Erdoğan'dan Darbeleri Araştırma Komisyonu'na 28 sayfalık cevap...

Erdoğan'dan Darbeleri Araştırma  Komisyonu'na 28 sayfalık cevap...

Başbakan Recep Tayyip  Erdoğan TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu'nun yazılı sorularına 28 sayfalık bir cevap gönderdi. Erdoğan 28 Şubat'ta kendisinin ve arkadaşlarının ağır bedeller ödediğini ve darbeciliğin siyasi maskeler altında devam ettiğini dile getirdi. Başbakan daha önce 'Konuşmalarımız benimle mezara gidecek"  dediği Dolmabahçe görüşmesi için bu kez, "Dolmabahçe görüşmesi, haftalık olağan sıradan bir görüşmedir" ifadesini kullandı. 

Başbakan Erdoğan, 2007'deki Cumhurbaşkanlığı seçimleri için ise "2007 yılında 16 Nisan’da adaylık başvurularının başlamasıyla start alan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşanan olaylar, Türk demokrasi tarihine hem utanç, hem de ibret vesikası olarak kazınmıştır" ifadesini kullandı.
 
 

'28 Şubat şahsımı da hedef almıştır'

 
 
Erdoğan, ''28 Şubat, bizi, bizim temsil ettiğimiz siyasi idealleri, bizim şahsımızda milletin tercihlerini ve iradesini silmek, yok etmek, engellemek üzerine kurgulanmıştır'' ifadelerini kullandı.
 
 
28 Şubat süreci ile AK Parti ve kendi siyasi çalışmaları arasında kurulan spekülatif ilişkilerin haksız, insafsız ve mesnetsiz olduğunu ifade eden Başbakan Erdoğan, şöyle devam etti:
 
''Biz, 28 Şubat döneminde hedef alındık, engellendik, mağdur edildik, hatta zorlama gerekçelerle görevden alındık, cezaevine ve siyaset yasağına mahkum edildik. Biz, 28 Şubat'a rağmen, milletimizden aldığımız destek ve istikametle siyasi hayatımızı sürdürüp bugünlere geldik.''
 
 

'Göle maya çalmak gibi akıl dışı'

 
 
Cevabında, 28 Şubat türünden müdahalelerin göle maya çalmak gibi akıl dışı ve güneşi üfleyerek söndürmeye çalışmak gibi mantık dışı olduğunu belirten Erdoğan, ''28 Şubat müdahalesi karşısındaki cesur ve sabırlı duruşumuz, kararlı mücadelemiz, oyunu bozmuştur'' dedi.
 
 

'Darbeci zihniyetin enstrümanları'

 
 
Erdoğan, ''Kronik sorunların çözülmesine yönelik girişimlerin sabote edilmesi, terör ve şiddetin tırmandırılması, laik-antilaik, Alevi-Sünni gibi yapay gerilim alanları oluşturulması, darbeci zihniyetin kullandığı enstrümanlardır'' dedi.
 
 

Dolmabahçe görüşmesi

 
 
Başbakan Erdoğan, kamuoyunda 'Dolmabahçe Görüşmesi' olarak adlandırılan, dönemin Genelkurmay Başkanı ile yaptığı görüşmeye ilişkin olarak da haftalık olağan ve sıradan bir görüşme olduğunu belirtti.
 
Erdoğan, görüşmenin muhtevasında speküle edilen hususlar veya devam eden davalarla ilgili konuların bulunmadığını ifade etti.
 
 

27 Nisan bildirisi

 
 
Cevabında 27 Nisan 2007'de, TSK'nın internet sitesinde yayınlanan bildiri karşısındaki tavırlarının net ve kararlı olduğunu vurgulayan Erdoğan, şunları kaydetti:
 
''27 Nisan bildirisi sonrasında yaşananlar, Türkiye’de samimi ve kararlı bir sivil irade bulunması halinde, demokrasiye yönelik tehlikelerin demokratik sistemin kendi dinamikleri ile bertaraf edilebileceğini göstermiştir'' dedi.
 
 
İşte o yazılı açıklama:
 
Sayın Başkan,
 
Değerli Komisyon Üyeleri,
 
Öncelikle, “Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları ile Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırma Komisyonu”na, şu ana kadar yaptığı başarılı, cesur ve samimi çalışmalardan dolayı şükranlarımı ifade ediyorum.
 
Hiç kuşkusuz, demokrasinin en önemli tecelli mekanı olan TBMM çatısı altında, demokrasiye kasteden girişimlerin ele alındığı böyle önemli bir komisyonun kurulması çok önemli bir adımdır, milletimizin onlarca yıllık beklentisinin somut bir karşılığıdır.
 
Sadece Türk siyaset ve demokrasi tarihine değil, ülkemizin ve milletimizin tarihine de kara leke olarak geçen darbelerin, muhtıra, müdahale ve ihtilallerin hem Meclis tarafından irdelenerek aydınlatılması, hem de yargı tarafından hukukun konusu yapılarak soruşturulması, demokrasimizin standartlarını yükselteceği gibi, ülkemizin ve milletimizin geleceğine de ışık tutacaktır.
 
Hükümetimizin ve Grup Başkanı olduğum AK Parti’nin özverili çabaları neticesinde Türkiye son derece cesur şekilde demokrasiye müdahale girişimleriyle yüzleşmekte, demokrasiye müdahale girişiminde bulunanların yargı önünde hesap verebilmeleri için gerekli adımlar atılarak darbelerle siyasi ve hukuki hesaplaşma zemini hazırlanmaktadır.
 
Demokrasiye müdahale girişimlerinin her zaman hedefi olan Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin, bu Komisyonumuz marifetiyle ortaya koyacağı kararlılık, inanıyorum ki yeni müdahale girişimlerinin önünü kesecek, darbeci ve vesayetçi zihniyetin etkisizleşmesine katkıda bulanacaktır.
 
İleri demokrasiye ulaşabilmemiz, darbeci ve vesayetçi anlayışın ortadan kaldırılmasıyla mümkündür. Bu müdahaleci zihniyetin geriletilebilmesi ise ortaya büyük bir demokrasi ve hukuk mücadelesi koymayı gerektirmektedir.
 
AK Parti iktidarının, milletimizin gücü ve desteğiyle 10 yıldır verdiği bu mücadelede, demokrasiye inanan tüm toplum kesimlerinin yaptıkları çok değerli katkılar gibi, bu komisyonun yapacağı faaliyetler de Türk demokrasi tarihine altın harflerle not edilecektir.
 
Demokratikleşme mücadelesinin bir parçası olarak gördüğümüz komisyon çalışmaları, ülkemizin ve aziz milletimizin refah, huzur ve istikrar içinde geleceğe ilerleyişine çok önemli katkılar sağlayacaktır.
Yakın tarihimizdeki demokrasiye müdahale girişimlerine şahit olmuş, bazı müdahale girişimlerinde bizzat hedef seçilmiş ve mağduriyet yaşamış bir siyasetçi olarak, demokratikleşme sürecinin, öncelikle darbeci ve vesayetçi anlayışla mücadeleden geçtiğine inanıyorum.
 
AK Parti’nin ve AK Parti hükümetlerinin başından bu yana yapmaya çalıştığı,  milli iradeyi güçlendirerek her alanda ileri demokrasiyi hayata geçirmek, hukuk devleti standartlarını ve temel hakları ileri düzeylere taşımaktır.
 
Demokrasiye ve milli iradeye bir gecede kökten müdahalede bulunan darbelerin yaptıkları olumsuz etki ile bürokratik oligarşinin her gün milli iradeyi örseleyen bir vesayet uygulaması arasında fark yoktur. Darbeciler, yaptıkları yasal ve anayasal düzenlemelerle siyaseti ve toplumu dizayn etmeye soyunmuşlar, ülkenin geleceğini ipotek altına alacak bir vesayet düzeni tesis etmeye çalışmışlardır. Müdahale dönemlerinde ülkenin yaşadığı kayıplar yanında, müdahalecilerin yerleştirdikleri vesayetçi anlayış da daha sonra sürekli olarak ülkeye kayıplar yaşatmaya devam etmiştir.
 
Doğrudan veya dolaylı olarak, bir gecede veya sürekli olarak, silah marifetiyle veya bürokratik aygıtlarla milletin iradesine ve onun adına yetki kullanan demokratik kurumlara tasallutta bulunan her girişim, her müdahale, her tavır aynı derecede kötüdür, aynı derecede demokrasi ve millet düşmanlığıdır.
 
Gücünü milletten almayan, milli iradeye dayanmayan, temel hukuk devleti normlarını, hak/özgürlükleri yansıtmayan her türlü iş, işlem, uygulama ve düzenleme demokratik meşruiyetten yoksundur. Darbe dönemlerinde oluşturulan veya vesayetçi mantıkla yorumlanan yasal düzenlemeler de, aynı şekilde demokratik dayanaktan mahrumdur.
 
Bu yüzden siyasetin, yargının, medyanın, sivil toplumun, tüm kurum ve kuralların demokratikleşmesi, milletin iradesine dayanması, ileri demokrasiye ulaşmak için mutlak şarttır.
 
Türkiye’nin demokratikleşme sürecine önemli ve olumlu bir etki yapacağına inandığım Komisyonunuzun çalışmalarına katkı sağlamaktan büyük memnuniyet duyacağımı ifade etmek istiyorum.
 
Komisyon üyeleri tarafından şahsıma yöneltilen sorulara sözlü olarak cevap vermeyi çok arzu ediyordum; ancak, yurtiçinde ve yurtdışındaki yoğun programım sorulara sözlü cevap vermemi mümkün kılmadığı için, cevaplarımı yazılı olarak iletiyorum.
 
Ekte, Komisyon üyelerinin soruları bağlamında, yakın tarihimizde demokrasiye yönelik müdahale ve müdahale girişimlerine ilişkin gözlem ve değerlendirmelerim; soruların mükerrerliği dikkate alınarak toplu halde hazırlanmış cevaplarım ve çalışmalara ışık tutacak bazı belgeler yer almaktadır.
 
Bir kez daha çalışmalarınızdan dolayı sizleri tebrik ediyor; hazırlanarak Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanlığı’na sunulacak Komisyon Raporu’nun ülkemiz, milletimiz ve geleceğimiz için hayırlara vesile olmasını diliyorum.
 
En içten saygı ve sevgilerimle…
 
Recep Tayyip Erdoğan
 
Başbakan
 
 
DEĞERLENDİRME VE CEVAPLARIM
 
 
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılışından hemen bir gün önce, 22 Nisan 1920’de, Gazi Mustafa Kemal, sivil ve askeri makamlara “dakika tehir edilmeyecektir” notuyla bir telgraf göndermiş ve şu tarihi sözleri kayda geçmiştir:
 
“Allah’ın inayetiyle, Nisan’ın 23’üncü Cuma günü Büyük Millet Meclisi açılarak çalışmaya başlayacağından, bu tarihten sonra bütün sivil ve askeri makamların ve bütün milletin başvuracağı en yüce mercii Büyük Millet Meclisi olacaktır.”
 
Gazi Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşı zaferimize ve ardından Cumhuriyetimizin ilanına giden yolda en önemli adım olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni toplantıya çağırırken, daha o gün temel ilkeyi koymuş ve Meclis’in, “bütün sivil ve askeri makamların ve bütün milletin başvuracağı en yüce merci” olduğunu ifade etmiştir.
 
Kurtuluş savaşını sevk ve idare eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilen önem, milletimizin ortak aklını, hissiyatını ve iradesini yansıtmış olmasındandır. Milletin gücü, TBMM’de tezahür etmiştir. Bu güç hem Kurtuluş Savaşını yönlendirmiş, hem de Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran irade olmuştur.
TBMM, Türkiye toprakları işgal altındayken, Türk halkı esarete sokulmaya çalışılırken, yani milletin meşru savunma hakkı yok edilmişken açılmış; kurtuluşun ve kuruluşun temel dayanağı olarak görülmüştür.
 
TBMM, daha kuruluşunda, sorun olduğunda kapatılmak, işlevsiz hale getirilmek için değil; tam tersine ülkenin ve milletin başına gelebilecek en büyük sorun karşısında çözüm üretmek amacıyla sorumluluk yüklenmiştir.
 
Ülkede sorunlar baş gösterdiğinde, “milletin kendi kendini idare etmekten aciz” kaldığı iddiasıyla TBMM’yi işlevsiz hale getirmek, devre dışı bırakmak, hiç kuşkusuz, Cumhuriyetimizin kuruluşundaki en temel ilkeye, yani “milletin azim ve kararlılığının her soruna çare üreteceği” anlayışına, Cumhuriyetimizin ruhuna, özüne, aynı şekilde Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşlarının mirasına çok açık şekilde ihanet etmektir.
 
Demokrasiye kasteden müdahaleler, hem ülkede cari olan sisteme, hukuk düzenine inanmamak manasına gelmektedir, hem de milli iradeye, millete güvenmemek gibi bir anlayışa dayanmaktadır. Ülkesine, kendi siyasi-idari-hukuki sistemine güvenmeyen, kendi halkına inanmayan bir anlayış ya hastalıklı bir zihniyetin tezahürü olabilir ya da belli kişi ve grupların menfaatini esas alan keyfi, despot ve kural tanımaz bir zihniyete dayanır.
 
Darbe şartlarını oluşturmak için her türlü kirli oyuna başvuran, demokratik rejimi yıkarak milletin iradesini ayaklar altına alan, müdahale süreçlerinde her türlü zulüm ve haksızlığı kendi halkına reva gören bir anlayış, bir ruh hali, bir siyasi zihniyet sadece hukuken ve siyaseten değil, ahlaki ve ruhsal açıdan da irdelenmek durumundadır.
 
Ülkesine büyük kayıplar yaşatan bu zihniyetin, milletin Meclisini sorun çözemeyecek bir acziyet içinde göstermesi veya halkı, Meclisi ve demokrasiyi sorunun kaynağı olarak görmesi kabul edilemez bir durumdur.
 
Meclis, sorun olduğunda dağıtılacak bir merci değil, istiklal mücadelemizde ve Cumhuriyetimizin kuruluşunda olduğu gibi, milletimizin en sıkıntılı anında derhal toplanıp soruna çözüm üretecek yegane merciidir.
 
Halk iradesi seçim yoluyla ya da halkoylamaları yoluyla tecelli eder. Millet iradesini seçtikleri aracılığıyla veya doğrudan halkoylaması yoluyla kullanır. Halk, milli iradenin ortağı değil, bizatihi sahibidir. Kurumlar da milli iradenin ortağı değil, emrindeki görevlilerdir.
 
Bizim Cumhuriyetimiz, kurumların vesayetçi müdahalelerde bulunduğu bürokratik bir Cumhuriyet değil; halkın, halkoylamaları ve seçim yoluyla, Türkiye Büyük Millet Meclisi aracılığıyla iradesini tecelli ettirdiği demokratik bir Cumhuriyet olmak durumundadır.
 
23 Nisan 1920’den itibaren, Gazi Mustafa Kemal, TBMM’nin milletin yegane karar mercii olduğu ilkesini kararlı şekilde savunmuştur.
 
Ancak ülkemizde, halkı mümeyyiz olarak kabul etmeyen, halkta kendi kendisini idare edebilecek yeterliliği görmeyen, halkın vesayete ihtiyacı olduğuna inanan çevreler, ne yazık ki en başından itibaren demokratik bir cumhuriyet karşısında bürokratik bir cumhuriyeti savunmuşlardır.
 
Halkın tercihlerini, hissiyatını, düşüncelerini ve değerlerini küçümseyen bu çevreler, güç, yetki ve iradenin halkta olmasını her zaman yadırgamış, halkı küçümsemiş; sadece son dönemde değil, nesiller boyu devam eden bir zihniyetin yansıması olarak halkın tercihlerini hakaretamiz yakıştırmalarla aşağılamıştır.
 
Halktan ciddi bir teveccüh görmeyen bu çevreler, millet iradesini gasp etmek için her yola başvurmuş, iradeyi, yetkiyi, gücü halktan alarak, kendi kontrollerindeki kurumlara teslim etmişlerdir. Kendi çıkarlarını devletin çıkarları olarak tanımlamış ve millet iktidarını daima kendi menfaatlerine tehdit olarak görmüşlerdir.
 
1950’de, ilk kez halkın tercihiyle, halkın seçimiyle, halkın teveccühüyle iş başına gelen iktidar, 27 Mayıs 1960 müdahalesiyle, halka, millete rağmen görevden uzaklaştırılmıştır.
 
Milletin Meclisi kapatılmış, milletin hükümeti devrilmiş, milletin temsilcileri zindanlara atılmış, milletin adamları darağaçlarına gönderilmiştir.
 
Kendisini halkın üzerinde gören, kendisine durumdan vazife çıkaran çevreler, Kurtuluş Savaşı gibi zor bir dönemde dahi sorumluluk üstlenen ve zafer kazanan gazi Meclis’i, sorun çözemiyor bahanesiyle etkisiz hale getirmiştir.
 
Ne yazık ki, 1960 müdahalesiyle birlikte, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne verilen, yani milli iradeye teslim edilen haklar ve yetkiler çok büyük ölçüde kalıcı olarak gasp edilmiş ve kurumlara devredilmiştir. Böylece bir vesayet rejimi kurulmuştur.
 
Türkiye Büyük Millet Meclisi ve onun işbaşına getirdiği Hükümetlerin alanı daraltılmış, sivil siyasetin etkisi kırılmış, yetkileri kısıtlanmış, “tam demokrasi” yerine “sınırlı ve güdümlü demokrasi” süreci başlatılmıştır.
 
1960 müdahalesiyle birlikte, Hükümetler adeta kuşatma altına alınmış, her adımlarında engellenmeye ve tehdide açık bir konuma getirilmiştir. Sivil siyasetin, Meclis’in ve Hükümetlerin karşısında, adeta “matruşka” gibi bir engeller silsilesi oluşmuştur. Bir engeli aşan sivil siyaset, bir başka engele takılmış, onu aşan, yeni bir engele takılmış ve reform yapma yeteneği tamamen elinden alınmıştır.
Milletin talep, hissiyat, değer ve düşüncelerini hayata geçirmeye çalışan iktidarlar vesayet rejimi tarafından bir tehlike ve sorun olarak hedefe konulmuştur.
 
Kurumların idaresinden kuralların idaresine; kurumların iradesinden millet iradesine geçiş yönündeki her reform, statükonun kendisini koruma refleksiyle ortaya koyduğu bariyerler tarafından sürekli engellenmiştir.
 
Bu noktada şu hususun altının özellikle çizilmesi gerekiyor:
 
Statüko, yıllar içinde kendi elit tabakasını, seçkinlerini, kendi taraftarlarını, yandaşlarını oluşturmuştur.
Zaman içinde millet iradesi karşısında, statükoya sırtını dayamış siyaset anlayışı, statükodan güç alan ekonomik aktörler, sivil görünümlü örgütler ve aynı şekilde bir medya oluşmuştur.
 
Darbecilik, müdahalecilik ve vesayetçilik, ideolojik veya siyasi maskeler altında varlığını sürdürmüş; kimi zaman milliyetçi duyguları, kimi zaman laiklik gibi kavramları, kimi zaman dini/mezhebi anlayışları istismar ederek kendisini var etmeye çalışmıştır.
 
Millet iradesinin güç kazandığı, millet iradesinin ülke için bir çıkış ve atılım hamlesi içine girdiği her dönemde, statüko, tüm unsurlarını, tüm taraftarlarını kullanarak, millet iradesini boğmanın, statükoyu yeniden güçlendirmenin ve egemen kılmanın mücadelesi içinde olmuştur.
 
Kendi imtiyazlarını kaybetme korkusu içinde olan statüko taraftarları, milletin menfaatlerine her zaman kapıyı kapatmış, millete giden yolu çeşitli engellerle örmüştür.
 
Türkiye’de sivil demokratik siyasete ve milli iradeye yönelik karanlık girişimler araştırılırken, millet iradesinin gasp edilmesi süreçlerinde ittifak yapan siyasetçilerin, bürokrasinin, ekonomi çevrelerinin, medyanın ve sivil toplum örgütlerinin rolü mutlaka genişlemesine incelenmelidir.
 
Darbeler, statükocu zihniyeti korumak veya milletin seçtiği iktidarı devirmek isteyen farklı kesimlerin işbirliği ve konsorsiyumu şeklinde gerçekleşmiştir. Darbelerin içinde veya arkasında yer alan, alkış ve çanak tutan, darbelerden medet uman anlayışlar bu darbe sorununun daha derinlere inen boyutları olduğunu göstermektedir.
 
***
 
1960 müdahalesinde ve sonrasındaki girişimlerde çok net olarak gördüğümüz üzere, bazı siyasi partiler, statüko partileri olarak, kendi imtiyazlı durumlarını muhafaza etmek gayretiyle, müdahaleler karşısında demokratik bir tutum sergilememiştir.
 
Ne yazık ki, bazı siyasi partiler, müdahaleler karşısında millet iradesinin kudsiyetini, Meclis’in yegane çözüm yeri olmasını savunmak yerine, müdahalecilere alkış tutmayı, onlara yol açmayı, onlara zemin hazırlamayı, onların sırtını sıvazlamayı ve yüreklendirmeyi tercih etmişlerdir.
 
Anti-demokratik müdahaleleri mazur göstermeye, meşru ve haklı görmeye alışan bu zihniyetin varlığı, Türkiye’nin darbe sorunundan kalıcı olarak kurtulmasını engelleyen bir faktördür.
 
Gücünü milletten değil, vesayetçi kurumlardan alan siyasi partiler, dün olduğu gibi bugün de millet iradesini küçümsemeye, bürokratik Cumhuriyeti savunmaya devam etmektedir.
 
AK Parti gibi büyük temsil kabiliyetine sahip iktidar partisinin kapatılma davasını ‘Ankara’da savcılar varmış’ sözüyle olumlu karşılayan zihniyetin, milletin iradesini yansıtan Meclis’e de, demokrasinin olmazsa olmazı partilere de, o partilere oy veren halk kitlesine de saygı göstermesi mümkün değildir.
Şunu burada tekraren ve altını çizerek ifade etmek durumundayım: Türkiye Büyük Millet Meclisi, sorun çıktığında devre dışı bırakılacak değil, sorunu çözecek mercidir.
 
Bazı siyasi partiler ve siyasetçiler, hatta Meclis’in mensubu oldukları halde, sorun çıktığında Meclis’in dağıtılmasına göz yummuş, zımnen onay vermiş, bu çarpıklık karşısında seslerini yükseltmekten, bu gayri meşru durum karşısında onurlu bir duruş sergilemekten kaçınmışlardır.
 
Müdahale dönemlerinde veya vesayetçi anlayışın hortlatıldığı dönemlerde millet desteğine sahip siyasi partilerin kapatılması veya kapatılmaya kalkılması, ister antidemokratik süreçlerin sonucunda oluşturulmuş demokrasisiz hukuk yollarıyla, ister metazori yöntemlerle olsun, kesinlikle kabul edilemez bir durumdur. Bu yüzden AK Parti partilerin kapatılmasına temelden karşıdır. Bu yönde bugüne kadar çeşitli girişimlerde bulunmamıza rağmen, muhalefet destek vermemesi sebebiyle gerçekleştiremediğimiz reformları hayata geçirebilmek için, bundan sonra da mücadelemizi aynı kararlılıkla sürdüreceğiz.
 
***
 
 
Tarihimizde, demokrasiye, milli iradeye yönelik müdahale girişimlerinin ekonomik boyutu son derece önemlidir.
 
Müdahale dönemleri, Türkiye’nin çok ağır faturalar, çok ağır bedeller ödediği dönemler olmuştur.
Bu dönemlerde Türkiye ekonomisinin büyüme hızı yavaşlamış, uluslararası itibarı kaybolmuş, esnafın, tüccarın, sanayicinin, çiftçinin işleri bozulmuş, çeşitli nedenlerle millete çok ağır yük yüklenmiştir.
Müdahalelerin ekonomi üzerindeki etkisi yıllarca devam etmiş, nesilleri etkisi altına almıştır.
1945 yılında sona eren İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, tamamen yanmış ve yıkılmış ülkeler çok hızlı şekilde toparlanıp güçlü ekonomiler konumuna yükselirken, Türkiye müdahaleler nedeniyle toparlanamamış, büyük potansiyeline rağmen gücünü yeterince açığa çıkaramamıştır.
Türkiye yoksullaşırken, millet yoksullaşırken, nesilleri etkisi altına alacak durgunluklar yaşanırken, müdahaleler kendi zenginlerini oluşturmaktan geri durmamış, belli çevreler müdahaleler sayesinde ciddi haksız kazanımlar elde etmişlerdir.
 
Müdahale dönemlerinde oluşturulan antidemokratik yapılanmalar, kurum ve kurallar sebebiyle etkisini sürdüren vesayetçi anlayış, iktidarların önünde bariyer olmaya devam etmiş, Türkiye’nin ekonomik kalkınması için gereken ivmeyi yakalamasını zorlaştırmıştır.
 
Millete hesap vermeyen kurum ve kuralların zamanın gerisinde kalan anlayışları, millete kaybettirmeyi sürdürmüş, ülkenin büyümesinin önüne set çekmiştir.
 
***
 
Müdahaleler sürecinde medyanın rolü elbette inkar edilemez.
 
Demokrasinin 4’üncü kuvveti olması beklenen medya, ne yazık ki ülkemizde müdahale zeminlerinin hazırlanmasında önemli roller üstlenmiştir.
 
1960 müdahalesi öncesinde olduğu gibi, diğer müdahaleler öncesinde de medya, kışkırtıcı, kaosa sürükleyici, tedirgin edici kampanyaların içinde yer almıştır.
 
Basın özgürlüğü, basın ahlakı, demokrasi, tarafsızlık ilkeleriyle asla bağdaşmayacak şekilde, medya kişileri ve kurumları hedef almış, sivil siyasetin alanının daraltılmasında etkin sorumluluk üstlenmiştir.
Müdahale süreçlerinde medyanın bazı kurumların etkisi altına girdiği, yönlendirildiği ve tehdit yoluyla belli istikametlere zorlandığı bugün artık somut örneklerle açığa çıkmıştır.
 
Medya sadece siyasi iktidarlara değil, kendi içindeki demokrasi savunucularına karşı da “andıçlar” üzerinden saldırılar gerçekleştirmiş, vesayetçi kurumların tetikçiliğini yaparak medya ve siyaset mühendisliğine soyunmuştur.
 
***
 
Müdahale süreçlerinde sivil toplum örgütlerinin rolü de aynı şekilde incelenmeye, araştırılmaya muhtaçtır.
 
Demokratik ortamın en önemli mekanizmalarından olması gereken, bizzat demokrasiyle varolabilen, demokrasiyi güçlendirmek gibi bir işlevi bulunan sivil toplum örgütleri, bazı müdahale zamanlarında, milli iradeden ve hukuktan yana olmak yerine, statükodan ve vesayetçi anlayıştan tarafa olmayı tercih etmiş, müdahale süreçlerine zemin hazırlanmasına, süreçlerin hızlanmasına, müdahalelerin meşrulaştırılma çabalarına destek vermiştir.
 
Türkiye’de müdahaleler araştırılırken, yeni müdahalelerin olmaması için tedbirler alınırken, siyasetçinin, bürokrasinin, ekonomik çevrelerin, medyanın ve sivil toplum örgütlerinin geçmişte bu durumlarda takındıkları tavır mutlaka incelenmeli ve bunlardan dersler çıkarılmalıdır.
 
***
 
Bizim neslimiz, müdahalelerle mağdur ve ma’lul bir nesildir.
 
Çocuklarımız ve gençlerimiz, geçmişte yaşanan müdahalelerin bedelini bugün dahi öderken, bizler, yıllara sari bu bedelin yanısıra, müdahaleleri bizzat yaşayarak, müdahalelerde bizzat hedef alınarak mağduriyetler yaşadık.
 
Şahsım ve arkadaşlarım, 12 Eylül 1980 müdahalesini ve 28 Şubat müdahalesini bizzat yaşadık ve bu müdahalelerde ağır bedeller ödedik.
 
1976 yılında MSP Beyoğlu Gençlik Kolları Başkanlığı görevimi yürütürken gerçekleşen 1980 darbesine doğrudan maruz kalan bir siyasetçiyim. 1980 darbesiyle, bütün siyasetçiler gibi ben de siyasi faaliyetlerime ara vermek durumunda kaldım.
 
12 Eylül 1980 öncesinde, sağduyuyu, soğukkanlılığı telkin eden; çatışmaların uzağında duran, birbiriyle çatışan taraflar arasında uzlaşmayı, barışmayı, diyaloğu öne çıkaran bir tavır içinde olduk.
 
Yaşanan çatışmaların yapay olduğunu, kışkırtmaların neticesi olduğunu görüyor; gençlerin birbirlerine yönelik husumetlerinin, kendilerine, ailelerine, ülkeye ağır zararlar verdiğini bizzat müşahade ediyorduk.
12 Eylül öncesinde, kardeşliğe, birliğe, dayanışmaya yönelik tüm çağrılarımız, bu yöndeki tüm gayretlerimiz maalesef karşılık bulamamış; kendi yakın arkadaşlarımız da dahil olmak üzere çok sayıda genç bu süreçte hayatını kaybetmiştir.
 
12 Eylül öncesini bizzat yaşamış biri olarak, müdahale öncesi manzaranın tamamen yapay tartışma ve çatışmalardan ibaret olduğunu hatırlatmak durumundayım.
 
Çatışma, kamplaşma süreci, adeta bir müdahalenin gerekçesi, bir müdahalenin bahanesi, zemini olarak tasarlanmıştır.
 
Gençlerin birbirine yönelik hasmane tutumlarına ek olarak, Meclis’in çözüm üretme iradesi dışardan müdahalelerle yok edilmek istenmiştir.
 
12 Eylül müdahalesi öncesinde de, ekonomik çevrelerin, medyanın ve sivil örgütlerin kışkırtmaları süreçte önemli rol oynamıştır.
 
Askeri müdahale ile çatışmalar sona ererken, gençlik üzerinde, tüm millet üzerinde ağır baskılar, işkenceler, sindirmeler, hatta idamlar uygulanmıştır.
 
Müdahale sonrasında statüko kendisini tazelemiş, daha fazla güçlendirmiş, kurumların alanını olabildiğince genişletirken, sivil siyasetin alanını daraltmıştır.
 
12 Eylül müdahalesinin etkilerinin zayıflaması yıllar almıştır.
 
12 Eylül’ün gençler üzerinde açtığı derin yaralar iyileşmezken, millet iradesinde açtığı yaralar da daha uzun süreler kanamaya devam etmiştir.
 
Sivil siyaseti ve hükümetlerin yetkilerini daraltan 12 Eylül süreci, belli bir noktadan sonra demokrasi ile statüko arasında yeni bir gerilimin doğmasına yol açmıştır.
 
Bu gerilim, 28 Şubat 1997’de, yeni fakat “postmodern” bir darbe ile gün yüzüne çıkmıştır.
 
Demokrasinin yavaş da olsa ilerleme kaydettiği, milli iradenin tekrar güç kazandığı, milletin tercihlerinin, talep ve beklentilerinin çok daha güçlü şekilde seslendirilmeye başlandığı bir dönemde, 28 Şubat’la statüko ve statükoya sırtını dayayan egemen güçler, bir kez daha kendilerini tazeleme, yeniden güç kazanma girişiminde bulunmuşlardır.
 
Milletin oylarıyla iktidara gelen siyasi partilere yönelik tahammülsüzlük, milletin iradesini hiçe sayan fiili dayatmaya dönüşmüş, siyaset mühendisliğiyle yeni bir düzen oluşturulmaya çalışılmıştır.
 
12 Eylül sonrasında, İstanbul’da, siyasetin içinde aktif görevler almış biri olarak, siyaset alanının nasıl daraltıldığını bizzat yaşadım.
 
12 Eylül yasalarının sınırlandırdığı siyaset alanı içinde, milletin arzu, talep ve beklentilerini, yani millet iradesini idareye yansıtmak yolunda zorlu bir mücadelenin içinde oldum.
 
Bu zorlu mücadeledeki kararlılığımız neticesinde, 1994 yılında İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevi aziz milletimiz tarafından şahsıma tevdi edildi.
 
Esasen, 28 Şubat müdahalesinin ilk sinyalleri de, 1994’teki bu seçimin ardından alınmaya başlandı.
İstanbul başta olmak üzere Türkiye’nin büyükşehirlerinde, bir çok ilinde, ilçesinde, demokrasinin, milli iradenin, milletin arzu ve taleplerinin sandığa yansıması, belli ki statükoyu ve statükoya sırtını dayamış çevreleri rahatsız etti.
 
Büyükşehir Belediye Başkanlığı görevini sürdürürken, görevimi yapmayı engellemeye, yavaşlatmaya yönelik çok sayıda müdahale ile karşı karşıya kaldım.
 
Bu süreçte, sadece askeri ve sivil bürokrasinin, demokrasi dışı güçlerin değil, bizzat siyasetin, bizzat Hükümetlerin de engellemelerine maruz kaldım.
 
Yasalar zorlanarak, sınırlar daraltılarak, medya aracılığıyla yürütülen karalama kampanyaları, iddia ve ithamlar altında, İstanbul’a hizmet etmemizin önüne geçilmek istendi.
 
Tüm bu engelleri aşarak, milletten aldığımız yetkiye sımsıkı sahip çıkarak İstanbul’a hizmet görevimizi başarıyla ifa ettik.
 
28 Şubat müdahalesi, Ankara’da, milletin hür iradesiyle seçilmiş Hükümet yanında, şahsım başta olmak üzere Belediye Başkanlarını da hedef aldı.
 
Nitekim, Siirt’te okuduğum bir şiir gerekçe gösterilerek hakkımda dava açıldı ve jet hızıyla yapılan yargılama sonucunda hapse mahkum edildim.
 
Tamamen ideolojik ve siyasi mülahazalarla hukuksuz şekilde gerçekleşen bu yargılama, müdahale şartlarında yapılan yönlendirmelerle vuku buldu.
 
Nitekim iddianamede yer alan ifadeler herhangi somut bir suç unsurunu ortaya koymaktan ziyade, ön kesmeye yönelik ve geleceğe dönük bir siyaset dizaynını yansıtıyordu.
 
Bugün şunu çok net olarak söylemeliyim ki, 28 Şubat müdahalesi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, seçilmiş Hükümeti, millet iradesini, sivil siyaseti hedef aldığı kadar, doğrudan şahsımı da hedef almıştır. Bu müdahale, ülkenin geleceğini ipotek altına alacak bir siyaset mühendisliğinin ürünüdür.
28 Şubat müdahalesi, demokrasi yolundaki yürüyüşümüzü akamete uğratmak için, yasaları zorlamak suretiyle, kurumları harekete geçirerek, önümüzü kesmeyi hedeflemiştir.
 
Talim Terbiye Kurulu’nun tavsiye ettiği bir kitaptan okuduğum şiir dolayısıyla hapse mahkum edilmek bir yana, siyaset yasağıyla, siyaset yapmam da engellenmek istenmiştir. Siirt’te 06.12.1997 günü yaptığım konuşmam bahanesiyle mahkum edilmem için kurgulanan iddianamede “…Anayasal bir kurum olan Milli Güvenlik Kurulu 28 Şubat 1997 günlü toplantısında, demokratik ve laik rejimi tehdit eden irticai faaliyetlerin önlenmesi ve iç barışın yeniden tesisi amacı ile bir dizi kararlar almış ve uygulanması için mevcut hükümete tavsiye edilmiş olduğu halde, Refah Partisi iktidar ortağı olarak bu kararları, savsaklayıp uygulamaya geçirmediği gibi, kamuoyuna bu kararları milli iradeyi yansıtmadığı ve milli irade güçler tarafından zorla empoze edildiği görüşü ifade edilerek, örtülü olarak suçlanan Türk Silahlı Kuvvetleri de bu kamplaşma ve çatışma içerisine çekilmiştir…“ şeklinde dava konusuyla alakası olmayan itelemelerle suçlama gerekçesi oluşturulması, hakkımdaki haksız yargının göstergelerinden biridir.
 
28 Şubat, bizi, bizim temsil ettiğimiz siyasi idealleri, bizim şahsımızda milletin tercihlerini ve iradesini silmek, yok etmek, engellemek üzerine kurgulanmıştır.
 
28 Şubat süreci ile AK Parti ve bizim siyasi çalışmalarımız arasında kurulan spekülatif ilişkiler haksız, insafsız ve mesnetsizdir. Biz, 28 Şubat döneminde hedef alındık, engellendik, mağdur edildik, hatta zorlama gerekçelerle görevden alındık, cezaevine ve siyaset yasağına mahkum edildik. Biz, 28 Şubat’a rağmen, milletimizden aldığımız destek ve istikametle siyasi hayatımızı sürdürüp bugünlere geldik.
28 Şubat müdahalesine karşı dik ve kararlı duruşumuz, milletimize ve ülkemize olan inancımız, müdahalenin bizi değil, kendisini imha etmesi sonucunu beraberinde getirmiştir. Çünkü millete rağmen, hakka-hukuka rağmen, ma’şeri vicdana rağmen netice almak, uzun soluklu bir başarıya ulaşmak mümkün değildir.
 
Bu tür müdahaleler göle maya çalmak gibi akıl dışıdır, güneşi üfleyerek söndürmeye çalışmak gibi mantık dışıdır.
 
28 Şubat müdahalesi karşısındaki cesur ve sabırlı duruşumuz, kararlı mücadelemiz, oyunu bozmuştur.
Yılmadan, yıkılmadan, umutsuzluğa ve yeise kapılmadan verdiğimiz mücadele başarıyla sonuçlanmıştır.
 
Maruz kaldığımız zulüm ve tacizler karşısında hiçbir zaman yılmadık, mutlaka hakkın üstün geleceğine inandık.
 
28 Şubat’ın beşli çetelerine, şer ittifaklarına, karanlık işbirliklerine karşı sergilediğimiz vakur ve sabırlı mücadele sayesinde, bir kez daha millet kazanmış, bir kez daha milletin iradesi üstün gelmiş, bir kez daha milletin kararı her türlü kararın üzerine çıkmıştır.
 
28 Şubat karşısındaki dik ve kararlı duruşumuz bazı çevreler tarafından bir türlü anlaşılamadığı için, bugün millet iradesinin gücü de bir türlü kavranamamaktadır.
 
Güç karşısında geri adım atmayı, güç karşısında el ovuşturmayı alışkanlık haline getirmiş olanlar, meşru olmayan, meşruiyetini milletten almayan güç karşısında dik duruşun ne olduğunu asla anlayamayacaktır.
 
Her zaman gücün karşısında eğilenler, bugün de güç karşısında dik duranları anlayamayacak, anlayamadıkları için de, kendilerinde olanı, yani güçle işbirliği yapma alışkanlığını, başkalarına yakıştıracaklardır.
 
Biz gücümüzü milletten ve milli iradeden alıyoruz.
 
En büyük gücün Hak’tan, hakikatten, halktan geldiğine inanıyoruz.
 
Milletin ve milli iradenin vesayete ihtiyacı olduğu anlayışını aynı şekilde en güçlü şekilde reddediyor; milletin yegane hakem, yegane karar mercii olduğu ilkesini güçlü şekilde savunuyoruz.
 
***
 
27 Nisan 2007’de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin internet sitesinde yayınlanan bildiri karşısındaki tavrımız da bu doğrultuda son derece net ve kararlı olmuştur.
 
Geçmişte Hükümetlerin, siyasi parti ve siyasetçilerin yaptığı gibi, bu türden bildiriler karşısında boyun eğmek, sessiz ve tepkisiz kalmak yerine, Hükümetimiz gereken en sert ve kararlı duruşu sergilemiş, demokrasi ve millet iradesi tarafında yerini almıştır.
 
Hükümetimizin bu tavrı, sadece milli iradenin ve demokrasinin muhafaza edilmesi noktasında değil; statükonun geriletilmesi, gelecek nesiller adına örnek ve gurur verici bir tavrın sergilenmesi sonucunu da doğurmuştur.
 
27 Nisan bildirisi sonrasında yaşananlar, Türkiye’de samimi ve kararlı bir sivil irade bulunması halinde, demokrasiye yönelik tehlikelerin demokratik sistemin kendi dinamikleri ile bertaraf edilebileceğini göstermiştir.
 
Bildiri ve bildirideki haddi aşan ifadeler, hükümetimizin net ve güçlü tavrıyla anlamsız hale getirilmiş, sergilediğimiz demokratik duruş sayesinde muhtemel oyunlar boşa çıkarılmıştır.
 
2007 yılında 16 Nisan’da adaylık başvurularının başlamasıyla start alan Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde yaşanan olaylar, Türk demokrasi tarihine hem utanç, hem de ibret vesikası olarak kazınmıştır.
 
Cumhurbaşkanlığı seçimine yönelik olarak pompalanan tahammülsüzlükler, farklı girişimlerle tezahür etse de, AK Parti bunların hepsini boşa çıkarmış; 22 Temmuz’da sine-i millete giderek, yine milletinden güç almıştır.
 
28 Nisan günü AK Parti hükümeti, 22 Temmuz gecesi ise Türk milleti bildiricilere ve vesayetten medet uman çevrelere en güzel cevabı vermiştir. Sonuçta AK Parti, Sayın Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı seçilmesini sağlayarak demokrasinin gücünü herkese göstermiştir.
 
AK Parti’nin bütün mensupları, demokrasinin işte bu kritik sınavını alınlarının akıyla vermişlerdir. Bu süreçte yalpalayan, başka istikametlere yönelenler ise zaten ayrılıp gitmişler, kendi yollarında yürümüşlerdir. Milletimiz ise, bu yolun yanlış bir yol olduğunu, 22 Temmuz seçimlerinde hepsini de tasfiye ederek kendilerine göstermiştir.
 
 
***
 
Kamuoyunda “Dolmabahçe Görüşmesi” olarak adlandırılan, dönemin Genelkurmay Başkanı ile yaptığımız görüşme konusundaki spekülasyonların abartılı, haksız ve gerçekdışı olduğunu ifade etmek durumundayım. Başbakan ile kendisine bağlı olan Genelkurmay Başkanının haftalık görüşmelere başlaması ve asker-sivil ilişkilerinin olması gerektiği şekle dönüşmesi, Türk siyaseti açısından olumlu bir gelişmedir. Bu görüşme de haftalık olağan ve sıradan bir görüşmedir. Bu görüşmenin muhtevasında speküle edilen hususlar veya devam eden davalarla ilgili konular bulunmamaktadır.
Bildirinin danışıklı dövüş olduğu iddiaları, dönemi yaşayanlar için, gerçekten çok anlamsız, insafsız ve mesnetsiz boş laflardır. AK Parti’nin oyları, danışıklı dövüşlerle değil, demokrasi ve özgürlükler konusunda ortaya koyduğu samimi ve kararlı duruş sayesinde artmıştır. Biz milletimizin karşısına mağduriyetle değil, işte bu duruşumuzla çıktığımız için başarılı olduk.
 
Hükümetin demokratik duruş sergilediği bu olay sırasında muhalefet partilerinin silik, etkisiz ve pasif bir tutum takınmaları, demokrasiye ve milli iradeye destek veren bir pozisyon alamamaları ise, 22 Temmuz seçimlerinde milletimiz tarafından en iyi şekilde takdir edilmiştir. 
 
AK Parti iktidarı, 10 yıl boyunca ülkeye ve millete hizmet ederken, bir yandan da vesayetçi anlayışı geriletmek, karanlık odakları ve çeteleri temizlemek için mücadele etmiştir.
 
Hükümetimize ve milli iradeye karşı tertiplenen birçok oyun bozulmuş, birçok illegal girişim yargı konusu yapılmış, müdahaleci senaryolar peşinde koşan birçok odak tasfiye edilmiştir.
 
Biz bu süreçte hiçbir kuruma, hiçbir kişiye karşı önyargıyla, peşin hükümle hareket etmedik, böyle bir yöntemi de doğru bulmayız. Önemli olan kurumları yıpratmadan yanlış yapan kişilerin cezalandırılması, illegal şebekelerin çökertilmesidir.
 
Hiç kimse milletin Meclis’ine, milletin Hükümetine, milletin anayasal ve yasal kurumlarına karşı illegal müdahalelerde, antidemokratik girişimlerde bulunamaz. Bu tür yaklaşımlar öncelikle kurumların kendilerine zarar verir. Bilindiği gibi 27 Mayıs darbesi sonrasında birçok komutan görevden el çektirilmiş, ordunun iç disiplini ve işleyişi de darbe almıştır. Bu tür müdahaleler hem ülkenin itibarını sarsmış, hem de milletin bu kurumlara olan güvenini zedelemiştir. Doğal olarak demokratikleşme mücadelesi tüm bu boyutları da kapsamak durumundadır.
 
Böylesine ciddi bir hususta, sadece kulaktan dolma bilgiyle, dedikoduyla, duyumla hareket edilmesi söz konusu olamaz. 2003 sonrasında gündeme getirilen darbe planları ve hazırlıklarıyla ilgili somut bilgiler, belgeler, iddialar yargıya ulaştığında, savcılarımız ve hakimlerimiz üzerlerine düşeni cesaretle yapmışlar, iddianameleri hazırlayıp davaları görmeye başlamışlardır. Bizim hükümet olarak bu süreçte yaptığımız, yargının işleyişini kolaylaştıracak imkanları sağlamaktan ve adaletin tecelli etmesini sabırla izlemekten ibarettir.
 
Ayrıca AK Parti, ‘AK Parti’yi ve Gülen Cemaatini Bitirme Planı’ şeklinde kamuoyunun gündemine gelen internet andıcı konusunda davaya müdahil olmuştur.
 
Bilindiği gibi müdahale dönemlerinde sadece siyasi iktidarlar değil, toplumun farklı kesimleri de hedefe konulmakta, etkisizleştirilmeye çalışılmakta, bir tehdit ve tehlike olarak konumlandırılmaktadır. Bu ise toplumsal kesimler arasında ayrımcılığa ve halkımızın çok haksız uygulamalara maruz kalmasına sebep olmaktadır. Özellikle 28 Şubat sürecinde ekonomiden siyasete, sivil toplumdan iş dünyasına kadar birçok alanda toplum kesimleri mağdur edilmiş, açık zulümlere maruz bırakılmıştır.
 
Bu süreçte mağdur edilen kesimlerin müdahaleci anlayışın işbirlikçisi veya destekçisi gibi takdim edilmesi son derece insafsız ve gerçek dışı bir değerlendirme olacaktır. İmkanlarını ve zamanlarını ülkemizin sosyal sorunlarının giderilmesine hasreden, manevi çalışmalar yürüten grup, camia ve kanaat önderlerinin geniş halk kesimlerini koruma duygusuyla ve sorumluluk hissiyatıyla ortaya koydukları söylemler, kesinlikle postmodern darbe sürecinin bir parçası olarak yaftalanamaz. Nitekim bu kesimler gerek yaşadıkları haksızlıklarla, gerek uğradıkları takibat ve yargılamalarla, bu sürecin mağduru durumuna düşmüşlerdir.
 
AK Parti iktidarının yürüttüğü demokratikleşme çabaları, bir yönüyle de geçmişte mağdur edilen tüm toplum kesimlerinin yaşadığı haksızlıkları gidermeye yönelik olmuştur. Özellikle meslek liseleri, imam hatipler ve Kur’an Kursları bağlamında yaşanan mağduriyetler, hükümetimizin attığı adımlarla giderilmiş, toplumsal hayatta bir normalleşme sağlanmıştır.
 
***
 
AK Parti, 14 Ağustos 2001’de, milletin partisi olarak, bizzat millet tarafından kurulmuş, “Yeter, Söz de, Karar da Milletindir” sloganıyla iktidara yürümüştür.
 
Millet iradesi partimiz ve hükümetimiz için her zaman kudsiyet arzetmiştir.
 
Parti olarak, milletimizin bize olan itimadını, bu itimadın tezahürü olan yetkiyi daima kutsal bir emanet olarak gördük.
 
Milli iradeye yönelik her türlü müdahale girişimine karşı kararlı şekilde mücadele verdik.
10 yıl boyunca, Hükümetlerimiz döneminde, milli iradeyi muhafaza etmek, demokrasinin standartlarını geliştirmek, demokratik kurum ve kuralları güçlendirmek için çok önemli reformlar yaptık.
 
Yakın tarihimizde yaşanan sorunlardan ders çıkarmış olarak, demokrasi dışı kurumların demokrasiye müdahale etmesinin, milli irade üzerinde vesayet kurmasının önüne geçmek için kararlı duruş sergiledik.
 
Her ne şekilde olursa olsun, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne, Hükümete, sivil siyasete yönelik girişimlerin önünü kestik, bu girişimleri Anayasa ve Yasalar çerçevesinde yargıya intikal ettirdik.
 
Geçmişin karanlık dönemleriyle cesaretle ve kararlılıka yüzleşmenin yanısıra, gelecekte müdahalelerin tekrar yaşanmaması için, bu tür girişimlere tevessül bile edilmemesini sağlayacak tedbirleri aldık ve alıyoruz.
 
Elbette, son 10 yıllık süreç, bu anlamda çok zorlu geçti.
 
Bu süreçte, güç kaybına uğradığına inanan statüko, imtiyazlarını kaybeden vesayetçi kurumlar, millete rağmen bir takım öncelikler kazanmış seçkinler, özellikle de devlete sirayet etmiş çeteler ve mafyatik oluşumlar her adımımızda karşımızda olmuş, bizi engellemeye ve yavaşlatmaya çalışmıştır.
Ancak Hükümet olarak bunların hiçbirisine boyun eğmedik ve bu süreçten asla taviz vermedik.
Hükümetimiz döneminde 12 Eylül müdahalesinin yargılanmasının önü açılmıştır.
Yapılan Anayasa değişikliği sürecinde, statüko partileri güç birliği yaparak bu süreci engellemeye çalışmış, ancak millet iradesi ve milletin tercihleri galip gelmiştir.
 
12 Eylül’ün mağduru olduklarını, müdahalelere karşı olduklarını, parti kapatmalara, siyasi yasaklara, sivil siyasetin alanının daraltılmasına karşı olduklarını söyleyen partiler, ne yazık ki bu demokratikleşme adımlarımız karşısında direnç göstermişlerdir.
 
AK Parti hükümeti, devam etmekte olan 12 Eylül davasına “Türkiye Cumhuriyeti Hükümetine izafeten Başbakanlık olarak” sanıklardan şikayetçi olacak şekilde ‘müdahil’ olmuştur.
 
Aynı şekilde 28 Şubat Müdahalesinin tüm boyutlarıyla aydınlatılması ve sorumluların hesap vermesi için, yürütme ve yasama yargıya her türlü destek vermiştir.
 
10 yıllık Hükümetlerimiz döneminde, kararlı demokrasi mücadelemizin yanısıra, tarihi nitelikte demokratik reformlar gerçekleştirilmiştir. Bunlardan bazılarını başlıklar halinde belirtmek isterim.
Olağanüstü Hal, Hükümetlerimiz döneminde kaldırılmıştır.
 
Milli Güvenlik Kurulu ve MGK Genel Sekreterliği’nin yapısı değiştirilmiştir.
 
MGK Kararlarının tavsiye niteliğinde olacağı kanunla hükme bağlanmıştır.
 
MGK Genel Sekreteri’nin TSK mensupları dışından atanabilmesinin, kararların uygulanmasına ilişkin yetkilerinin kaldırılmasının önü açılmıştır.
 
MGK Kanununun uygulanmasına ilişkin “gizli” yönetmelik öngören hüküm ve tüm kamu kurumlarının 
 
MGK Genel Sekreterliğine bilgi verme yükümlülüğü ortadan kaldırılmıştır.
 
Anayasa değişikliği ile sivillerin askeri mahkemelerde yargılanması dönemi sona ermiştir.
 
Darbe davalarının sivil mahkemelerde görülmesinin önü açılmıştır.
 
İl ve ilçelerde sivil-asker ilişkileri yeniden düzenlenmiştir.
 
TSK’nın etkin denetimi için yeni düzenlemeler yapılmıştır.
 
Yüksek Askeri Şura kararları yargı denetimine açılmıştır.
 
Anayasanın Geçici 15’inci Maddesi kaldırılmış, 12 Eylül Askeri Müdahalesinin yargılanmasının yolu açılmıştır.
 
Sayıştay Kanunu değiştirilmiş, askeri harcamaların denetlenmesinde yeni bir süreç başlatılmıştır.
 
28 Şubat döneminde çıkarılan Bakanlar Kurulu kararları yürürlükten kaldırılmıştır.
 
Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu kaldırılmıştır.
 
28 Şubat’ta çıkarılan Başbakanlık genelgeleri aynı şekilde kaldırılmıştır.
 
YÖK’ün oluşumunda Genel Kurmay Başkanlığının aday gösterebilmesini öngören hüküm kaldırılmıştır.
 
RTÜK Üyeliği için MGK Genel Sekreterliğinin aday göstermesine ilişkin düzenlemeler kaldırılmıştır.
 
Okullarda okutulan Milli Güvenlik dersinin askerlerce verilmesi kaldırılmış, Milli Güvenlik Dersinin içeriği diğer dersler içinde verilmeye başlanmıştır.
 
1960 darbesinden beri yürürlükte olan, Kırmızı Kitap diye bilinen, birçok anti demokratik müdahalenin ve uygulamaların gerekçesi olarak gösterilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi değiştirilmiş ve tamamen demokratik bir içeriğe kavuşturulmuştur. Buna bağlı olarak iç güvenlik, dış güvenlik ve askeri strateji belgeleri de yeniden demokratik bir ülkede olması gerektiği gibi düzenlenmiştir.
 
Faili meçhul dosyalar yeniden açılarak, karanlık odakları aydınlatmada kararlı bir duruş sergilenmiştir.
 
Siyasal ve sosyal alanda demokrasiyi güçlendirecek pek çok değişikliği içeren 2 Anayasa referandumu yapılmıştır.
 
Bu çerçevede Cumhurbaşkanının da doğrudan halk tarafından seçilmesini sağlayacak düzenleme de hayata geçirilmiştir. 
 
HSYK’nın yapısının değiştirilmesi başta olmak üzere, yargı bağımsızlığını güçlendirmeyi ve yargının işleyişini hızlandırmayı amaçlayan pek çok reform gerçekleştirilmiştir.
 
Bu ve benzeri çok sayıda reformla milli irade, demokrasi ve sivil siyaset güçlendirilmiştir.
 
Türkiye’de sivil siyasetin güç kazanması, siyasetin ve asker-sivil ilişkilerinin normalleşmesi, iktidarımızın öncelikli meselesidir.
 
Çeteler, darbeciler ve vesayetçi odaklarla mücadelede AK Parti iktidarının ortaya koyduğu siyasi kararlılık ve cesaret, belirleyici ve ön açıcı olmuştur.
 
AK Parti’nin başlattığı ve önünü açtığı bu süreçte TBMM’nin, yargının, medyanın ve toplum kesimlerinin darbeci anlayışla mücadelede cesur tavırlar sergilemesi mümkün olmuştur.
 
***
 
Demokratik sistemin darbelere ve vesayetçi müdahalelere karşı dirençli olması aynı zamanda sistemin topyekün gelişmesine, güçlenmesine ve her türlü keyfiliklere kapanarak şeffaflaşmasına bağlıdır.
 
Ekonomisi gelişmiş, sosyal yapısı güçlenmiş, iç barışı üst düzeye çıkmış bir ülkede demokrasi dışı eğilimlerin zemin kazanması mümkün değildir.
 
Milli geliri düşük olan, kronik sorunlarını çözemeyen ülkeler, iç ve dış müdahalelere açık hale gelirler.
 
Kronik sorunların çözülmesine yönelik girişimlerin sabote edilmesi, terör ve şiddetin tırmandırılması, laik-antilaik, Alevi-Sünni gibi yapay gerilim alanları oluşturulması, darbeci zihniyetin kullandığı enstrümanlardır.
 
AK Parti iktidarı, her alanda yürüttüğü çalışmalarla, bu zihniyetin temellerini ve istismar kanallarını kurutmaktadır.
 
Bu meyanda Türkiye genelinde, 81 vilayette yapılan büyük ve tarihi nitelikte yatırımlarla, demokrasi, katılımcılık, hesap sorabilme gibi haklar güçlendirilmiştir.
 
Ekonomideki iyileşmeler ve rekor seviyedeki başarılar, yol, konut, baraj gibi yatırımların artması, özellikle iletişim ve ulaştırma alanında dünyayla rekabet edebilir bir büyümenin gerçekleşmesi, toplumsal değişimin önünü açmıştır.
 
Her şeyden önemlisi, yapılan tüm bu reformlarla, devletle millet kucaklaştırılmış, aradaki engeller kaldırılmış, güven tesis edilmiş, “insanı yaşat ki devlet yaşasın” ilkesi hayata geçirilmiştir.
Eğitime yaptığımız çok büyük ve tarihi nitelikteki yatırımlar, geleceğimizin daha aydınlık ve güven içinde olmasının teminatını teşkil etmiştir.
 
Dünya ile rekabet edebilir, yaygın ve kaliteli eğitim sayesinde, genç nesiller inanıyorum ki demokrasiye daha fazla sahip çıkacak, müdahaleler yoluyla Türkiye’nin geri götürülmesinin önünde daha güçlü ve kararlı şekilde duracaklardır.
 
Yine inanıyorum ki, ne bu millet, ne de bu gençlik, artık müdahaleler yoluyla Türkiye’nin kaybetmesine asla müsaade etmeyecektir.
 
Biz bir yol açtık.
 
Biz, cesur adımlar attık, cesur reformlar gerçekleştirdik.
 
Hiç kimsenin, hiçbir Hükümet ve siyasi partinin yapmadığını, yapamadığını yaparak, geçmişle yüzleştik, geleceğe sağlam bir zemin hazırladık.
 
Gerilime, krize, çatışmaya sebep olmadan, ülkeye ve millete kaybettirmeden, sabırla, sağduyu ve teenniyle verdiğimiz kararlı mücadele ileri demokrasiye ulaşmamız için ümitleri artırdı.
Bu mücadeleyi, millet-devlet kaynaşmasını, kurumlar arasındaki güven ve koordinasyonu, toplumsal kesimler arasındaki hoşgörü ve uzlaşıyı artırarak yürüttük.
 
İnşallah Türkiye, geçmişteki o karanlık günleri, o karanlık dönemleri tekrar yaşamayacaktır.
 
İnşallah, Türkiye, seçilmiş Başbakan ve Bakanlarını asan, yaşını büyüterek, yanlı, taraflı bir yargılama neticesinde gençlerini idam, işkenceyle anılan bir ülke konumuna artık bir daha asla düşmeyecektir.
Demokrasiye müdahale girişiminde bulunan, bunun tasavvuru ya da hayali içinde bulunan herkes, her kurum, er ya da geç, milletin mahkemelerinde yargılanacağını, hesap vereceğini aklında bulunduracaktır.
 
Türkiye’ye çok ağır bedeller ödeten darbeler dönemi artık geride kalmıştır.
 
Demokratikleşme mücadelemiz, milletimizin güven ve desteğiyle aynı kararlılıkla sürecektir.
On yıl boyunca çalışmalarımızı, icra ettiğimiz iş ve işlemleri insani odak yaparak gerçekleştirdik. Bireyin hak ve özgürlüğü, milletimizin egemenlik hakkı ve hukukun üstünlüğü rehberimiz olmuştur.
Vesayetçi anlayışı, darbeci zihniyeti, müdahaleci yaklaşımı tamamen tasfiye edene kadar, hukuki ve siyasi çabalarımız devam edecektir.
 
Komisyonunuzun yapacağı çalışmalar ve hazırlayacağı rapor da, geçmişi aydınlattığı kadar, gelecekte darbelerin tekrar yaşanmaması için çok değerli katkılar sunacaktır.