Evrensel yazarı Ceren Sözeri, çok sayıda gazetecinin yayımlanan haberleri ya da yazıları nedeniyle tutuklu bulunduğunu hatırlatarak "Kötü gazetecilik basın camiasında kolay affedilmiyor, peşinizi bırakmıyor. Ancak buna rağmen iktidar karşısında bağımsız ve ilkeli duruşun toplumda bir karşılığı var" dedi. CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu'nun öncülüğünde, partinin İstanbul Milletvekili Enis Berberoğlu'nun tutuklanması sonrası başlatılan "adalet yürüyüşü"nü bir "kırılma" olarak değerlendiren Sözeri, "İktidar medyasında 'adaletsizliğe biz de karşı değil miydik?' yönünde itirazlar var. Ergenler gibi sigara içtiğini gizleyenler, gösteriş amaçlı namaza başlayanlar, sakalı-bıyığı için icazet isteyenler, arkadaşları hapisteyken iftar sofralarında fırça yiyip susanlar bir daha düşünsün" diye yazdı.
Ceren Sözeri'nin "Savcıya mı soracağım ne söyleyeceğimi?" başlığıyla yayımlanan (25 Haziran 2017) yazısı şöyle:
Tüm haftayı yine gazeteciliğin yargılandığı davalarla geçirdik. KCK Basın Davası ertelendi ama 46 gazetecinin pasaportu ikinci kez iptal edildi. Mevzubahis Kürt basını olunca iptalin altını çizmek istedi mahkeme heyet sanırım. Özgür Gündem Dayanışma Davası da ertelendi, tek sevindirici gelişme Aslı Erdoğan ve Necmiye Alpay’ın yurt dışı yasağının kalkması oldu. En azından kendilerine verilen ödülleri almaya gidebilecekler.
Pazartesi başlayan Ahmet Altan, Mehmet Altan, Nazlı Ilıcak’ın da aralarında bulunduğu 17 kişinin yargılandığı “15 Temmuz darbe girişimine iştirak” davasında ara karar ancak Cuma günü verildi ve tahliye çıkmadı. Geçen hafta yazdığım Nedim Türfent davasına da referansla tüm bu hukuksuzluğa rağmen olumlu bir karar çıkacağına dair çoğunuz gibi benim de umudum yoktu. Ancak özellikle Ahmet Altan ve Mehmet Altan’ın yapmış olduğu savunmalar Türkiye’de basın özgürlüğünün ne denli mesnetsiz gerekçelerle ihlal edildiğini çok güçlü biçimde gösterdi.
Savunmalara geçmeden önce Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın basın özgürlüğünün “yeni sınırları”nı anlatmak üzere medya sahipleri, yöneticileri ve köşe yazarlarına vermiş olduğu iftar yemeğinden bahsetmekte yarar var. Davetli seçimi, bilhassa Doğan Grubu’nun çağrılması önemliydi, “bugün medyamızın daha renkli, daha demokratik, daha çoğulcu olduğu bir muhakkaktır” ifadesi “kurallara uyma şartıyla” yeni bir sayfa açıldığının habercisi, davet edilmeyenler zaten o çoğulcu ortamın bir parçası olarak görülmüyor, bir nevi marjinalleştiriliyor. Erdoğan, “haber”in tanımını da yaptı satır aralarında:
“Yanlı, tek taraflı, hatta kasıtlı bir haber, gerçek anlamda bir haber değildir... Benim özellikle bir ricam da şudur, gerçekten sizler gerek hükümetimizle gerek şahsımla, ne konuşuyorsam, aynı şeyi konuşmak zorunda değilsiniz ama bir şeyi özellikle rica ediyorum. O da şudur: Yerli ve milli olarak ülkemizin ve milletimizin menfaatinin olduğu yerde bana göre diğerleri teferruattır. Buna dikkat etmemiz lazım... Manşetini, kalemini, gazete sayfalarını, terör örgütünün emrine verenlerle, eline silah alıp dağa çıkan arasında bana göre hiçbir fark yoktur.”
Benim anladığım artık yedi-sekiz gazetenin Erdoğan’ın sözlerini olduğu gibi manşet yapma zorunluluğu ikinci bir emre kadar kalktı, bu sevindirici. Lakin habere, kimin belirleyeceği (aslında bunun da Erdoğan tarafından belirleneceği belli) belli olmayan “yerli ve milli olmak”, “milli menfaate uygun olmak” gibi kriterler getirildi. Gazeteciliğin işleviyle çelişen şeyler bunlar. Kennedy’nin 1961’de Domuzlar Körfezi Çıkarması’nın istihbaratını alan gazetecileri bunu yazmanın “ulusal çıkarlara zarar vereceği” gerekçesiyle korkutup, yazılmamasını sağlayıp, ardından The Times Yayın Yönetmeni Turner Catfedge’e, “Keşke operasyon hakkında daha fazla yazsaydınız, belki de bizi bu muazzam hatadan kurtarırdınız” deyişini hatırlamak bile bu çelişkiyi anlamaya yeterli (kaynak, L.DoğanTılıç, Birgün, 03.12.2015).
Daha da vahimi, Erdoğan “mesleğini gazeteci olarak ifade ederek cezaevlerinde bulunan 177 kişiden sadece 2’si sarı basın kartı sahibidir” dedi, kaynağı, çelişkili rakamlarıyla ün salmış, Adalet Bakanlığı. Cezaevinde basın kartı sahibi çok daha fazla gazetecinin olduğu, 700’den fazla basın kartının keyfi biçimde iptal edildiği, bir kısmının gerekçesiz yenilenmediği bu hafta bol bol yazıldı. Benim asıl dikkatimi çeken Erdoğan’ın daha önce yaptığı gibi bu sefer gazetecileri “teröristlik”, “hırsızlık”, “katillik”gibi ithamlarla anmak yerine “mesleğini gazeteci olarak ifade eden” diye tanımlaması. Bu şu demek: ‘Siz kendinizi gazeteci olarak tanımlıyor olabilirsiniz ama kimin gazeteci olduğuna biz karar veririz’, daha kötüsü ise bu sözleri dinleyip meslektaşları adına hiç itiraz etmeyenlere verilen mesaj: ‘Kurallara uymayanın yeri cezaevi olur’. Yorumumu abartılı bulanlar, iftar sonrası CHP’nin Adalet Yürüyüşü ile ilgili haberlerin nasıl azaldığına, iktidar perspektifli nasıl değiştiğine baksın. Türkiye medyasında Erdoğan’ın söylediklerini ‘bunu haber yapmayın’ olarak anlamayan medya sahibi orada olamaz, bunu sezemeyen ne medyada yönetici olur ne de Ankara temsilciliğine getirilir.
Suç olmayanın suç olmadığını kanıtlama çilesi Erdoğan’ın bu uyarılarını/fırçalarını yutmak zorunda kalanların karşısında Ahmet ve Mehmet Altan’ın yaptığı savunmalar gazetecinin, yazarın, akademisyenin bağımsız duruşunun ne kadar mühim olduğunu çok net gösterdi. Ahmet Altan’dan nefret ediyor olabilirsiniz, Taraf Genel Yayın Yönetmeni iken yaptığı habercilikle kan davanız olabilir, Mehmet Altan’ın, Nazlı Ilıcak’ın Cemaat’e yakın olduğunu düşünüyor, bu yüzden onları suçluyor da olabilirsiniz. Kötü gazeteciliğin, yazarlığın hesabı yazıyla, olmadı yüz yüze sorulur. İntikam için hukuksuzluktan medet ummak, umanlar adına üzücü. Dursun Çiçek pazartesi günü “Kin duygusu içinde olmadığını, Altanlar için adalet talebiyle mahkemeye geldiğini” söyledi. Keşke Çiçek hakkında yapılan haberler nedeniyle Ahmet Altan’ı ‘düelloya’ daveteden Ahmet Hakan da, en azından basın özgürlüğü adına, Çiçek kadar ilkeli olup, destek için ‘adliye sarayına’ gelseydi.
Ahmet Altan hakkında Taraf gazetesinin Genel Yayın Yönetmenliği yaptığı dönemde çıkan bazı haberler, üç köşe yazısı, 14 Temmuz tarihinde katıldığı bir televizyon programında yaptığı yorumlar, HTS kayıtları ve tanık ifadeleri gerekçe gösterilirken, Mehmet Altan hakkında iki köşe yazısı, Ahmet Altan ve Nazlı Ilıcak’la 14 Temmuz’da katıldığı televizyon programı, tanık ifadeleri, HTS kayıtları ve evinde bulunan altı adet 1 dolar delil olarak sunuldu. Ahmet Altan kendisi hakkında ‘delil üreten’ savcıyı tabiri caizse yerden yere vurdu. İktidarı eleştirmenin suç olmadığını, savcının hukuk yoluyla suç işlediğini söyledi ve “Savcı, hukuku açıkça çiğneyerek ‘bu iktidarı eleştiremezsiniz, eleştirirseniz hapse atarım’ diyor… Savcıya mı soracağım ne söyleyeceğimi?” dedi.
Mehmet Altan ise Jean-Jacques Rousseau’nun 1763 yılında yazdığı ‘‘Toplum Sözleşmesi’’ne dayandırdığı savunmasında (yarın Rousseau hakkında soruşturma açılsa şaşırmayız gerçi) bir akademisyen ve yazar olarak uyarılarının darbecilik iddiasına delil olamayacağını söyledi. En vurucu cümlesi benim için şuydu: “Bu iddianameye savunma hazırlarken beni en çok bunaltan ‘suç niteliğinde olmayan iddiaların suç olmadığını’, ‘delil sayılmayanın delil olamayacağını’ anlatmak gibi akıl dışı bir konuda savunmak yapmak oldu.” Bugün anaakım ve iktidar medyasından pek çok gazeteci/yazar darbe tehlikesinin geçmediğine dair yazılar yazıyor. Abdülkadir Selvi tarih bile verdi, Nagehan Alçı Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasına “en sert tepkiyi verdiğini” iddia edip diğer taraftan “Türkiye’de artık askeri darbe olmaz” lafı boş bir laf” dedi, Türkiye’nin içinde bulunduğu ortamı 27 Mayıs öncesine benzetti.
Özellikle iktidar medyası yazarlarının Ahmet Altan ve Mehmet Altan’ın savunmalarını (P24’ün sitesinde var) ve başta Cumhuriyet gazetesi davası olmak üzere tutuklu gazetecilere yönelik iddianameleri baştan sonra çok dikkatli biçimde okumalarını öneririm. Bekledikleri gibi bir tehlike gerçekleşseydi/gerçekleşirse neyle yüz yüze kalacaklarını bilmeleri için. Bu topraklar hukuksuzluğu coşkuyla alkışlayan ya da sessiz kalarak ödül bekleyenlerin trajik yargılanmalarına tanık oluyor yıllardır. Kişisel husumetler, intikam heveslerinin içimizi soğutmasına meylettikçe de hukuksuzluk döngüsü kırılmayacak. Hukuk öyle bir şey ki, onu garabete çevirene, çevirene alkış tutana, bunlara sessiz kalana illaki en kısa sürede lazım oluyor.
Kötü gazetecilik basın camiasında kolay affedilmiyor, peşinizi bırakmıyor. Ancak buna rağmen iktidar karşısında bağımsız ve ilkeli duruşun toplumda bir karşılığı var. Adalet Yürüyüşü bu anlamda bir kırılma, iktidar medyasında “adaletsizliğe biz de karşı değil miydik?” yönünde itirazlar var. Ergenler gibi sigara içtiğini gizleyenler, gösteriş amaçlı namaza başlayanlar, sakalı-bıyığı için icazet isteyenler, arkadaşları hapisteyken iftar sofralarında fırça yiyip susanlar bir daha düşünsün.