Erdoğan'ın yeni danışmanı, şaka değil

Erdoğan'ın yeni danışmanı, şaka değil

Yasemin Çongar

 

Şaka diye bir şey yoktur. Kasıt içermeyen tek bir şaka örneği bulmaya çalışan Sigmund Freud nihayet teslim olmuş, onun yerine bizi her esprinin içindeki hakikati bulmaya davet etmiştir. Viyanalı üstadın genel teorilerine katılın ya da katılmayın, siyaset şakalar konusunda onu haklı çıkarıyor: Siyaset dünyasında gülünecek gani gani malzeme bulunabilir ancak hiçbir şaka asla sadece bir şakadan ibaret değildir.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın kısa bir süre önce, hükümet yanlısı 24 TV kanalının 41 yaşındaki yayın yönetmeni Yiğit Bulut’u başdanışmanı yapması da hiç şaka değil. Bulut’un atanmasını, Türkiye medyasındaki eleştirel seslerin susturulduğu (Al Monitor yazarlarından Yavuz Baydar, gazetesinin İstanbul’daki gösterileri zayıf bir şekilde işlemesini eleştirdiği için Sabah’taki işini kaybetti) bir dönemde arsız dalkavukluğun ödüllendirilmesi olarak görenlerin öfkesine, inanamamasına ve bunu alaya almasına rağmen Erdoğan’ın seçimi, bu hususta bir noksanlıktan ziyade keskin bir siyasi hesap içeriyor.

Popüler Western filmlerindeki Amerikan yerlilerinin sembol yüklü adlarını hatırlatan akılda kalıcı ismiyle, Yiğit Bulut, Erdoğan’ın yeni başdanışmanı, onu tipik AK Parti tabanından ayıran, varlıklı ve nüfuz sahibi seküler bir geçmişten geliyor. İyi derece Fransızca ve İngilizce konuştuğu söylenen Bulut, İstanbul’un prestijli okullarından Galatasaray Lisesi’nde eğitim gördü, Bilkent Üniversitesi Bankacılık ve Finans Bölümü’nden mezun oldu ve yüksek lisans tezini Sorbonne’da yaptı. Ailesi, seçmenlerinin AK Parti’den imtina ettiği, 2011 seçimlerinde, ana muhalefet partisi CHP’den sonra açık ara ikinci sırada gelen AK Parti’nin sadece yüzde 30.4 oy alabildiği Edirne kökenli.

Bulut, açık renk teni, mavi gözleri, kemikli hatlarıyla ailesinin geldiği yörenin tipik Balkan özelliklerini taşıdığı gibi, aynı zamanda, Türkiye’nin ilk muhalefet partisi ve ülkede yapılan ilk darbeyle devrilen Demokrat Parti’nin mirasına sadakatiyle bilinen, yörenin geleneksel siyasetini temsil eden bir soyadına da sahip. Bulut’un rahmetli babası ile amcası bugün siyaset sahnesinden kaybolmuş olan çeşitli sağ kanat seküler partilerden milletvekili olarak meclise girmişlerdi.

Bulut’un yeni işi açıklandığında bu özgeçmişine dair hiçbir husus mesele edilmedi. Kanaat önderleri, biyografisine bakmaya ihtiyaç duymayacak kadar iyi tanıyorlardı onu. Aslında Bulut’un 2007’den bu yana yazdığı köşe yazıları ve yaptığı televizyon programları, ulusalcı retoriği benimsemiş genç bir finans uzmanının Erdoğan’ı kötülemekten Erdoğan’a tapmaya evrilişinin hikâyesiydi zaten.

Bunu muazzam bir U dönüşü olarak nitelemek ne kadar cazip gelse de, Bulut’un o zamanki ve şimdiki köşe yazılarına yakından bakıldığında aslında pozisyon değiştirenin Başdanışman değil, Başbakan’ın kendisi olduğu görülüyor. Kendi payına Bulut, her daim Avrupa Birliği’ne şüpheyle bakmıştı, 2003’ten 2009’a kadar, onun öfke duyduğu AB yanlısı reformlara hevesle önderlik eden ise Erdoğan’ın ta kendisiydi. Türkiye’deki liberal demokratlar, reform yanlısı AK Parti’ye yönelik kapatma davasına karşı Kemalist yapılanmayı protesto etmek için seslerini yükselttiğinde, Bulut tavrını savcıdan yana koymuş ve “Devlet hükümete ‘yeter’ dedi” diye yazmış, “yeni bir milli irade tesis etmek”ten söz etmişti. 2009’dan sonra Erdoğan yavaş yavaş AB perspektifiyle arasına mesafe koyup reformlar konusunda frene basınca, vaktiyle destekçisi olan liberal demokratlar en sert eleştirileri yapmaya başlarken eski rakibi Bulut ise emsalsiz bir tutkuyla saflarına katılmıştı.

“Emsalsiz” burada lafın gelişi değil, zira Bulut, medyanın otosansür yapmasını açıkça istemek ya da Gezi Parkı protestocularını dış istihbarat servislerinin komplo ortakları olarak göstermek gibi sıradan sayılabilecek faaliyetlerle tatmin olmadı.

Bir siyasetçi için, bir televizyon yöneticisinin ağzından, kendisi uğruna öleceğini duymak pek alışılagelmiş değil, fakat Bulut, atanmasının üzerine bu sözü sarf etmesinden önce, 11 Mart’ta çok daha romantik bir açıklamada bulundu ve “O kefenini giydiyse, ben de giyerim” dedi. Bir gazetecinin, demokratik olarak seçilmiş, hâlihazırda hayatta olan bir lider için “atam” demesine az rastlanır, ancak Bulut, resmî söylemde sadece Atatürk için kullanılan bir ifade biçimiyle Erdoğan’a seslenerek tam da bunu yaptı. Sonra tabii bir de, 15 Haziran’daki bir canlı tv yayınında, dünyanın birçok merkezinde, telekinezi gibi uzaktan tesir yöntemleriyle Erdoğan’ı öldürmek için çalışmalar yapan insanlar olduğunu söylediği açıklaması vardı.

Dolayısıyla Bulut üç hafta sonra Erdoğan’ın Başdanışmanı seçildiğinde, eleştirmenler bu beyanatın ötesine bakma ihtiyacı duymadı. “Telekinezi,” Başbakan’ın bu kararıyla alay etmenin parolası haline geldi. Der spigel'de Bulut’u komplo teorisyeni olarak tanımlayan bir makale yayımlandı ve Ahmet Hakan da Hürriyet'teki köşesinde “Bir iktidar rasyonaliteyle bağlarını zayıflatırsa... Yiğit Bulut gibilerle bağlarını kuvvetlendirir” diye yazdı.

Peki, Bulut gerçekten de irrasyonel bir tercih mi? Erdoğan bu atamayla sadece dalkavukluğu mu taçlandırıyor? Yoksa Bulut için özel bir rol öngörüyor mu? Bu konudaki sorularıma Bulut’tan yanıt alamadım, fakat son dönem yazdığı köşe yazılarını yeniden okuyup AK Parti’nin içinden kimselerin Gezi Parkı protestolarından sonra kamuoyuna açık olarak ya da özel sohbetlerde söylediklerini dikkatlice dinleyince, Bulut’un başkanlık sisteminin nimetlerine yüksek sesle sahip çıkmasının, Başbakan’ın gözündeki değerini belirgin şekilde arttırdığının farkına vardım. Bulut, daha Mayıs 2012’de, “Bu toprakların hakkı ancak başkanlık sistemiyle verilebilir” diye yazıyordu, şimdi ise başkanlığa geçişi, kapıdaki kaos komploları saydığı şeylerden kurtulmanın tek yolu olarak görüyor. Atamasının ilanından sadece dört gün önce, 5 Temmuz’daki köşe yazısında Mısır’daki darbeden ve İstanbul’daki “darbe girişiminden” sonra başkanlığın artık “Türkiye için şart” olduğunu yazdı.

Erdoğan’ın en yakın destekçilerinden bazıları bile bir başkanlık modeli üzerinde diretmenin ülkedeki kutuplaşmayı arttıracağından ve yeni kitlesel protestoları körükleyeceğinden endişe ederken, Bulut tutumunu değiştirmiyor ve daha güçlü bir devlet başkanlığını savunmak adına iyi prova edilmiş retoriğini sunmaya her an hazır olduğunu gösteriyor. 

Erdoğan bu hafta, “Başkanlık kırmızı çizgimiz değil” deme ihtiyacını hissetti, ancak yine de bu fikirden vazgeçtiğini gösteren bir açıklamayı henüz yapmadı. Belki de hiç yapmayacak. Keskin bir şekilde bölünmüş Türkiye seçmeni, henüz resmen açıklamasa da Erdoğan’ın en iddialı aday olduğu 2014 cumhurbaşkanlığı seçimlerine doğru vites yükseltirken, Başbakanlık, Bulut’ta, endişeli AK Parti bürokratlarının çok ihtiyaç duyduğu türden başkanlık sistemi konulu bir moral konuşmasını ha deyince yapabilecek gözükara bir ses buldu. Ve bu da patronunun kulağına müzik gibi gelecek olsa gerek!

Çeviren: Zeynep Nuhoğlu

Yazının İngilizce orijinali için tıklayın...