Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın başbakanlık görevini üstlendiği dönemdeki ilk Başbakanlık Müsteşarı olan Ömer Dinçer, Yeni Şafak yazarı Hayrettin Karaman'ın “İslâmî sistem de referans olarak değil ama mekanizma olarak başkanlık sistemine benzer; çünkü bu sistemde halk başkanı seçer, ona bey’at eder, başkan da hükümeti ve yüksek bürokrasiyi seçip tayin eder, yargıya müdahale edemez, İslâmî usule göre yasamayı ve denetimi yapacak olan heyet de başkandan bağımsızdır" ifadesini eleştirdi. Dinçer, görüşleri Erdoğan tarafından da dikkate alınan Karaman'a yönelik olarak "Esas ölçüyü kaybederek tarihi tecrübeyi öne çıkarmanın, mevcut durum ve şartları öncelemenin veya maslahat üzerinden haklılık çıkarmanın neresi meşru?" dedi.
Ömer Dinçer'in "Sistemler mi yoksa ilkeler ve amaçlar mı?" başlığıyla yayımlanan (24 Nisan 2017) yazısı şöyle:
Hayrettin Karaman, 25 Aralık 2015 tarihli yazısında şunları ifade ediyor: “İslâmî sistem de referans olarak değil ama mekanizma olarak başkanlık sistemine benzer; çünkü bu sistemde halk başkanı (halifeyi, emîri) seçer, ona bey’at eder, başkan da hükümeti ve yüksek bürokrasiyi seçip tayin eder, yargıya müdahale edemez, İslâmî usule göre yasamayı ve denetimi yapacak olan heyet de başkandan bağımsızdır.”
Değerli hocamız İslam’ın yönetim sistemleri için bir atıfta bulunmadığına ve (kuvvetler ayrılığını ihlal ettiği gerekçesiyle eleştirilen Anayasa değişikliği için yazdıkları göz ardı edilirse) kuvvetler ayrılığına da açıkça vurgu yapıyor.
Ancak İslam’ın önerdiği yönetim sistemini mekanizma olarak başkanlığa benzetiyor. Mekanizmayı da “halkın başkanı (halifeyi, emîri) seçmesini, ona bey’at etmesini, başkanın da hükümeti ve yüksek bürokrasiyi seçip tayin etmesi” olarak açıklıyor. Sanıyorum, bu tür düşüncelerin arkasında tarihi devlet tecrübeleri var. Çünkü, mekanizma olarak dile getirilen hususlar insanlığın birikiminden ibaret.
Burada bir de “halkın seçmesi ve başkanın bakanlar ile yüksek bürokrasiyi atamasının” sadece başkanlık sisteminde söz konusu olmadığını hatırlatmakla yetinelim.
Niyetim, Hayrettin Karaman’ın yazdıklarını eleştirmek değil, bu vesileyle “İslam’ın temel yöneliminin sistemler değil, ilkeler ve amaçlar” olduğunu tekrarlamak. İslam, yönetim sistemleri için ilkeler koyuyor ve sonuç odaklı davranıyor. Onun için yönetimin vereceği kararların niteliği önemli. Sistem tercihini insanlara ve belki şartlara bırakıyor. Yani, İslama uygunluk, sistem ayırt etmeksizin söz konusu ilke ve politikalarla ölçülüyor.
Birkaç yıl önce, George Washington Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Şeherzade Rehman ve Hüseyin Askari’ye ait bir araştırma okumuştum. 2010 yılında Global Economy Journal Dergisi’nde yayımlanan makale “İslam Ülkeleri Ne Kadar İslami?” başlığını taşıyordu.
Araştırma, halkı Müslüman olan ülkelerin İslam şeriatı ile yönetilip yönetilmediğini incelemiyor. Veya dinin ekonomik, mali, sosyal ve siyasal davranışlar üzerine etkilerini tartışmıyor. İslam’ın yönetim ilkelerinin ve dinin hedeflediği sonuçların çeşitli ülkelerde ne oranda gerçekleştiğini ölçüyordu.
Makale İslam dinini “itikat” ve “ibadet” sınırları içine hapsedenlere, çarpıcı bir şekilde “muamelat” ve “ukûbât” boyutlarını, bunların da “hukuk” ve “ahlâk” ile çerçevelendiğini hatırlatan bir içerik taşıyor.
İslamiliği ölçen kriterler oluşturmuşlar. Endeks hazırlanırken, Makasıd-ı Şeria dahil İslam’ın bütünü göz önüne alınmış. Bu endeksin dört ana ekseni bulunuyor: Ekonomi (12 ana ilke, 32 alt amaç), hukuk ve idare (3 ana ilke, 10 alt amaç), beşeri ve siyasi haklar (BM İnsan Hakları Beyannamesi’ni de içeren 5 ana ilke, 11 alt amaç) ile uluslararası ilişkiler (uluslararası anlaşma ve endekslere uygunluğu da ölçen 4 ana ilke, 7 alt amaç).
Amaçlar arasında, insan haklarına saygı, sosyal ve ekonomik adalet, emeğe saygı ve çalışma, bütün alanlarda herkese fırsat eşitliği, rüşvet ve yolsuzluğun önlenmesi, israf ve istifçiliğin yasaklanması, iş ve ticarette ahlaki kurallara uyma, haksız rekabetin önlendiği iyi düzenlenen ve denetlenen piyasalar, hukuki ve ahlaki meşruiyete sahip siyasi otorite vs. bulunuyor.
Sonuç olarak 208 ülke arasında ilk üçte Yeni Zelanda, Lüksemburg ve İrlanda’nın yer aldığı endekste, listeye giren ilk Müslüman ülke 38. sıradan Malezya. Türkiye maalesef 103. sırada yer alıyor. Müslüman ülkeler arasında ise 13. sırada.
Bu köşede zaman zaman uluslararası örgütlerin ve kurumların yaptığı endekslere yer veriyorum. Bunları yanlı bulanlar ve hatta küçümseyenler olabilir ama pek çok bilimsel araştırma da yukarıdaki sonuçları teyit ediyor.
İnsan haklarının olduğu yerde barış, huzur ve sosyal istikrar, demokrasinin olduğu yerde ekonomik özgürlük ve refah, yönetişimin olduğu yerde kamu kaynaklarında yüksek verimlilik ve düşük yolsuzluk, hukukun üstün olduğu yerde adalet ve güven kendini açıkça belli ediyor.
Bunların bir bütünlük içinde olduğunu unutarak hepsini veya bir kısmını modernizmin dayatması olarak görmek ne kadar doğru? Veya tersinden soralım, esas ölçüyü kaybederek tarihi tecrübeyi öne çıkarmanın, mevcut durum ve şartları öncelemenin veya maslahat üzerinden haklılık çıkarmanın neresi meşru?