"Erdoğan, o yıllarda valilikten yürüyüş izni çıkmayınca, yasağı protesto eden bildiri dağıtmıştı"

"Erdoğan, o yıllarda valilikten yürüyüş izni çıkmayınca, yasağı protesto eden bildiri dağıtmıştı"

Türkiye'de "sokak" eksenli tartışma sürüyor. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, toplanma ve gösteri hakkının uygulanamadığını, hükümetlerin buna müsaade etmeyeceğini  söyleyen Fox TV Ana Haber sunucusu Fatih Portakal'ı meydanlarda, "Bu millet patlatır enseni" sözleriyle hedef gösterip, muhalefeti vatandaşı sokağa davet etmekle suçlarken CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, "Ben zaten sokaktayım" sözleriyle rest çekiyor. İyi Parti cephesi, Erdoğan'ın "İkinci Gezi'ye ihtiyacı olduğunu" düşünüyor. Bu tartışmalar sürerken Karar yazarı Yıldıray Oğur Erdoğan'ın 1991 Körfez Krizi yıllarında bir yürüyüş düzenlemek istediğini, izin çıkmayınca da Eminönü Meydanı'nda halka bu yasağı protesto eden bir bildiri dağıttığını ifade etti. Oğur, bildirinin "Dönemin RP il başkanı Erdoğan, SHP il başkanı Karakaş, HEP il başkanı Özçelik, Sosyalist Parti ve Sosyalist Birleşik Komünist Partisi temsilcileri birlikte dağıtıldığını" söyledi.

Erdoğan, sokak eylemlerine izin vermeyeceklerini söylerken Kılıçdaroğlu’na da “Bu defa kaçmaya fırsat bile bulamazsın” demişti. FOX TV sunucusu Fatih Portakal’a ilk olarak isim vermeden “Haddini bilmez” diyen Erdoğan, daha sonra "Mandalina mıdır, portakal mıdır, narenciye midir, ... bu millet patlatır enseni" ifadesini kullanmıştı.

Oğur'un "İster portakal, ister mandalina, istersen narenciye ol..." başlığıyla (19 Aralık 2018) yayımlanan yazısı şöyle:

Son günlerde portakalda vitamin bile olmayan protesto gösterisi ihtimali üzerinden Türkiye’de tehditler, hakaretler havada uçuşurken dünyanın her yerinde farklı nedenlerle insanlar sokaklardaydı.

Paris’teki Sarı Yelekliler malum. Budapeşte’de de Orban hükümetinin Meclis’ten geçirmeye çalıştığı çalışma sürelerini uzatan “Köle Yasası” ve yargıyı iktidara bağlayacak yeni mahkemelerin kurulmasına karşı Macarlar sokaklarda Dün 10 bin gösterici “iktidarın borazanı” olmakla suçladıkları devlet kanalına yürüdü.

Ürdün’ün başkenti Amman’da ise sosyal medyadan örgütlenen halk, günlerdir artan vergileri, hükümetin kemer sıkma politikalarını protesto ediyor. 

ABD, Avusturalya, Belçika, İsveç gibi müreffeh ülkelerin sokaklarını ise haftalardır Polonya’daki sonuçsuz iklim zirvesini protesto eden ve hükümetlerini adım atmaya çağıran küresel ısınma karşıtı gençler dolduruyor. Bütün dünyaya yayılan eylemleri 15 yaşındaki İsveçli Greta’nın okul boykotu çağrısı başlatmıştı.

Atina sokakları da hareketli. 10 yıl önce polis tarafından öldürülmüş 15 yaşındaki bir çocuğu anma gösterilerinde yine olaylar çıktı.

Bir süredir Çekler, ondan önce de İsrailliler yolsuzluk soruşturmaları yüzünden Başbakanlarının istifası için sokaklara çıkıyorlar. 

17 Aralık ayrıca Tunus'ta zabıtanın mallarına el koyması üzerine kendini yakarak Arap Baharı'nın fitilini ateşleyen Muhammed Bouazizi'nin de ölüm yıldönümü.

Her protestoyu oyun, kurgu, birilerinin düğmeye basması olarak görenler için inanması zor ama işte dünyada hala sokaklara çıkıp protesto gösterileri düzenleyen insanlar var. 

Tabii hiç bir iktidar sokaklarda protesto edilmekten memnun olmaz.

Türkiye’de de hiç bir zaman olmadı. 

Demokrat Parti’nin anti demokratik Tahkikat Komisyonu yasasını protesto için darbeden bir ay önce 28 Nisan’da İstanbul ve Ankara’da patlak veren öğrenci olayları, iktidarı panikletmiş, güç kullanmasına neden olmuş, o aşırı güç kullanımı da darbeyi hızlandırmıştı.

12 Eylül darbecileri de darbenin gerekçelerinden biri olarak darbeden kısa bir süre önce Konya’da MSP’nin öncülüğünde düzenlenen ve Erbakan’ın da katıldığı Kudüs Yürüyüşü’nü göstermişti. 

12 Eylülcüler bu yüzden yeni anayasada ve uygulamasında toplanma ve gösteri hakkına sınırlar getirdiler.

Valilikler ve emniyet “kamu düzeni” gibi gerekçelerle hoşlanmadığı gösterileri iptal etme hakkında sahip oldu. 

Valiliğin izin vermediği yürüyüşlerden biri de 1991 Körfez Krizi günlerinde İstanbul’daki bazı parti il başkanlarının çağrı yaptığı “Savaşa Hayır” yürüyüşüydü.

O günün CHP’si, SHP’nin İstanbul İl başkanı Ercan Karakaş’ın ev sahipliği yaptığı ilk toplantıdan sonra, sekiz partinin temsilcileri (SHP İl Başkanı Ercan Karakaş, DYP İl Başkan Yardımcısı Recai Dıblan, Halkın Emek Partisi (HEP) İl Başkanı Osman Özçelik, Sosyalist Birlik Partisi MKYK üyesi Erol Kızılelma, Sosyalist Parti İl Başkanı Mustafa Birçek, Türkiye Birleşik Komünist Partisi İl Başkanı Başkanı Zeynep Vardal ve Yeşiller Partisi temsilcisi Türksan Başer Kafaoğlu) yürüyüş çağrısı için Refah Partisi İl Başkanlığı’nda bir araya geldiler. Ev sahibi RP İstanbul İl Başkanı Recep Tayyip Erdoğan’dı.

Fakat valilik sekiz partinin “Savaşa Hayır” yürüyüşüne izin vermedi. Daha sonra sekiz parti miting yapmak için bir kere başvurdu. Yine “kamu düzeni”, “ülkemizin içinden geçtiği hassas günler” gerekçeleriyle mitinge de izin çıkmadı.

Bunun üzerine RP il başkanı Erdoğan, SHP il başkanı Karakaş, HEP il başkanı Özçelik, Sosyalist Parti ve Sosyalist Birleşik Komünist Partisi temsilcileri hep birlikte Eminönü Meydanı’nda halka bu yasağı protesto eden bir bildiri dağıttılar.

Bildiri epey sert yazılmıştı:

“Halkımızın büyük bir bölümü bu savaşa karşı ama Özal ve ANAP iktidarı adım adım ülkeyi savaşa götürüyor. TRT ve Magic Box Özal’ın savaş politikalarının sözcülüğünü yapıyor. Savaşa son verilsin diyen barış yanlısı insanlara olmadık baskılar uygulanıp, miting ve gösteri yapmaları engelleniyor. Bizler muhalefet partilerinin İstanbul il yöneticileri olarak bu savaşa derhal son verilmesini, daha fazla insana kıyılmamasını, doğal çevrenin tahribinin önlenmesini ve ülkemizin hiçbir şekilde bu savaşa girmemesini istiyoruz. İşçi ve emekçileri Özal ve ANAP iktidarından kurtulmak için dayanışmaya çağırıyoruz.”

İktidarların hoşlarına gitmeyen sokak gösterilerini kriminalize etmesi, arkasında komplo, oyun, dış kaynak aramasının da yakın tarihimizden sayısız örneği gösterilebilir.

Onlardan en ilginçlerinden biri 1994’de yaşanmıştı.

Türkiye büyük bir ekonomik kriz içindeydi. Hükümet meşhur 5 Nisan kararlarını açıklamış, işçiler, memurlar sokaklara dökülmüştü. Sendikalar grevlere gidiyor, otoyollar, fabrikalar işgal ediliyordu. Tabii kimsenin aklına bütün protestoları yasaklamak gelmiyordu.

O günlerde Türkiye’nin yakından izlediği Bosna Savaşı’ndan gelen bir haber ise büyük bir şok yaratmıştı. 9 Nisan’ı 10 Nisan’a bağlayan gece, TGRT ve Star televizyonları Sırpların Boşnakların yaşadığı Gorazde’yi kimyasal silahlarla vurduğu haberini geçmeye başladılar. Sabaha kadar televizyonlara bağlanan gazeteciler, yazarlar protesto çağrıları yaparak katliamı lanetledi.

Ertesi gün kimyasal saldırıyı protesto için bir milyonu aşkın insan Taksim Meydanı’nda toplanmıştı. Ankara’da ve Türkiye’nin her yerinde de halk sokaklara çıkmıştı.

Daha sonra haberin doğru olmadığı ortaya çıktı ama ellerinde Refah Partisi, MHP, Osmanlı ve o günlerin medya tabiriyle “yeşil şeriat bayrağı” ile bir anda meydanları dolduran kalabalıklar hükümeti ve medyayı ürkütmeye yetmişti.

Başbakan Çiller’e göre “gösterilerin arkasında ikisi de rejim karşıtı RP ve DEP (o günlerdeki HDP) ittifakı” vardı.  Başbakan Yardımcısı Karayalçın’a göre ise  “Bunlar kendiliğinden oluşmuş gösteriler değildi. Sistemli ve örgütlü bir şekilde sahneye konulmuştu.”

Çalışma Bakanı Moğultay “Gösterilerin laikliğin kabul edildiği 10 Nisan gününe denk gelmesinin tesadüf olmadığına” dikkat çekerken, Adalet Bakanı Oktay ise “İki televizyon ve gösteri için çağrı yapanlar hakkında DGM’lerin harekete geçtiğini” açıkladı.

Bu açıklamalar üzerine konuşan RP lideri Necmettin Erbakan daha sonra parti kapatma gerekçesi olarak kullanılacak meşhur “kanlı mı olacak kansız mı” konuşmasını yaptı. 

Konuşmasının bir yerinde de Taksim’deki mitinge sahip çıkarken şöyle demişti: “Sen uşaklık yaparsan halk da ayaklanacak. Ankara’da, İstanbul’da gösteri yapacaktır. Seçimle gitmezseniz halk da böyle ayaklanacaktır.”

Erbakan hakkında da soruşturma açıldı.

Antalya’da toplantı halindeki savcılar bir bildiriyi yayınlayarak “laikliği koruyacağız” mesajı verdi. Toplantıya telgraf gönderip savcıları tebrik eden Genelkurmay Başkanı’nın mesajı da ayakta dakikalarca alkışlandı.

Türkiye bu tecrübelerden sonra 2001 yılında AB reformlarına uyum yasaları çerçevesinde "Herkes, önceden izin almadan, silahsız ve saldırısız toplantı ve gösteri yürüyüşü düzenleme hakkına sahiptir” diye başlayan Anayasa’nın 34. maddesinin devamındaki sınırlamaları kaldırdı.

Gösteri ve protesto düzenlemek için öngörülen bildirimin bir izin olarak uygulanması ve bu yüzden yaşanan hak ihlallerinin bireysel başvuruyla önüne gittiği Anayasa Mahkemesi de üst üste kararlar alarak bildirimin izin değil, usul gereği bir düzenleme olduğunu netleştiren, toplanma ve gösteri hakkının altını çizen içtihatlar oluşturdu. Bir gösteri sırasında yol kapamayı, gece yürüyüşü ve mitingini yasaklayan düzenlemeleri iptal etti. 

http://www.anayasa.gov.tr/icsayfalar/basin/kararlarailiskinbasinduyurulari/genelkurul/detay/28.html

https://www.evrensel.net/haber/357509/aym-gosteriye-ceza-hak-ihlalidir

Böyle tecrübeler yaşamış, Anayasası’nda izin almadan barışçıl protesto hakkını düzenleyen açık bir hüküm olan, Anayasa Mahkemesi’nin içtihatlarıyla bunun altı çizilmiş bir ülkede 2018 yılında televizyonda tam dökümü şöyle olan bir konuşma yapıldı:

"Geçtiğimiz günlerde Sayın İbrahim Kalın'ın da 'İnsanlar haklarını aramak için böyle yapmalılar. Seslerini duyurmak için bu şekilde yapmalılar' diye sözleri vardı. Bunun mümkün olmayacağını biliyorsunuz arkadaşlar. Türkiye'de barışçıl protestoların dahi mümkün olamayacağını, barışçıl bir protesto yapmak için sokağa çıkanların karşısına polis memurlarının amirlerinden aldığı emirleri uygulamak zorunda olduğunu biliyorsunuz. Evet Sayın Cumhurbaşkanı böyle söylüyor. İcraatın başında olduğu için söylüyor. Aslında gerçeği bilenler de var. Ben gerçeği görenlerdenim. Kendisi de bence gerçeği söylüyor. Samimi mi o sözünde? Bence değil. Ben samimi miyim sözümde? Ben samimi olduğumu düşünüyorum. Hadi bakalım, barışçıl bir eylem için zamları protesto edelim. Doğalgaz zamlarını. Hadi bakalım, yapalım. Yapabilecek miyiz? Kaç kişi çıkacak sokağa korkudan, endişeden? 'Dayak yerim' vesaire. 'Hakkımı arayacağım ama ne yaparım, başım derde girer mi girmez mi? Kaç kişi çıkar Allah aşkına söyler misiniz? İşte bu şekilde toplumsal muhalefeti, bireysel ve toplumsal muhalefeti baskı altına almaya, yıldırmaya çalışıyorlar. En doğal hak ama maalesef uygulanamıyor. Fransa olmuş, Türkiye olmuş çok da fark etmiyor açıkçası." 

Fox Tv ana haberi sunan gazeteci Fatih Portakal’ın bu sözlerine normalde hükümet yetkililerinin Anayasa hükmünü hatırlatarak itiraz etmesi beklenirken tam tersi oldu. 

Portakal, eleştirisini haklı çıkartırcasına halkı sokağa çağırmakla suçlandı. Günlerdir hakkında tehditler, suç duyuruları havada uçuşuyor.

En son Cumhurbaşkanı Şeb-i Arus için gittiği Konya’da Portakal için “Birileri çıkmış, portakal mıdır, mandalina mıdır, narenciye midir? Sokağa çağırıyor. Haddini bil, haddini. Bilmezsen haddini, bu millet patlatır enseni. Bu milletle dalga geçilmez” dedi.

Cumhurbaşkanı akşamında da Şeb-i Arus törenlerine katılarak hoşgörü temalı güzel bir konuşma yaptı.

Başlıktaki cümle de o yüzden böyle bir kafa karışıklığının eseri.

Mevlana’nın o sözü (kendisine ait olmadığı söylense de) böyle değildi galiba. Yoksa o da “Ne olursan ol yine gel” diyerek halkı sokağa mı çağırıyordu. Biraz karıştırmış olabiliriz.

Mevlana’nın anma gününde, Konya’da bir gazetecinin soyadıyla böyle dalga geçmek, “millet patlatır enseni” demek, bütün bunları da yapmadığı bir çağrıyı yapmış gibi yapmanın vahameti bir tarafa, sokaklarda barışçıl gösteri yapmak, insanları barışçıl gösteriye çağırmanın kendisi de suç ve ayıp değil 

Bunu hatırlamak için de arşiv karıştırmak şart değil, arada anayasa okumak yeterli..