Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın başbakanlık görevini üstlendiği dönemdeki ilk Başbakanlık Müsteşarı olan ve daha sonra Milli Eğitim ile Çalışma bakanlıkları görevlerini üstlenen Ömer Dinçer, "Kendi adıma, muhataplarımızın art niyetli olduklarını bilsek bile, 'Daha fazla adalet' demenin, 'iyi niyetli herkesi kucaklayan bir dil kullanmanın' daha uygun olduğunu düşünüyorum" dedi. Dinçer, “Eğer iktidarda sürekli kalınmak isteniyorsa, muhalif olanlara haklılık payı bırakmamaya özen göstermek gerekir' demek neden sorun oluyor?" diye sordu.
Dinçer'in HaberTürk'te "Doğru söz acıdır" başlığıyla yayımlanan (10 Temmuz 2017) yazısı şöyle:
“DOĞRU söz acıdır” derler. İbni Zafer de “Sulvanü’l Muta” adlı eserinde, doğru bir dost tavsiyesi için “İlk aldığınızda sizi iğrendiren acı bir ilaç gibidir, ancak size faydalarını fark ettikten sonra keyfinizi yerine getirir” diyor.
Geçen hafta iki farklı kanaldan gelen eleştiriler, bana bu sözü hatırlattı.
Gerçekte önyargıları değiştirmenin veya art niyetli olanı ıslah etmenin zor olduğunu biliyorum. Yazılanı anlayamayana, metindeki işine gelen kısmı alana veya maksadının dışında yorumlayana bir daha anlatmak çare değil. Bu nedenle, bu gibi durumlarda en doğru yaklaşımın “olduğun gibi görünmek” ve “doğru bildiğini yapmaya devam etmek” olduğunu düşünürüm.
Yine de bir umut, gerçeği arayan iyi niyetlilere ışık tutacağı gerekçesiyle yazdıklarımı farklı bir açıdan bir daha tekrarlayacağım.
Doğan Medya Grubu, 2004 yılında MGK’da alınan FETÖ ile ilgili tavsiye kararı hakkında işlem yapılmamasını gündeme getirdi. “Türkiye’de Değişim Yapmak Neden Bu Kadar Zor” adlı kitabımdan eksik alıntılar yaparak AK Parti iktidarını FETÖ’yü desteklemekle itham ediyorlar.
Öncelikle, bu karara dayanarak hükümeti suçlamanın, ne hukuki ne de ahlaki haklılığı olmadığını vurgulamalıyım. O gün verilen karar, AK Parti’nin demokratik mücadelesinin bir sonucuydu. Ayrıca, 28 Şubat’ın zor şartlarında vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini koruma çabasıydı.
Bir dönemin gerçeği, bir başka dönemin değişik bağlamdaki olaylarına gerekçe olabilir mi? Daha önemlisi, o döneme ait suç teşkil eden başka gerçekler var ki henüz hesabı sorulamadı. 28 Şubat post-modern darbesini belki söz konusu köşeleri yazanlar göz ardı edebilir, ama toplum henüz unutmadı.
28 Şubat darbesi sonrasında, önceki hükümetlerin yürürlüğe koyduğu“İrticayla Mücadele Eylem Planı” nedeniyle, zaten bütün dindarlar ve dini cemaatlar hedefti ve sıkı kontrol altındaydı. Dini cemaatlerden biri olan ve 28 Şubat’a destek veren, o günün “hizmet hareketi” için alınan özel bir kararın anlamı sizce ne olabilir?
Belki tekrarlamış olacağım, ama o günkü MGK kararı açık bir şekilde FETÖ’ye değil, AK Parti’ye yönelik köşeye sıkıştırma stratejisiydi. Söz konusu karar, hükümeti farklı bir çatışma içine sokarak etkisizleştirme ve destek aldığı toplumun büyük bir bölümünü oluşturan dindar insanlar karşısında zayıflatma çabasıydı.
Kaldı ki kitapta yanlış anlaşılmaları önlemek için vurguladığım gibi, konu bir insan hakları meselesi idi, millet iradesine karşı darbeye hazırlanan derin bir yapı değil. Nitekim, aynı karar için 2004’te askerlerin, 2013’te FETÖ’nün, bugünlerde de ulusalcıların AK Parti’yi suçlaması, kararın ilkesel olarak haklılığını gösterir.
Kararı eleştirenlerin endişesi gerçekten darbeciler ise FETÖ’ye hesap sormaları gerekmez mi? Bu işlem nedeniyle darbe girişimine maruz kalan iktidarı itham etmek yerine, “hizmet hareketi” diye neredeyse toplumun bütün kesimlerinin gözünü boyayan ve sonra “cunta heveslisi bir örgüt”e dönüşen FETÖ’ye bir şeyler söylemek daha yerinde olmaz mı?
Aksi halde, hem iktidarı FETÖ ile mücadelesinde tek başına bırakmak hem de darbecilerin sorumluluğunu yüklemeye çalışmak hiç ahlaki olmaz. Hain darbe teşebbüsünün yıldönümünde, millet iradesine sahip çıkmalarını tavsiye ediyorum. Çünkü, sivil iktidardan yana olmak uzun vadede sadece demokrasimizi güçlendirir.
Diğer bir konu geçen haftaki yazıma dair. Hiç kimse farklı anlamlar çıkarmaya kalkmamalı. Yazımın ana teması “toplumsal olaylar”karşısında iktidarların tutumuyla ilgilidir. Örnek verdiğim her iki eylemde de üzerinde durduğum konu, eylemi veya onu gerçekleştirenleri kıyaslamak değil, onlara karşı iktidarın tutumunu analiz etmektir.
“Başörtüsüne özgürlük için el ele eylemi” zamanın iktidarı tarafından horlanmasına ve “İrticacıların devlete karşı başkaldırısı” olarak yorumlanmasına rağmen devletin ve toplumun hafızasında güçlü bir yer edindi, diyorum.
Bugün “adalet yürüyüşü” yapanların amacı, adaletsiz uygulamaları olduğu iddiasıyla hükümeti eleştirmek ve “AK Parti yargısı” imajı oluşturmak ise iktidarın aşağılayan tavrı ve buna destek veren herkesi “Terörist”, “Darbeci” ve “Bölücü” diye tanımlaması onları amacına ulaştırır, demeye çalışıyorum.
Kendi adıma, muhataplarımızın art niyetli olduklarını bilsek bile, “Daha fazla adalet” demenin, “iyi niyetli herkesi kucaklayan bir dil kullanmanın” daha uygun olduğunu düşünüyorum. “Eğer iktidarda sürekli kalınmak isteniyorsa, muhalif olanlara haklılık payı bırakmamaya özen göstermek gerekir” demek, neden sorun oluyor?
Adalet istemek, “ülkede adaletin olmadığını kabul etmek anlamına gelir” diye endişe ediyor olabilirsiniz. Zaten o yüzden “Daha fazla adalet” demeyi tercih ettim. Adaletin ifrat ve tefriti olmaz diye de vurguladım.
Mevcut adalet bürokrasisinin darbecilere hesap soracağım derken yaptığı haklı-haksız her işlemin sorumluluğunu üstlenmek doğru bir hesap mıdır? Vaktiyle vesayet yargısının mağduru olanların, yargılama süreciyle ilgili empati yapması çok mu zor? Anne ve babanızın, yakınlarınızın aleyhine bile olsa adaleti yerine getirmeye çalışmak mülkün temeli değil mi?
Uzun vadede AK Parti yargısı imajı olmasın, kanlı darbeye maruz kalmış bir iktidarın mücadelesi adaletsizlikle hatırlanmasın diye, yazdım. Daha iyi bir tavsiyesi olan var mı?
İbni Zafer ile başlamıştık, onunla bitirelim: “Hükümetin sertliği halkı daha önce akıllarından bile geçirmedikleri bir eyleme sürükler.” Bu yüzden, “Yöneticiler arasındaki en ihtiyatlı kişi, insan zihninin öngörebileceği her türlü beklenmedik olaya karşı önceden tedbir alandır”.