Leman dergisi çizeri Mehmet Çağçağ, "Erdoğan, mizahçılara düşman ola ola en sonunda mizahı da öğrendi, espri yapmaya başladı. Öfkenin değil, mizahın dilini kullansa yıllarca iktidardan düşmez" dedi.
90'lı yıllarda en çok satan ve mizah dergisinin sınırlarını da aşan bir dergiydi Leman. Yürüttüğü "Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık", "Cinsel Faşizme Hayır", "Arkadaşıma Dokunma" kampanyaları; "Lemantimedya" sayfası ve yarattığı karakterlerle 90'lı yıllarda fenomen oldu. Mehmet Çağçağ da, Gırgır dergisinden ayrılarak önce Limon devamında da Leman'ı kuran kadroda yer aldı. "Harala Gürele" ve "Daral&Timsah" köşelerini çizdi.
''Daral&Timsah" en popüler çizgi karakterler arasında yer aldı. Özellikle Timsah bir idole dönüştü.
Gırgır'ın ardından 90'lı yıllarda Leman en çok satan mizah dergisi oldu ve bir fenomen haline geldi. 90'lı yıllarda Leman'ı fenomen yapan neydi?
Gırgır bir mizah dergisiydi ama Leman bir mizah dergisi olmanın dışında hem eleştirel hem sorgulayıcı hem de yeni bir hayat özlemiyle özgür bir dünya, özgür bir Türkiye özlemiyle harmanlandığı bir yapıydı. Salt güldürmek ve komiklik iddiası taşımıyordu. Gırgır’ın, kapak ve politik sayfa dışında Kemal Sunal filmlerine denk düşen bir komedi anlayışı vardı. Limon ve Leman deneysel bir metindi; yeni bir dil arayışıyla toplumdaki fikirleri sembolik değil; daha gerçekçi karakterlerle anlatmak peşindeydi. “Avanak Avni” gibi bir çocuk karakter bizde olacaksa Amerikan Comics tarzı sembolik bir karakter değil; annesi, babası, hayatı, acıları neyse öyle bir çocuk olmalıydı. Ya da baba ile oğlu arasındaki çatışmayı çizeceksek, hem bizim için iyisini talep eden, hem de muhafazakar pozisyona düşen babalarımızı çizmeliydik. İşte buradan “Kıllanan Adam” çıkıyordu. Ebeveyn, okul, sosyal çevre gibi bize yön veren olguların önce kendilerini ortaya çıkardık, deşifre ettik, bunun dalgasını geçtik, güldük… Kendi ailemizi, milletimizi, karakterimizi, kültürel detaylarımızı tanıyalım anlamında Leman deneysel bir atölye çalışması oldu. Karakterler oluşturdu, o karakterlerle herkesin evine, gönlüne girdi ama sadece bu değildi. Bunun dışında Leman, kendi yaşadığı döneme tanıklık etmek, kaynak tutmak hem de mücadele etmek için teşhir ve alay etti. İşkence ise onu teşhir etmek ama onu yapan zihniyeti de alaşağı etmek, alay etmek, onu ucuz ve kötü düşürmek, çirkin kılmak… Kocaman bir Susurluk albümü hazırladık. Herkes bunu sıradan bir albüm olarak algılıyor ama yıllar sonra çok değerli bir belgedir. 12 Eylül sonrası karanlık bir korku toplumu olmuş Türkiye ve korkunun izleri de devam ediyordu. Bütün bunların içine girip de bu mücadele içinden bir iz bırakmak, bir belge bırakmak Leman adına benim adıma onur duyduğum gurur duyduğum bir durum. Çok korku ve endişe taşımama rağmen, evime gelirken arkamı düşünerek, arkamdan bir elin her an kolumu tutabileceğini düşünerek yaşadım ki benzer şeyler oldu. Aşiretlerden, bölgesel bir takım figürlerden bir takım karanlık güçlerden, siyasilerden, tehdit mektupları aldık. Fakat, çok sevilen birisiyseniz bir şekilde dokunulmazlığınız oluyor, sizin seviliyor olmanızdan birileri korkuyor. Bu sevginin koruyucu bir kalkanı oldu üzerimizde hep. Şükür o günler geride kaldı, nispeten o kadar değil bugünkü baskı.
90'lı yıllar çok sert geçen yıllardı. İnsan hakları ihlalleri, terör, işkence... O dönemin siyasi ve toplumsal ortamı da Leman'ı etkiledi mi?
Türkiye'deki gelmiş geçmiş en büyük sivil toplum eylemi “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” Leman’da başladı. Leman Kültür’de ilk şalteri Can Yücel indirdi. "Timsah" bile kendi meşrebine uygun bir şekilde o dönemi yaşadı. Niçin yaşadı? Kendi içinde, tek düze dünyasında bir genç, onu seviyorsa en azından kafasında bununla ilgili bir parantez açsın istedim. 12 Eylül duruşmalarının başladığı gün televizyonda genç bir kıza, “Neden buradasınız?” diye sordular. “Bilmiyorum, o dönemin etkilerini de yaşamadım” dedi ama hala yaşıyoruz etkilerini, o da fiziksel etkilerini yaşamamış o anlamda söylüyor. “Ama belgesellerde izledim, mağdurları gördüm ve sorumlu bir genç olarak burada olmak istedim” diyor. Bu çok önemli, insanlara siz tarihini anlatmazsanız kötü bir toplum oluşturursunuz. O yüzden bunların da tarih bilincinin oluşması açısından gösterilmesi gerekiyor.
2000’lerin başına geldiğimizde Leman'da bir ayrılık yaşandı. Ayrılanlar Penguen'i kurdu. Mizah dergilerinde böyle bir gelenek de var. Bu ayrılığın Leman'a etkisi nasıl oldu?
Bu kaçınılmaz, doğal bir şey; hem teknik hem ekonomik sebepleri var. Çünkü arkadan sürekli genç çizerler geliyor, kapıyı zorluyor, eski çizerler arasında yer bulamıyor ve bir mutsuzluk başlıyor. Bizim ayrışmamız Gırgır'da böyleydi. Biz köşemiz olmasına rağmen ayrıldık. Yeni bir dünya, yeni bir dil, yeni bir hayatın, yeni Türkiye'nin dergisi olma ihtiyacı hissetmemiz bizi ayrılığa itti. Şöyle bir durum da var; genç çizerler kazan kaldırıp, “Yeni dergi kuralım” deyip başına bir, iki abi alarak dergi kuruyorlar. Bizden bir ekibin kopmasının bir sebebi buydu. “Yeni bir dergi yapmak istiyoruz” diyorlardı ama ne olacağını açıkçası ben de çok merak ediyordum. Çünkü, yeni bir dergi yapılacaksa o dergiye karşı en çok iştahı olan halen de o çizerlerden birisiyim. Ben hep yeniliğin, yeni bir dilin peşinde koştum. Mesela Lemanyak’ı yaparken bir çıkış sebebimiz vardı. Biz politik bir nesiliz, siyasi bir iklimde büyüdük ama yepyeni bir kuşak geliyor ve bunlar 12 Eylül ikliminde büyümediler. Bunlar refah özlemi içinde daha iyi bir hayat yaşamak ve daha çok tüketmek isteyen, marka giymek isteyen bir nesil. Bizim gibi ciddi meseleleri yok meselesiz de bir nesil. Bizim nesilde inandığı uğurda olan çocuklar vardı. Ama bu neslin bırakın uğruna ölmeyi; bir inancı yok, gününü yaşamaya çalışıyor. Biz de tamamen "apolitik bir dergi yapalım, siyaset de olmasın, aklı serbest bırakalım ama herkes orijinal bir şey çıkarsın" dedik. O dergiden bir sürü karakter çıktı. “Kötü Kedi Şerafettin”, “Robinson ve Cuma”… Bu bir yenilikti, bu bir tasarımdı ve bana aitti. Arkasından gelen yeni dergilerin yapması gereken yeni bir format, yeni bir dil olmalıydı, merak ediyordum ama öyle olmadı. Leman’ın klonu, tekrarı oldu ama daha az politik oldu. Zaman içinde baktılar ki itibarsız oluyor. Mizah, meselesiz olduğu zaman itibarsız hale geliyor. Gırgır’ın, Leman’ın itibarını yeni bir dergiye koyacaksanız inancınızın olması lazım. Ama bu çağ bir anlamda böyle bir çağ böyle bir inancın da çok fazla oluştuğu bir çağ değil. Bölük pörçük, parça parça bireyler ve isteklerin çağı. Herkes kendi dünyasında, zamanını ve hayatını yaşıyor.
Ben halen yeni, bu zamanın kodlarını çözecek, etkili ve etkin olabilecek bir dergi peşindeyim. Çünkü Leman eskiden etkindi. Mizah dergileri belki satıyor ama etkin değil. Şu andaki dergiler 200 bin satsa bile etkin olmaz. Dili artık belirleyici değil. Leman her şeye yön veriyordu.
Leman kendini yenileyemedi mi? 2000’li yıllarla okurlarını kaybetti.
Bizim kendimizi yenilememiz için parçalanma olmaması gerekiyordu. Parçalanma olmasaydı, güçlü bir dergi olsaydı; insanlar o dergiye karşı bir dergi oluşturabilirdi. Bu parçalanma zaten bir yorgunluk getirdi. Şöyle bir süreç var; mizah dergileri gazete gibi kurumlar değil. Futbol takımları gibi çizerlerin belli bir zaman verimli olduğu, belli bir zaman sonra veriminin düştüğü yapılardır. Çünkü mizah dergileri arkadaş gibidir. Sen 25 yaşına geldiğinde dergiyle arkadaş olursun, derginin çizerleri de o yaşlardadır. İş hayatına başladığında yavaş yavaş unutmaya başlarsın. Çizer de o sırada 40’a gelmiştir. 40’a gelmiş bir çizerin anlattığı dünyanın hikayelerini yeni gelen çizer anlayamamaya başlamıştır. Çizerlerin verimli olma süresi vardır, sonrasında etkili olmamaya başlar. Bunu aşabilen çizerlerden birisi olarak söylüyorum. Ben bugün halen çizsem çizdiğim karakterin peşinde olan bir okuyucum var. Çizerin de kendisini zamanın koşullarına göre uydurması lazım. Çizdiğim karikatürün etkisi genç bir çizerin çizdiği karikatürün etkisi kadar olmayacaktır çünkü benim çizdiğim şey biraz abi, baba çizgisi gibi kalacaktır. Çünkü yeni gençliğin öncelikleri farklı. Şimdi Angry Bird’le büyüyen bir kuşak var. Simpsonla büyüyen bir kuşak var. Benim çocuğum başka bir çizgi talep ediyor. Önüne koyduğunuz zaman Uykusuz içindeki karakterleri daha yoğun benimseyerek okuyor. Leman karakterlerini ise daha yaşlı çizerler olduğu için daha uzaktan okuyor. Leman çizerlerini kaybetmeseydi, yeni çizerlerle içinden zaten yeni bir dergi doğurmak üzereydi.
“Mizah dergisi okurları başlar, bitirir ve mezun olurlar” demişsiniz. Leman okurları da mezun mu oldu?
Limon ve Leman 30 yılda üç-dört kuşak okur demek. 15 yaşında okumaya başlamış birisi biz o zamanlar 25’lerdeydik. Şimdi onlar 45’lerde. İyi bir okur 10 sene çok çok iyi bir okur 15 sene mizah dergisi okuyor. Münferit olarak da Gırgır’dan beri okuyanlar da var. Çok yaşlı bir kadın geldi ziyarete Gırgır- Limon-Leman devam etmiş ve halen de okuyor. Ben şu anda okuyamıyorum gözlerim gitti. “40’dan sonra okuyamıyoruz dergileri” diyorlardı. Yakın gözlüğü olmadan okuyamıyorsun çünkü balonlar o kadar küçük ki.
Limon dergisinde "Daraloğlan" olarak başlayan ve Leman'da "Daral ve Timsah" devam eden karakterleri yarattınız. Neydi "Daral ve Timsah"ın çıkış noktası...
Daral, 90’ların çocuğu, temellerini 80’lerde attım aslında. 80’lerin sonunda 12 Eylül’ün arkasından enteresan bir gençlik geldi. Arayışta olan, politik bir meselesi olmayan çünkü onunla ilgili imgeler korkutucu duymak da dinlemek de istemiyor o yüzden apolitik ama hayatındaki boşluğu doldurma isteği olan bir gençlik. Daral da böyle bir karakterdi. Hayatın anlamını arayan bir karakter.
O dönem "The Meaning of Life" (Hayatın Anlamı) diye bir Monty Python filmi vardı. Şimdi seyrediyorum çok saçma geliyor çünkü hayatın anlamını arayan, hayatın anlamını ararken de absürdlükler silsilesi içerisinde akıp giden bir film… Hayatın anlamını arayan insana “ara ara bilmem neyi bulursun” dercesine bir filmdi. Hayata anlam yükleme arayışıyla dalga geçen bir filmdi. Tam da böyle bir ruh halinden Daral çıktı. Hayat bir şekilde anlamsız çünkü dünyayı değiştirme özlemi, 68 kuşağı gitmiş, yeni kuşak kendini değiştirmeye, kendini kurtarmaya çalışıyor. Böyle bir karakter oturmadı tabii karşılığı var ama insanlar diyor ki; “Bu benim zaten ne olacak.” Farklı bir şey bulmak, kötü olmak istiyor ama kötü olamıyor çünkü bir önceki dönemden devraldığı ahlak var. Böyle bir durumda “benim evladım işini bilir” gibi bir genci Timsah’ı yarattım. Timsah can suyu verdi Daral’a. Sonraki yıllarda tecrübeyle anladım herkes kötüyü daha çok merak ediyor. İyiye sırtını dönüyor ama kötüye yüzünü dönüyor. Kötülük gelmesin diye ya da merak ediyor. Ben kötüyü çizdikçe, kötülükler esprileri yağmaya başladı. Timsah, hiçbir şeyi sorgulamayan, istikameti pantolonu doğrultusunda olan ve sadece yemek, içmek, sevişmek, marka giyinmek ve bunu yaparken de hiç çalışmamak olan; baba fonlasın versin ben de yiyeyim diyen bir karakter.
Ama öyle bir baba yok…
Evet, onu da yarattım: Ünal Dayı. Daral’ın babası… Ünal Dayı’nın parasını önce Daral’ın üzerinden transfer ediyordu sonra kendisi daldı. Sonra gıyabında kullandı o imtiyazları ve her şekilde yürüdü. Timsah yürüdükçe de kimse onu sorgulamadı sevdi. Kadınlar da böyle bir karakteri çok sevdi. Erkeklerden daha çok eleştiri aldım.
Kadınlar neden daha çok sevdi?
Çünkü, kötü erkeği gösteren bir yer yoktu. Televizyonda çok sembolik olarak gösteriliyordu. Sinemada ya Nuri Alço gibi gazozuna bir şey damlatıyor ya “tecavüzcü Çoşkun” gibi tecavüz ediyor ya da Önder Somer gibi zengin bir karakter taşradan gelen kıza soğuk davranıp kandırıyor. Tiyatroda böyle bir örnek yok. Timsah’ta her hafta kötülük bulmak zorundayım, erkek ne şekilde kötü olabilir diye. Kadınlar için erkeğin el kitabı haline dönüştü. Timsah, Türk erkeğinin bilinçaltı hakkında ip uçları veren, tanınmasına neden olan bir kılavuz oldu. Kadınlar o yüzden sevdiler. Çünkü yüzsüzdü, utanma yoktu, o yüzden kötülüğünü açığa vurabiliyordu, saklamıyordu. Haliyle erkek tanıma rehberi oldu; tabii bir kısmını hepsinin böyle olduğunu düşünmüyorum.
Bir süre sonra "Timsah" bir sıfata da dönüştü. “Timsah gibi adam…” diye.
Bir karakterin sıfata dönüşmesi o işin en keyifli tarafı. Tatil yerlerine gidenler beni arayıp “Abi burada Timsah bulduk” diyorlardı. Gerçekten gittiğim yerlerde Timsah’ı benimsemiş salaklarla karşılaştım. Onun en çok satan tişörtü Timsah’ın bütün zaaflarını yazdığım, sevdiği, sevmediği alabildiğine onun kötülüğünü ele veren bir metin yazdığım tişörttü. Hem erkekler hem kadınlar giydi. Aslında insanlar onda kendine güldü. Herkesin içinde Daral’lık, Timsah’lık var.
Dergideki köşede "Daral ve Timsah"ın yanında "Tripanazomi Gambiyetsizler" başlığı da vardı. Ne anlama geliyor?
Bu lafı bir yerden duydum, hoşuma gitti bu lafı kancalarsam merak uyandırır diye düşündüm. Çünkü ne anlama geldiğini bilmediğiniz bir şey sizi daima merak ettirir. Tripanazomi Gambiyetsizler, merak unsuru olarak karakterin altına koyduğum bir alt isim oldu ve işe de yaradı. Tripanazomi, Afrika’da uyku hastalığına neden olan, keçe sineği de denen bir parazit. Gambiyetsiz de benzer bir parazit. Timsah da bir şekilde parazit çünkü bir şey üretmeden, birilerinin üzerinden tüketiyor. İnsan üreten bir varlık yani besinini üretebilecek, kendi ekmeye biçmeye müsait, aklı olan bir varlık. Bu yeteneklerini kullanmadığı zaman bir başkasının emeğinden çalmış oluyor. Bu anlamda da Timsah’a yakıştı.
Leman’la devam edelim. Siyasetçilerle aranız hiç iyi olmadı, davalar açıldı.
Siyasetçilerle aram iyi olsun da hiç istemem niye olsun ki. Siyasetçiler çözüm üretmek için oraya gelen insanlar. Siyaset budur; çözüm için yapılır. Bazen yanlış gerçek gibi gösterilir, gerçek yanlış gibi. Siyasetçilere Türkiye’de çok fazla da kızmıyorum çünkü siyasetçiler vasat ama toplumda o anlamda vasat. Bu vasatları destekliyorsa da toplum layık olduğu şeyi buluyor. Ama biz ne yapıyoruz, seçtiği adama yaratmış olduğu öfkeye karşı halkın yanında, o öfkeyi yaratan unsurlara karşı çomak sokmaya çalışıyoruz ya da başımızda bir baskı unsuruysalar, adil değilseler, çalıp çırpıyorlarsa kamu adına bunları alaşağı edip, alay ederek, çökertmeye çalışıyoruz. Çünkü iktidarın en çok korktuğu şey alay noktasına gelmek, artık alay ediliyorsan iktidar değilsindir zaten. Bugün Kenan Evren’in düştüğü durum, bir zamanların en büyük iktidarıydı. Manşetlerde “Kafeste getirseydiniz” deniyor. Ben buna da üzülüyorum, adamın resmine bakıyorum, merhamet yapıyorum. O benim yaşlarımın biraz üzerindeydi darbe yaptığında. Bu adamdan merhamet bu kadar mı uzaktı. 17 yaşındaki bir çocuğu “asmayalım da besleyelim mi” deyip, öldürdü. Bu adama ben çok öfkeliyim, o çocuk benim çocukluk arkadaşımdı, mahallemin çocuğuydu. Ne zaman Erdal Eren mevzusu geçse gözlerim dolar. Bu adamın mahkeme üzerinde baskı oluşturarak bu çocuğu astırması karşısında çok çok öfkeliyim. Öfkeli olmama rağmen şimdi resmine bakıyorum bebek gibi olmuş artık. Onu kafese koymaya çalışsalar, aynı öfkeyi duyarım. Suç belli bir yaşın üzerinde oluşuyor, akıl yerine gelince denir. Onun aklı falan kalmamış, bebek gibi olmuş. Ama içinde kötülük yine çalışıyor. “Demirel’in olmamasına şaşırdım” diyor. Adam hala kişisel hesapların peşinde. Ama buna rağmen ben ona merhamet ediyorum. Kafese sokulmasını istemem. Bu kadar merhametsizliğin toplumda olmasını istemem.
Şebinkarahisarlısınız, Erdal Eren çocukluk arkadaşım dediniz. Neler hatırlıyorsunuz ona dair…
Kasabaya her gittiğimde evinin etrafında dolaşırım çünkü onun eviyle ilgili çizdiğim gerçek bir hikaye var. Şebinkarahisar’ın “Karahisar Kalesi” diye bir kalesi var. Kaleye turistler çıksın diye yol yapılırken -turist bizde kasabaya dışarıdan gelen insan demekti illa yabancı olması gerekmiyor- dinamit patlatıldı. Nasıl bir hesap yapmışlarsa, kaleden kopan taşlar kasabada evlerin üzerine düştü. Taş mahallesinde bir evin üzerine düştüğünü duyduk ama onların evi olduğunu bilmiyoruz. O sırada da dinamit patlamasını seyrediyorduk, koşa koşa gittik. Erdal Eren’in evinin olduğunu gördüm. İçeriye girdim, tavan delinmiş, yerde kocaman bir taş vardı. Ve ben o taşın öyküsünü çizdim. Allah’tan evde kimse yoktu. Erdal aramızda kaldı ama sonra başka bir taş düştü o eve diye, Kenan Evren’i havada taşa dönüşmüş şekilde ve onu aramızdan alışının öyküsünü çizmiştim.
Erdal bizden 3 yaş küçüktü, oyunlarımızda kenarda duran çocuklardandı. Küçükken 3 yaş çok büyük bir yaş geliyor. Onlar bir yerde oynarken biz bir yerde oynuyorduk. Aynı mahallenin çocuğuyduk, babası küçük kardeşimin de öğretmeniydi.
Ertuğrul Özkök bir yazısında Bülen Arınç'ın Başbakan'a “Gel seninle, korumaları da almayalım. Kravatları da takmayalım ve birlikte Leman Dergisi'ni, Penguen Dergisi'ni ziyaret edelim” dediğini yazmıştı. Başbakan gelseydi nasıl karşılardınız?
Erdoğan, siyaset tarihinde de mizah tarihinde de ya da ifade özgürlükleri tarihinde de her şekilde yer alacak. Çünkü karikatüristlerle bu kadar uğraşan bir siyasetçi tarihimizde yok. Eleştirilmeyi sevmiyor, kişisel tepkisinin dışında bir siyasetçinin eleştirilebilirliğine de hoşgörüyle bakmıyor. Hiçbir şekilde karikatürize edilmek istemiyor. O yüzden karikatüristlerle Erdoğan’a, Tom ve Jerry benzetmesi yapıyorum. Bir şekilde öyle bir yafta yapıştı ona o çıkmaz. Ama son dönemde daha hoşgörülü, uzun bir süredir dava açılmıyor. Sonuçta karikatürün çok büyük gücü var. Erdoğan bu toplum için çok güzel şeyler de yapmış bir siyasetçi. Üretmeyen bir toplumu üretir hale getirmiş, işsizlik gibi kronik sorunlarına çareler üretmeye çalışmış, Türkiye’yi konuşulan, üzerinde düşünülmesi gereken bir ülke haline getrmiş. Karikatüristler sanmasın ki ona körü körüne düşman onun iyi taraflarını da mutlaka görüyor. Ama karikatürist iyi olanı alkışlamaz. Doktor hastalıkla uğraşır, iyilikle uğraşmaz. Biz işimizi yapıyoruz. Biz muhalefet yapmak zorundayız. Biz muhalefet yapmazsak ona ıslık çalıyor gibi oluruz. Eleştiri insanı güçlendirir, zayıflatmaz.
Eşim geçenlerde “Erdoğan’ın son dönemlerde metinlerini bir mizahçının yazdığını düşünüyorum. Etrafında öyle birisi var mı? Çok esprili konuşuyor” dedi. Esprili konuşmak gerçek bir iktidardır. Öfkenin dili o kadar komik ki aslında. Ciddi olmak komik duruma düşmektir. Ama gerçekten espri yapıyor olmak güçlü bir lidere yakışır. Ben fark ediyorum Erdoğan espri yapmaya başladı. Mizahçılara düşman ola ola en sonunda mizahı da öğrendi. Mesela; ziyaret ettiği bir evde arayana “ben annenizin sekreteriyim” dedi. Çok hoşuma gitti. Kalkıp böyle bir şey söylemesi çok sıcak, onu sevdiren, onu ceberut bir liderden mahalleden komşun, akraban, arkadaşın yakınlığına getirdi. Ara Güler’e ödül verirken oturup fotoğrafını çekmesi bunlar güzel hareketler. Erdoğan öfkenin değil, mizahın dilini kullansa yılarca iktidardan düşmez. Sosyal demokratlarda mizah dilini kullansalar onlar da çok güçlü muhalefet yapmış olurlar. Çünkü artık o öfkeli yüzü kimse görmek istemiyor. İnsanlar zaten mutsuz. İnsana en güzel ilaç; gülmek, kahkaha atmak ve bunu kapitalistler her yerde kullanıyor. Reklamların dili güler yüzlü. Reklamlarda Cem Yılmaz, Şahan kullanılıyor. Niye? zaten herkes gergin, mutlu değil, kaygılı, endişeli…
Pozantı Cezaevi’nde yaşananlarla ilgili karikatürünüz eleştirildi. Özellikle Twitter'da tepki gösterenler oldu.
O bir provokasyondu, o karikatür provoke edildi. Birileri tarafından yanlış okundu ve okutturuldu. Bu sayı çok devasa bir sayı değil, küçük bir çevrede kaldı. Tamamen yanlış anlama, beni bilen biliyor. O karikatür, doğru okuyan için çok etkili bir karikatür. Karikatür okumakta antreman gerektiren bir şey. İnternette karikatürü okumaktan aciz insanlar var. Benim hatam bunu kestirememek oldu. Karikatür de provoke edilebiliyor. Çok net ve yanlış anlamaya mahal vermeden çizilebilmeli. Ben gerçekten yanlış anlamanın ne olduğunu anlamış değilim. Eleştirilerden de anlamadım, eleştiriler bana “bu karikatürden şu anlaşılıyor” gibi bir şey ifade etmiyor.
Taş atan çocuklar bizim trajedimizdir ve bu trajedinin sorumluları herkestir. O çocukların böyle bir mücadeleye daha çocuk yaşlarda katılması eleştirilecek bir şey değildir. O çocukları yargılamak, hapse atmak benim defterimde kabul edilecek bir durum değildir. Ve bu çocukları içeride görmeye tahammül edemediğim için üstelik karikatürde içeride "taciz ve tecavüz" diye yazmış olmama ve bunu yaftalamama rağmen, çocukların can havliyle, en çok ihtiyaç duyduğu o an “taş yok mu taş” deyip başkaldırmasıdır tacize tecavüze karşı. Bunun yanlış anlaşılacak bir tarafı yok. Bunu şöyle algılıyorlar: “Bak bunlar taciz ve tecavüz ediyor, hala taş yok mu taş diyor.” Bunu böyle yazıyorum sanıyor. Nasıl bir akıl bu akıl. Bu bana bu durumu öğretti. Ben de çok endişelendim bu durumdan, çok rahatsız oldum. Sonra düşündüm ki Aziz Nesin toplumun yüzde 60’ı aptal demiş. Yüzde 60 değil ki yüzde 000.6 yanlış anlama var. Bunun için boşu boşuna kendimi üzdüm diye de üzüldüğüme üzüldüm. Ama şöyle bir gerçek var karikatüristler için, artık internette bebek kafalı hatta şebek kafalı okuyucular, hatta okumayanlar var. Karikatüre bakmadan sana küfür eden adamlar var. Bir kibrit çakılıyor ve bir orman gibi yanıp gidiyor her şey. Bu anlamda çok tehlikeli buluyorum Twitter’ı. Kime ne kazandırıyor. İnsanın çok temel bir şey üzerine söz söyleme, ben de varım deme duygusu üzerine inşa edilmiş, çok güzel bir zemin üzerine kurulmuş ama sadece Twitter’ı kuranlara ve Amerika'ya faydası var başka kimseye faydası yok. Bu toplumu geliştirdiğine, dönüştürdüğüne inanmıyorum. Çünkü burada değersizlik yaratılıyor, değer yaratılmıyor. Burada bir profesörün düşüncesiyle o profesörün aklına, emeğine küfür eden çocuk aynı seviyede yan yana yer buluyor. Kalkıp senin aklını … diyor. Başka yerde söyleyebilir mi karşına çıkabilir mi? yok.