Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın başbakanlık görevini üstlendiği dönemdeki ilk Başbakanlık Müsteşarı olan ve daha sonra Milli Eğitim ile Çalışma bakanlıkları görevlerini üstlenen Ömer Dinçer, AKP yöneticilerinin "adalet yürüyüşü"ne karşı takındıkları tavrı eleştirdi.
"Tuhaf bir şekilde bugün roller ters dönmüş durumda: O gün darbe yanında durarak 'insan hak ve özgürlüklerini' ihlal eden parti 'Adalet' diye yürüyor; o günün 'Demokrasi' diyerek yürüyen mağdurları ise devletten ve 'güvenlikten' yana duruyor" ifadesini kullanan Dinçer, sözlerinin devamında şunları kaydetti:
“Bu yolları teröristler yürüsün diye yapmadık' demek veya Kılıçdaroğlu’nun kalacağı yere tezek dökmek gibi densizlikleri AK Parti adına genelleştirmeyi hiç düşünmesem bile Cumhurbaşkanı’nın, hükümet üyelerinin ve parti sözcülerinin demeçleri, rakibin stratejisine uygun seviyede davranmak yerine, genel bir hafife alma ve suçlama tavrı içinde olunduğunu açıkça ortaya koyuyor. Anlaşılan, AK Parti yöneticileri olayı 'kişi' ve 'parti' eylemi olarak görüyor ve sadece onlarla sınırlandırıyor."
CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun öncülüğünde, partinin İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu'nun "casusluk" iddiasıyla tutuklanması sonrası başlatılan yürüyüşle ilgili olarak Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, son olarak "Sizin yolunuz Kandil ve Pensilvanya'nın yoludur" demişti.
Ömer Dinçer'in "AK Parti’nin ‘Adalet Yürüyüşü’ ile imtihanı" başlığıyla yayımlanan (3 Temmuz 2017) yazısı şöyle:
28 Şubat’ı en çok yıpratan eylem ne idi, hatırlayan var mı? Üniversite kapısı önünde dökülen gözyaşları mı, hükümeti eleştiren köşe yazıları mı, Meclis’te yapılan siyasi konuşmalar mı, ordu ile iktidar mensuplarına yapılan baskılar mı?
Hiç şüphesiz, bunların bir etkisi oldu, ama 28 Şubat’ı en çok yıpratan olay“Başörtüsüne özgürlük için el ele eylemi” olmuştu. Bunu biliyorum, çünkü Başbakanlık Müsteşarlığı görevi yaptığım sırada, göreve getirilmek istenen kamu görevlileri için yapılan güvenlik soruşturmalarında, olumsuz raporların önemli bir kısmında “Başörtüsü için el ele eylemine katılmıştır” gerekçesi kayıtlıydı. Ayrıca eylemi düzenleyen 30 öğrenci 90 yıl hapis istemiyle DGM’de yargılandı.
Basit bir eylemdi, 11 Ekim 1998’de başörtüsüne destek veren insanlar evlerinin önüne çıkıp el ele tutuşarak Edirne’den Ardahan’a uzanan bir zincir oluşturmuştu. Zincire katılanlar sadece üniversiteden uzaklaştırılan başörtülü kızlar veya irticacı damgası ile kamu görevinden uzaklaştırılanlar değildi. Adalet, demokrasi ve eğitim hakkı isteyen herkesin katılımıyla büyük bir sivil itaatsizlik örneği ortaya konulmuştu.
Askeri ve sivil bürokrasi içindeki darbe taraftarlarının uygulamaya koyduğu 28 Şubat’a sivil iktidar sahip çıkmış ve bu tür eylemleri de “irticacıların devlete karşı başkaldırısı” olarak yorumlamıştı.
Resmi kayıtlara göre, 28 Şubat’ın psikolojik harp taktiğini uygulayan kurmayları, bazı bölgelerde polis zoruyla zincir oluşturulması engellendiği için, kendilerini başarılı ve mutlu saymıştı. Acaba bu basit eylem niçin bu kadar etkili oldu? Devletin ve toplumun hafızasında niçin güçlü bir yer edindi? Bu sorunun cevabını size bırakıyorum, çünkü bugünkü konum Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü”.
Tuhaf bir şekilde bugün roller ters dönmüş durumda: O gün darbe yanında durarak “insan hak ve özgürlüklerini” ihlal eden parti “Adalet”diye yürüyor; o günün “Demokrasi” diyerek yürüyen mağdurları ise devletten ve “güvenlikten” yana duruyor.
CHP Anayasa referandumu ve yürüyüş eylemi süreçlerinde olumlu bir muhalefet tarzı izledi. Ancak bu yeni duruma bakarak CHP’nin değiştiğine karar vermek zor. Çünkü CHP’nin genetik kodları ve bugünkü kadroların yetişme tarzı özgürlükçü ve demokratik değil. Bir iki tutumla da yıllara sari müzmin hastalığını kolayca atacağı düşünülmemeli.
Başka bir ifadeyle, CHP’nin adalet, demokrasi ve insan hakları yanında duruyor olması “yerleşik bir davranış mı?”; bunu zaman gösterecek.
Ancak yine de CHP’nin, bir milletvekilinin ve yakın gördüğü bazı gazetecilerin tutuklanması nedeniyle kendini mağdur hissetmesi ve muhalefet partisi olarak kamudan haksız ihraçlar, uzun süren gözaltılar ve iddianamelerin gecikmesi gibi nedenlerle “adalet” istemesi anlaşılabilir.
Son iki örnek, AK Parti’ye karşı iyi planlanmış hamleler yapıldığını gösteriyor. Ancak şaşılacak bir şekilde AK Parti muhalefetin bu hamlelerini okumakta zorlanıyor ve eski başarılarını borçlu olduğu alışkanlıkla rakibini hafife alan bir strateji uyguluyor.
Ayrıca bu olay karşısında AK Parti’nin tutumu geçmişin mağdur ve mazlumunu hiç yansıtmıyor.
AK Parti kadrolarının bütün tecrübesi, niyet okuma karşısında söylemin, devlet gücü karşısında insan hak ve özgürlüklerinin kazandığıdır. Bu tecrübeye rağmen niyet okumak, “Adalet” diyen herkesi teröristlerle ve darbecilerle aynı cepheye itmek, eylemi küçümsemek ve itibarsızlaştırmaya çalışmak nasıl yorumlanmalı?
Üstelik özellikle kendi kadrosunun neredeyse hepsinin yargıyla olumsuz hatırası, bürokrasi karşısında uğradığı haksızlık varken, FETÖ davalarında masumların korunmasına hiç özen göstermeyen bürokratik muamelelerin hepsinin sorumluluğuna sahip çıkıyor.
“Bu yolları teröristler yürüsün diye yapmadık” demek veya Kılıçdaroğlu’nun kalacağı yere tezek dökmek gibi densizlikleri AK Parti adına genelleştirmeyi hiç düşünmesem bile Cumhurbaşkanı’nın, hükümet üyelerinin ve parti sözcülerinin demeçleri, rakibin stratejisine uygun seviyede davranmak yerine, genel bir hafife alma ve suçlama tavrı içinde olunduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Anlaşılan, AK Parti yöneticileri olayı “kişi” ve “parti” eylemi olarak görüyor ve sadece onlarla sınırlandırıyor. Halbuki, “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” diyen ve “adalet” i yönetimin en önemli değeri kabul eden bir partinin takılı kalacağı yer, kişi ve parti seviyesi olamaz. İşlenen “konu” ve işlenme “biçimi” fark edilmelidir.
Maalesef Türkiye’de öteden beri adalet ve bürokraside haksızlık ve çıkar hesapları sorunu var. Vesayet yargısının 28 Şubat’taki tutumu hafızalarda hâlâ canlı, cemaat yargısının yaptıklarının sızısı hâlâ hissediliyorken, iktidar yargısı algısını yok etmenin yolu daha fazla adaletten, daha özenli yargılamadan geçer.
Unutulmamalı, adalet bütün erdemlerin başıdır. Kınalızade’nin deyişiyle, “Bütün erdemler itidaldir, hepsinin ifratı ve tefriti rezilettir. Sadece adaletin ifratı ve tefriti olmaz, tersi vardır ve o da zulümdür”.