Erdoğan'ın ilk müsteşarı: Üniversitede özgürlüğü savunmak hepimizin görevi; 28 Şubat'ta dindar öğretim görevlileri atılmıştı!

Erdoğan'ın ilk müsteşarı: Üniversitede özgürlüğü savunmak hepimizin görevi; 28 Şubat'ta dindar öğretim görevlileri atılmıştı!

Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın başbakanlık görevini üstlendiği dönemdeki ilk Başbakanlık Müsteşarı olan Ömer Dinçer, "üniversitede özgürlüğü savunmanın herkesin görevi olduğunu" hatırlatarak "28 Şubat’ta bütün dindar öğretim üyeleri idari görevlerden alındı; bir üst unvana terfi ettirilmedi. Hiçbirinin, kendi inancını yaşamaktan ve düşüncesini ifade etmekten başka bir talebi olmamıştı" dedi.

Ömer Dinçer'in "Kalem ve kılıç" başlığıyla yayımlanan (13 Şubat 2017) yazısı şöyle:

Büyük İskender’in, “Dünya iki şeyin üstündedir: Kılıç ve kalem. Kılıç, kalemin altındadır. Kalem, öğreticilerin sermayesidir. Uzak ve yakında bulunan bütün insanların görüşü onunla bilinir. İnsanın zamanı dardır, kitaplara bakmazsa olgun bir akla sahip olamaz. Şayet kılıç ve kalem olmasaydı dünya ayakta kalamazdı” dediği rivayet edilir.

Buna göre, kılıçla kalemin ilişkisi dünyanın gidişatını belirler. Tarihten biliniyor ki, kalemi takip eden kılıç medeniyet kurarken, kılıca itaat eden kalem müzmin sorunların sebebi olmuştur.

Sanıyorum 2004 yılının nisan ayının son günleriydi, Üniversitelerarası Kurul (ÜAK) üyeleri, Sayın Başbakan tarafından kabul edildi.

O günlerde 28 Şubat bütün ağırlığıyla hükümetin üzerinde “Demokles’in kılıcı” gibi duruyordu. YÖK Başkanı’nın talimatıyla hiçbir üniversite rektörü veya YÖK üyesi hükümetle temas kurmuyor ve ülke sorunları için oluşturulan heyet ve toplantılara katılmıyordu. Zaten talimat vermeye bile gerek yoktu, toplumda oluşan genel hava hoşgörü ve karşılıklı müzakere yapmaya uygun değildi. AK Parti iktidarına yakın durmak bir yana, çok ortaklı kurulların davetine icabet eden öğretim üyeleri bile töhmet altında bırakılıyordu.

Kısaca, ÜAK üyelerinin randevu talebi üniversiteler ile hükümet arasında ilişkilerin normalleşmesi adına büyük bir adımdı.

Akşam üzeri başlayan görüşmeye hükümet kanadından 7 kişi katıldık. ÜAK adına ise ülkemizdeki 8 büyük üniversitenin rektöründen oluşan bir heyet geldi. YÖK Kanunu’nda değişiklik yapılacağını duyan rektörler taleplerini dile getirmek istemişlerdi.

Hükümet onların bütün taleplerini yerine getirebilirdi ama bir şartla: Üniversiteler bilim yuvaları idi, “bilimsel özgürlük” esastı, düşünce ve ifade özgürlüğü olmadan bilim adamı olunamazdı. Dolayısıyla düşüncesini, dini ve felsefi inancını ifade edenlerin rahat bırakılması.

Rektörlere Edward Said olayı hatırlatıldı. Edward Said Lübnan’da iken, Golan Tepeleri’ni ziyareti sırasında eline küçük bir taş alarak İsrail’e doğru atmış ve “İsrail hükümetinin Filistinlilere yaptığı zulmü” kınamıştı. Bunun üzerine ABD’de ders verdiği üniversitede Yahudi lobisi ayağa kalmış, öğrenci dernekleri Said’in görevine son verilmesini talep etmişti. Öğrencilerin protestoları, Yahudilerin öfkesi dinmiyordu. Sonunda, kendisi de bir Yahudi olan üniversite rektörü, “Bizim üniversitemizde hiçbir öğretim üyesi bizden farklı düşünüyor diye görevden uzaklaştırılamaz” diyerek bir üniversiteye ve özgür bilime yakışan bir tavır koymuştu.

Ayrıca AK Parti iktidara gelirken üniversiteler üzerinde bir yönetim ve denetim kurumu olduğu için YÖK’ün kaldırılması, üniversitelerin idari olarak, özerk ve bilimsel olarak özgür olması, düşünce ve inanç özgürlüğünün sağlanması, devletin insanların kılık kıyafetine müdahale etmemesi için söz vermişti.

Vakıf üniversitelerinin rektörünü atamayı aklına bile getirmeyen AK Parti, o günlerde devlet üniversitelerinde en çok oyu aldığı halde atanmayan rektörlerin haklarını savunmaktaydı.

Dolayısıyla iktidara gelince, Kamu Yönetimi Reformu Temel Kanunu’nda “Kamu idaresinin amacı, vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini kullanmasının önündeki engelleri kaldırmaktır” yazmıştı.

Hiç şüphesiz, normal bir süreçten geçmiyoruz. Kalleş bir darbe teşebbüsü atlatıldı. Bu süreçte ihanet eden, darbeye teşebbüs eden, doğrudan veya dolaylı destek verenlerin, puslu havadan yararlanıp şehirleri işgal etmeye kalkan teröristlerin, teröre ve şiddete açıkça söz ve eylemleriyle katkı sağlayanların cezalandırılmasına hiç kimsenin itirazı olamaz. Aksine, cezalandırılmazsa adalet sağlanmış olmaz.

Ama ölçü belli; darbeye, teröre ve şiddete söz veya eylemle açıkça destek olmak. Bunun dışında kalan insanlara suçlu muamelesi yapmak haksızlık olur. Çünkü, eğer hassas davranılmazsa dini ve felsefi inanç, ifade, teşebbüs ve örgütlenme gibi özgürlüklerin kısıtlanmasıyla sonuçlanabilir.

1960 ihtilalinin, 1982 askeri darbesinin ve 28 Şubat’ın üniversiteler üzerindeki uygulamaları toplumda hâlâ kapanmayan bir yara. 28 Şubat’ta bütün dindar öğretim üyeleri idari görevlerden alındı; bir üst unvana terfi ettirilmedi. Hiçbirinin, kendi inancını yaşamaktan ve düşüncesini ifade etmekten başka bir talebi olmamıştı. Askerlerin “Doçentliğini veya profesörlüğünü onaylamayın” diye telefonlarına şahit olduk.Dahası muhatap ve maruz kaldık.

İnsanların hak ve hürriyetlerini, üniversitelerin özerkliğini, bilimsel özgürlüğü savunmak hepimizin görevi, ama en çok da “Kendi nefsin için istemediğini, başkaları için de isteme” öğüdüne muhatap olanların...