden birinin, Siyasal İslam’ın da sonunu getirecek gibi...
Bu hareketin bir asırlık tarihine baktığımızda net olarak şunu görüyoruz. Siyasal İslam ne siyasi ne iktisadi anlamda çıkış amacının hilafina Batı menşeli karşıtlarına alternatif bir sistem üretemedi. İktisadi anlamda neo-liberalizme eklemlendi. Siyasal anlamda ise tam olarak ne önerildiği net değil... ‘Seçim sandığı’na yapılan aşırı vurgu ile Tocqueville’i bile aşamayan bir demokrasi anlayışı...
Bugün geldiğimiz hali ile ise bu halden daha sığ bir haldedir Türkiye’de Siyasal İslam... Mesele sadece bütün ikbalini ve iktidarını bir şahsın ikbaline ve iktidarına bağlamış olması değil... Daha da vahimi Erdoğan hükümetinin dağıttığı rantın adaletsizliğini ve irtikap ettiği haksızlıkları savunma durumunda kalması... Bunun neticesi ise görünür ve hissedilir bir şekilde Siyasal İslam’ın bir hareket ve düşünce olarak içinde yaşadığı toplumdan daha da aşağıda bir ahlaki zemine doğru kayması... O zaman geride kalan ne? Ümmet birliğine vurgu ve ritüele indirgenmiş bir din...
Halbuki Siyasal İslam’ın hem Türkiye’de hem de İslam dünyasında anlamlı bir toplumsal ve düşünce hareketi olarak varlığını sürdürebilmesi daha yüksek bir ahlakilik savunusu ile mümkün olacak....
Diğer bir deyişle, Türkiye derin bir krizin içinden geçerken, Siyasal İslam da kendi krizinin, derin bir ahlaki krizin içinden geçiyor. Bu krizi aşıp aşamayacaklarını şimdiden kestirmek çok zor.... Netice biraz da Ali Bulaç, Dücane Cündioğlu veya İhsan Eliaçık gibi isimlerin gelecekte hareket içinde ne kadar etkin olacağına bağlı... Şimdiden kestirebileceğimiz tek şey ise... AKP iktidarının en ağır yaralısının Siyasal İslam olacağı...