Yeni Şafak gazetesi yazarı Ali Bayramoğlu, 12. Cumhurbaşkanı seçilen Tayyip Erdoğan'dan sonra boşalan Başbakanlık koltuğuna kimin oturacağı tartışmalarına ilişkin, "Erdoğan daha kolay çalışacağı, patronaj yapabileceği bir isimle, partinin genç kadrosundan biriyle hareket ederek, yeni bir düzenin temellerini atmak istiyor. Bayramoğlu, başkanlık rejimi gibi temel meselelerde Erdoğan'dan farklı düşüncede olan Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün, "Erdoğan'ın kafasındaki başbakan profilini kabul etmeyeceğini" öne sürdü.
Bayramoğlu'nun Yeni Şafak'ta "AK Parti içinde siyaset ve Erdoğan'ın stratejisi" başlığıyla yayımlanan (14 Ağustos 2014) yazısı şöyle:
2003 Kasım'da yüzde 34'le başlayan AK Parti öyküsü 2014 Ağustos'unda 52'yle devam ediyor...
AK Parti 12 yıldır rakipsiz bir şekilde iktidarda. Dokuzuncu seçimi de açık ara kazandı ve küçük inişler dışında oy oranını arttırarak yol alıyor.
Bu tablonun çıplak bir gerçeğe, hakim parti gerçeğine işaret ettiği ortak bir kabul haline geldi.
Siyasi partiler bazında, ağır bir siyasi kutuplaşma ortamında yapılan 30 Mart seçimleri sadece oy oranları açısından değil, oyların yapısal dağılımı bakımından da bu gerçeği alabildiğine işaret ediyordu.
AK Parti, Türkiye'nin yüzde 70'ine yakın ilinde yüzde 40'tan fazla oy almıştı. Yüzde 10'nun altında oy aldığı il sayısı sadece 3'tü. Yüzde 27 civarında ilde aldığı oy yüzde 20 ile 40 arasındaydı. AK Parti'nin 1. ya da 2. olmadığı il sayısı ise 10'un altındaydı.
Bir hakimiyet tablosu...
CHP'nin, ana muhalefet partisinin durumu da bu hakimiyeti tersten teyit ediyordu.
CHP'nin oyları 51 ilin 28'inde yüzde 10'un altındaydı. 51 ilin 15'inde yüzde 10'la 20 arasındaydı. Yüzde 20'yi aştığı il sayısı sadece 8'di. 30 büyükşehir belediyesinin 9'unda yüzde 10'un, 30 büyükşehirin 3'ünde yüzde 20'nin altındaydı.
İktidar partisinin 'sosyolojik yayılma'sı ile ana muhalefetin partisinin 'sosyolojik daralma'sı 2014 seçim istatikleriyle sınırlı değil, tersine yıllara dağılan tedrici ve yapısal bir görünüm sunuyor. Yüksek katılım oranıyla gerçekleşseydi iki siyasi parti arasındaki fark yüzde 20'lik devasa bir orana ulaşacaktı.
Bu durum, kaybeden siyasi partilerin, seçmeni duyarsızlıkla suçlamaları yerine kendilerine 'neden' sorusunu farklı biçimde sormaları, kaybeden toplumsal kesimlerin ise 'muhalefetsizlik ile siyasetsizlik' arasındaki bağ hakkında düşünmelerini gerektirir.
'Hakim siyasi parti düzeni' ister muhalefet eksikliğine bağlı olsun, ister siyasi iktidar başarısına, demokrasi açısından doğal olarak sorunlu bir durumdur. Rekabet ve çoğulculuk çıtasını aşağı çeker, siyasetin tabiatını etkiler.
Bugün bir bakıma bunun yansımalarını yaşıyoruz.
Siyasetin dinamiğini siyasi partiler arası ilişkiler değil, tek siyasi parti içindeki tartışmalar oluşturuyor.
Ülke yönetimindeki değişim, bir siyasi partinin yönetim kadrolarındaki değişimle iç içe girmiş bulunuyor ve siyaset temel olarak bu dönüşüme endeksleniyor.
Başbakan Erdoğan'ın startejisi de bu açıdan son derece sıkı.
AK Parti'yi Çankaya'ya çıkmadan yeniden şekillendirmek, seçeceği başbakanı parti başkanı olarak yerine bırakmak üzerine kurulu bu strateji, yeni dönemin 'fiili başkanlık rejimi görüntüsü'yle, dolaylı olsa da 'partili başkan hali'ni iç içe sokuyor.
Nitekim Erdoğan kendisinden sonra AK Parti'de oluşabilecek kendiliğinden bir harekete, örneğin Abdullah Gül'ün partiye geri dönerek genel başkanlığa aday olmasına imkan bırakmayan bir tarzda hareket ediyor.
Erdoğan'ın gücün cumhurbaşkanının elinde toplandığı bir yürütme düzenini ideal olarak gördüğü, iktidarın paylaşılmasını ifade edecek ihtimalleri bertaraf eden bir yol tutturduğu ortadadır.
Gül'ün önünün en azından şimdilik, 2015 genel seçimlerine kadar kapanmasını açıklayan husus da budur.
Zira açıktır ki Gül'ün genel başkanlığı ve başbakanlığı daha kurumsal ve iktidarın paylaşımı bir yapılanmayı ifade eder. Abdullah Gül'ün daha önce yaptığı 'Putin-Medvedec görüntüsü hoş olmaz ya da bu koşullarda siyasette olmam' tarzı açıklamaları, başkanlık rejimi gibi temel meselelerde Tayyip Erdoğan'dan farklı düşüncede olması bu durumun işaretleri arasında yer almaktadır. Erdoğan daha kolay çalışacağı, patronaj yapabileceği bir isimle, partinin genç kadrosundan biriyle hareket ederek, yeni bir düzenin temellerini atmak istiyor.
Erdoğan'ın tercihi budur.
Olan ve olacak olan da budur.
Peki olması gereken?
Türkiye'nin parlamenter sistem limanından ayrıldığına şüphe yok, bu konuda legal ve meşru sınırlar içinde kalındığı sürece herhangi bir sorun da yok. Bu, siyasi bir tercih ve bir irade beyanıdır.
Ancak oluşacak yeni yapının iktidar yoğunlaşması yerine iktidar paylaşımı, karar sürecinde kişiselleşme yerine kurumsallaşmaya dayanması demokrasinin gereklerindendir.
Deneyerek yol alınacak...