Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan’ın “TSK’ya kumpas kuruldu” sözlerinin ardından Ergenekon ve Balyoz gibi, Gülen cemaatinin yapılandığı iddia edilen özel yetkili mahkemeler tarafından görülen davalarda yeniden yargılanmanın yolları aranırken, 2007 cumhurbaşkanlığı seçiminde 367 formülünü dile getirerek gündeme gelen Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, CMK 310. maddenin uygulanmasını önerdi.
Yolsuzluk operasyonuyla tırmanan AKP cemaat gerginliği, yargıdaki cemaat yapılanmasını da tartışma konusu haline getirdi.
Hükümet kanadından yargıda çete yapılanması olduğu yönünde açıklamalar gelirken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Siyasi Başdanışmanı Yalçın Akdoğan, Star gazetesindeki köşesinde isim vermeden cemaati işaret ederek “Kendi ülkesinin milli ordusuna, milli istihbaratına, milli bankasına, milletin gönlünde yer edinen sivil iktidarına kumpas kuranların bu ülkenin hayrına bir iş yapmış olmayacağını çok iyi bilir” diye yazdı.
İkinci yolsuzluk operasyonuyla yargı ile emniyet arasında yaşanan kriz devlet krizine dönüşünce, yargıda atılacak reform adımları ve Gülen cemaatinin yapılandığı iddia edilen özel yetkili mahkemeler tarafından görülen Ergenekon ve Balyoz gibi davalarda yeniden yargılanma da gündeme geldi.
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bir öneri götürse de, Hürriyet gazetesinden Taha Akyol’a konuşan Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, daha kısa bir yolun mümkün olduğu görüşünde…
Taha Akyol’un Hürriyet gazetesinin bugünkü (6 Ocak) nüshasında yayımlanan “Çözüm yargıda” başlıklı yazısı şöyle:
Ergenekon ve Balyoz davalarında sanıklar lehine işleyebilecek bir kanun yolu aranıyor. Ortada iki öneri var: Biri TBB Başkanı Metin Feyzioğlu’nun önerisi, öbürü Yargıtay Onursal Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun önerisi.
Baştan belirteyim ben Sabih Kanadoğlu’nun önerisini doğal ve doğru buluyorum.
Çok teknik olan bu hukuki konuyu, basitleştirerek anlatacağım.
Özel yetkili mahkemeler kaldırılmış, fakat yasaya konulan geçici 2. madde ile bu mahkemelerin görülmekte olan davalara “Terörle Mücadele Kanunu’nun 10. maddesine göre” bakmaya devam etmeleri hükmü getirilmişti. Feyzioğlu’nun modeli, bu geçici maddenin kaldırılmasına dayanıyor. Ondan sonra şu düzenlemelerin yapılmasını istiyor:
- Bu mahkemeler ‘görevsiz’ hale geldiğinde, Yargıtay bu mahkemelerin kararlarını görevsizlik yönünden bozsun...
Halbuki normal usulde görev değişikliği bozmayı gerektirmez. Zira usul kanunları yürürlüğü girdiği andan itibaren geçerlidir, önceki işlemleri geçersiz hale getirmez.
Sayın Feyzioğlu elbette bu temel hukuk prensibini biliyor, onun için, “Bu mahkemelerin kararları Yargıtay tarafından görevsizlik nedeniyle bozulur” diye ‘özel’ kanun çıkarılmasını istiyor.
- Balyoz gibi kesinleşmiş davalarda ise Feyzioğlu, yine “yasama” erkinin devreye girerek bu kesinleşmiş dosyalarda yeniden yargılama yapılması için emredici bir kanun çıkarılmasını istiyor.
Ben Sayın Feyzioğlu’nun her iki önerisini de çok dolambaçlı ve ‘istisnai’ usuller olarak görüyorum. Hukuk tarihinde ve doktrinde bir örnek de bilmiyorum.
Sayın Sabih Kanadoğlu’nun önerdiği model CMK 310. maddenin uygulanmasıdır.
Bu maddeye göre, kesinleşmiş ceza davalarında, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı her zaman hükmün “sanık lehine” bozulması için Yargıtay’a başvurabilir.
Öyle bir durumda dosya, mesela Balyoz dosyası, 9. Ceza Dairesi’nde değil, Ceza Genel Kurulu’nda görülür. Otuz kişilik kurul, tahliye kararları ve beraat yönünde bozma kararı verebilir.
Kanadoğlu’nun önerisi, sorunu yargının kendi içinde ve en üst kurulda çözmesidir. Doğal, normal bir yolla çözümü öngörüyor. Yasama erkini işe katmıyor.
Yargıtay’ın içinden geldiği için Ceza Genel Kurulu’na güveniyordur, diye de düşünüyorum.
Üstelik dolambaçlı değil, hemen birkaç gün içinde başlatılabilecek adli bir süreçtir.
Bugüne kadar “sanık lehine, kanun yararına bozma” talebinde bulunmayan başsavcı şimdi bunu yapar mı?
Bence yapmalı. Toplumsal ihtiyaç netleşmiştir. Artık Cumhurbaşkanı, Meclis Başkanı, Başbakan ve muhalefet hukuki bir yol bulunması gerektiğini söylüyorlar.
Hatta, “kumpas” konusunda iktidar muhalefetle aynı görüşe gelmiştir. Başbakan’ın toplantısını izleyen Ali Bayramoğlu, Başbakan’ın “yargıyı Cemaat tarafından ele geçirilmiş devlet kurumlarının başına koyduğunu” yazdı. Bir hukukçu olarak ben böyle bir genellemeyi kabul edemem, fakat şunu da vurgulamak isterim: Başsavcının harekete geçmesi yargının kendini tanımlaması bakımından da son derece gereklidir.
Kaldı ki ondan sonra ve halen Anayasa Mahkemesi ve AİHM yolları açıktır.
Siyasi hassasiyetlerin bulunduğu birkaç büyük davadaki sorunlara çözüm aranırken, kanunlar değiştirilerek yargının belirli yetkileri kısılacaksa, bunun yargıyı zaafa uğratmasından sakınmak gerekir. Belirli suçlara bakan savcı ve mahkemelerin hepsi ‘sıradan’ ağır ceza mahkemeleri haline getirilecekse, yolsuzlukla, terörle, organize işlerle mücadelede de zafiyet ortaya çıkabilir!
Bu suçlar aylarca takip, iller arası koordinasyon, teknik donanım ve uzmanlık gerektirir. İcap eden yetki ve güvenceye sahip olmayan savcılar, büyük risk taşıyan bu soruşturmalarda çekingenliğe kapılmaz mı?
Bazı davalarda ölçü kaçtı evet, bunu düzeltelim. Fakat yargıyı zaafa uğratmaktan, yılgınlığa düşürmekten çok büyük bir dikkatle sakınmalıyız.
Yine bir uçtan öbür uca savrulmayalım.