Erkan Can ve Güven Kıraç’ın Küba seyahati: Otele giderken festivale denk geldik, biz ‘devrim’i çok beğendik

Erkan Can ve Güven Kıraç’ın Küba seyahati: Otele giderken festivale denk geldik, biz ‘devrim’i çok beğendik

Oyuncu Erkan Can ve yakın arkadaşı oyuncu Güven Kıraç, birlikte Küba’ya gitti. İZ TV'nin kurucusu Vedat Atasoy'un da görsel kaydını aldığı seyahat, belgesel olarak da izleyiciyle buluştu. Küba gezileri ve Blu TV'de yayınlanan 40 dakikalık 'Bize Gezmek Olsun' belgesel projesiyle ilgili Hürriyet Seyahat'e konuşan ikilinin anlattıkları "Biz 'devrimi' çok beğendik" başlığıyla haberleştirildi. Erkan Can, seyahatle ilgili şunları anlattı:

"Sonunda gittik. Hem de en yakın arkadaşlarımdan biriyle; Güven Kıraç’la... Bu seyahati ilk kez yıllar önce dile getirmiştim. İZ TV’nin kurucusu Vedat Atasoy’la 2011’de Artvin Maçahel’de birlikte belgesel çekerken söylemiştim: ‘’Oğlum bir gün Küba’ya gidelim, bakalım. Küba’daki arabaları çok merak ediyorum. Bunları nasıl tamir ediyorlar, ne makine koymuşlar?’’ Ben biraz klasik araba seviyorum. Benim de arabam var, yıllardır araba topluyoruz, alıyoruz, satıyoruz falan filan... “Merak ediyorum” dedim; oradaki arabaları, nasıl tamirciler var, nasıl oluyor bu işler de o arabaları nasıl yürütüyorlar? Hakikaten de çok merak ediyordum….

Aradan yıllar geçti, yine Vedat’la karşılaştık. Zaten o zamandan beri de telefonlaşıyorduk, görüşüyorduk. Böyle bir şey olur mu, olmaz mı derken Vedat “Tamam, hemen yaparız” dedi. Tık, hemen Güven Kıraç’ı aradım. Çünkü partnerin iyi olması gerekiyor. Güven’le biz çok eski arkadaşız. O benim bütün her şeyimi bilir. Bir de onunla Hacıvat-Karagöz gibiyiz, kavuklu ve pişekar gibiyiz.

Eğleniyoruz yani Güven’le biz. O yüzden Güven’i aradım, dedim “Olur mu?”, “Olur” dedi. Sonra başladık çalışmaya işte. Vedat gerekli şeyleri hazırladı; uçak biletleri, izinler, onlar, bunlar... Ve atladık gittik Küba’ya. Çok eğlendik tabii, çok çok eğlendik. İlk gittiğimde hissettiğim şey huzur oldu... Çok huzurlu bir yer Küba. Ayrıca çok da önemli bir yer. Dünyada ender kalan yerlerden biri ve belgeselde de söylüyoruz zaten; araştırmalara göre en çok merak edilen, gidilmek istenen yermiş... Her yer müze gibi, zaten Küba’nın aşağı yukarı her yeri öyledir. Trinidad, Santa Clara, Havana... Biz oralara gittik ama diğer yerler de öyledir eminim. Havana gerçekten bir film stüdyosu gibi.

"Para kavramları yok ve herkes mutlu, herkes kültürlü, okumuş"

Elle çizilmiş tablo gibi her yer... Huzur veriyor gerçekten insana. Çok estetik. Renkler soluk ama hoş. Eski olduğu için tamir edilmemiş yerler var ama gene de her şeye rağmen çok güzel. Dönüp dolaşıp bunu söylüyorum ama düşünün; suç oranının en az olduğu yer burası... Öyle bir kavram yok. Para kavramları yok ve herkes mutlu, herkes kültürlü, okumuş.

"E tabii Güven’in dili hiç susmadığı için; car car car devamlı, güldük eğlendik"

Bütün taksiciler, oradaki araba sahipleri, hepsi mekanik biliyor ve arabalarını kendileri tamir ediyorlar. Tabii tamirhaneler de var ama hiçbiri bizim tamirhaneler gibi değil, bal dök yala... Eczane gibi. Tabii ki benim ilgili en çok arabalar çekti, her yanımda onlar vardı. Onlarla gezdik, dolaştık, çekimler yaptık. 1959 Chevrolet İmpala’ya bindik mesela, onu aradık özellikle. Güzel bir İmpala bulduk Güven’le. E tabii Güven’in dili hiç susmadığı için; car car car devamlı, güldük eğlendik. O devamlı beni dürtüyor; nerden, nasıl beni yönlendireceğini biliyor. Güzel malzemeler çıktı. Vedat güzel şeyler çekti. Kısacası hem eğlendik hem gezdik hem bir sürü şey öğrendik.

Trinidad, çok acayip bir yer. Çok eski bir yerleşim. Yerler küçük küçük parke taşlarla yapılmış ama o zamandan bu zamana yerinden en ufak bir taş bile çıkmamış. Evler ve ortam film stüdyosu gibi. Sokakları labirent yapılmış. Sebebi de yukarı doğru eğimli olan yerleşimden aşağı bakıldığında denizden ve aşağıdan gelenleri görebiliyor olmaları.

Buraya girmek o kadar zor ki; etrafı bataklıklarla ve ağaçlıklarla çevrili... Tabii aşağıdan düşmanlar gelene kadar zaten herkes saklanıyor ve şehre yabancılar girdiğinde kayboluyorlar. Hakikaten kayboluyorsun, yani bir sokağından gir, çıkışı bulamazsın, öyle bir yer... Çok çok güzel... Bütün evleri pansiyonlara çevirmişler ve evler o kadar güzel ve temiz ki... Şeker kamışı çiftliği kölelerinin evlerini gezdik mesela, hiçbir şeyleri yok ama yine de pırıl pırıl her şey.

Orada bir de şeker kamışı fabrikasını gezdik. Elde şeker kamışı sıkılıyor, o şeker kamışının suyunu içiyorlar. Tatmak için tüm turistler sırada. Fotoğraflar çekiyorlar. İçeriye girdik sonra; fıçılar, mıçılar... Şeker kamışı fabrikasının dioramasını yapmışlar, çok muhteşem bir şeydi.

Orada çalışan kölelerin birkaç tane fotoğrafı var ama her şeyi çok acaip bir şekilde anlatıyor. İnsanın gözlerinin yaşarmaması mümkün değil. Çok acaip 3-4 tane fotoğraf vardı, kanı donar insanın... Öyle bir şey. O yüzden Fidel Castro, “Bu kölecilerden, bu sömürücülerden, bu emparyal durumdan, emparyalistlerden ülkemi nasıl kurtarırım?” diyor, Atatürk’ü örnek alıyor ve böyle başlıyor her şey. Sırf buradan hareket ederek de başarılı oluyor. Che Guevara da ona yardıma geliyor Arjantin’den, doktor. Sonra sosyalizmi benimsiyorlar ve öyle devam ediyor. Günümüzde de hâlâ öyle. Çok da mutlular.

"Devlet yiyecek, içecek ve genel ihtiyaçları karşılıyor; doktor, hastane, okul bedava"

Bir tane herkesin bildiği meşhur bir heykeli var Atatürk’ün ama bize eşlik mihmandar arkadaşımız Fidel, bizi şehrin iç taraflarında başka bir yere götürdü. Gittiğimiz yerde bir parkta Nazım Hikmet ve Atatürk’ün büstlerini gördük. Onların başında bir şeyler söyledik, şiirler okuduk. Bu heykelleri bilen de çok az vardır herhalde ama bizim belgeselimizde öğrenecekler. Talkshow. ‘Walkshow’ diyoruz biz buna aslında. Gezerek ortaya çıkan eğlenceli bir içerik. Bir sürü yeri gezdik, dolaştık.

Neyse dediğim gibi, çok mutlular ve gayet iyi durumdalar. Tıpta çok ileriler mesela. Bir sürü kanser türünün çaresini bulmuşlar. Devlet yiyecek, içecek ve genel ihtiyaçların hepsini karşılıyor. Doktor, hastane bedava; okul bedava. Eğer çocuğuna bakamıyorsan devlet hemen, tık alıyor elinden. Bakamıyorken derken, manevi olarak bakamıyorsan ya da istemiyorsan. Üç yaşına kadar bir çocuk hastalıktan ölürse, o aile doktorunun hayatı bitiyor. Üç yaşında çocuk ölümü diye bir şey, kabul edilemez bir durum çünkü.

"Mojito içtik ama romunu az koydurduk"

Biz sevdik Küba’yı. Başka yerlerine de gitmek isterdik ama vaktimiz o kadardı. Bizim gittiğimiz mevsimde orası acaip sıcak ve nemliydi. O neme rağmen biz alıştık oraya. Bir hafta orada kaldık ve çekimlerimizi tamamladık. E tabii orada rom içiyorlar, şeker kamışıyla hazırlanan; ‘Mojito’. Doğal şeker kamışından ama, bizdeki gibi mısır şurubu şekeri değil. Gerçek şeker ve o insanları ayakta tutuyor, enerji veriyor. Biz de içtik tabii ki, gerçi az koydurduk romunu ama o bizi ayakta tuttu, neme karşı.

Konaklamak için de Hotel Nacional de Cuba’da kalmak istedik. Zamanında Küba’ya gelen ünlü isimlerin çoğu burada kalmış. Hollywood’un birçok ismi, Al Capano bile... Tarihi bir bina, içi ve eşyaları da öyle. Çok şık bir otel.

"Polis vatandaşa sert davranıp, itip kakamıyor; yetkisi yok bir kere"

Başka kalınacak otel ve evler de vardı ama biz özellikle burada konaklamayı tercih ettik, çok da rahat ettik. Merkezi bir konumu var. Zaten hemen otelimizin altında karnaval oldu. Aslında denk gelmemiz büyük bir şanstı. Muhteşemdi. 7’den 70’e herkes eğleniyordu. Tabii bunları çekmek gerekiyordu, biz de çektik... Kimse de bir şey demedi, aralarına girdik bizi kendilerinden sandılar Güven’le. Kimse de zırıltı yapmadı. En sonunda artık ufak bir uyarı aldık ama hiç öyle sert bir tepkiyle karşılaşmadık. Zaten orada polis vatandaşa sert davranıp, itip kakamıyor. Yetkisi yok bir kere. Sadece kanunların verdiği yetkiye dayanarak görevini uyguluyor.

"Bir daha imkân olsa derhal gitmek isterim; hemen, hiç düşünmeden"

Trinidad’da Chris Garcia diye bir arkadaşımı da aradım, siyahi bir arkadaşımdı. 25 - 30 sene önce İstanbul’da tek gitarla raggae söylerdi. Rahmetli Erdal Tosun’la ortak arkadaşımızdı. Trinidad’a gidince onu da bulmak istedim. Onu bulamadım ama onu tanıyan birileri ile karşılaştık. Belgeselde bu hikâye de var zaten. Onlara vesikalık fotoğrafımı ve telefonumu verdim, Chris’e iletmeleri için. Bakıcaz. Nasip kısmet, belki cevap gelir. Çok merak ediyorum ne yaptığını. Belki bir daha gidersem, Trinidad’da onu kesin bulurum. Küba çok uzak, 14 saate yakın uçuyorsun ama bir daha imkân olsa derhal gitmek isterim. Hemen, hiç düşünmeden. Küba güzel, Küba’yı çok sevdik. Eğer proje devam ederse o kadar çok gidecek yer var ki; mesela ilk aklımıza gelen; Sicilya. Sonrasına da Sicilya’ya gittiğimizde karar veririz ama gidilecek görülecek çok yer var; yeter ki bize gezmek olsun!"

Güven Kıraç: Erkan Can'la yaptığım her yolculuk ayrı bir keyif benim için

Güven Kıraç'ın geziye dair anıları ise şöyleydi:

"Erkan Ağabey ile bizim çok uzun yıllara dayanan bir dostluğumuz var. Hatta dostluktan da öte ağabey-kardeş gibiyiz. O, çok farklı bir ruha ve kalbe sahip. Onunla yaptığım her yolculuk ayrı bir keyif benim için. Ortada çok ciddi bir sorun olmadığı sürece neşe saçan ve halkçı bir bakış açısı olan özel bir insan. ‘Onun yamacında olmak herkese iyi gelir’ diye düşünüyorum. Bana da hep çok iyi gelmiştir.

Bu projeden de bana yıllar önce bahsetmişti; “Hatta belki beraber yaparız” diye aramızda da konuşmuştuk. Vedat Atasoy’la da daha önce bir çekimde tanışma şansım olmuştu. Bu nedenle aslında yabancı olmadığım ve sevdiğim bir ekipti. Tabii bu konuşmalar 2-3 yıl önceki konuşmalardı. Sonra sağ olsun Vedat bunu projelendirmiş. Bunun üzerine Erkan Ağabey beni aradı; “Bu işi beraber yapalım mı?” diye sordu. Zaten Küba’ya gitmek herkesin hayali. Bir de çok sevdiğin; iyi bir iş çıkartacağından emin olduğun bir partner olunca devrede gitmemek olmazdı. Böylece çıktık yola!

"Hayranlıktan afalladık"

Bir yere ilk defa gidecek olmanın şaşkınlığını üzerimizden atmamız birkaç günü buldu. Hatta hayranlıktan afalladık diyebilirim. Uzun zamandır hayranlıkla izleyip takip ettiğin, hakkında birçok şey duyduğun ve çok sevdiğin biri ile ilk tanıştığında inanamayıp kendini çimdiklersin ya, benim için de biraz öyle oldu.

Kocaman meydanlar, Che Guevera ve Fidel Castro’nun her yerde heykelleri, fotoğrafları, Devrim Meydanı, insanların çok cana yakın oluşu, müziğe ve dansa olan ilgileri... Hep duyduğumuz şeyleri büyük bir hayranlıkla keşfettik.

Otelimiz çok keyifliydi. 1930’larda yapılmış, kolonyal mimarinin bir örneğiydi. Mimarlığa ve sanata ayrı bir ilgim de olduğu için, bu yapıları görmek, içinde dolaşmak ve hatta orada kalmak benim için ayrı bir heyecandı. Belgeseli seyrettiğinizde de göreceksiniz; Santa Clara, Havana ve Trinidad’a gittik.

"Puro, şeker kamışı en önemli geçim kaynakları"

Tabii her yeri çekme şansımız olmadı ama önemli olan ve görülmesi gereken yerlerin hiç birini atlamamaya çalıştık. Santa Clara mesela Küba Devrimi’nde önemli bir yeri sahip. Che Guevera’nın mezarının bulunduğu yer. Che için yazılan Hasta Siempre’de bu şehrin adı geçiyor. Küba’ya gelip buraya uğramamak olmazdı.

Havana Küba’nın başkenti. Puro, şeker kamışı en önemli geçim kaynakları, ki belgeselimizde de bol bol göreceksiniz. Burası Latin Amerika’nın en önemli şehirlerinden biri. Trinidad ise ayrı bir olay. Her yerinde kolonyal mimariyi görebiliyoruz.

Rengarenk, labirent sokaklarında dolaşırken kayboluyorsunuz. Sokaklarında her daim canlı müzik dinleyebileceğin, gezerken tüm halkın evinin içini rahatlıkla görebileceğin, çok sıcak kanlı bir halka sahip güzide bir Küba şehri. Kısacası her açıdan memnun ayrıldık Küba’dan. O ülke insanını tanımaktan, onların hayatlarına tanıklık etmekten ve müze gezmekten çok onur duyduk. Yine olsa, hiç düşünmeden yine giderim.