Muhtarlarla dertleşirken cumhurbaşkanı “bu feministler falan var ya…” diye köpürmüş. Özgecan cinayetinden bahsederken feministlerin vizyonsuzluğuna değinmeden olmazdı tabii.
Bunca yılın feministiyim, hakkımızda bu kadar konuşan bir lider görmedim; sanırsın seçimde barajı geçme ihtimali olan rakip parti bizmişiz.
Bizim hakkımızda mı konuşuyor yoksa şu eski “kadınlar ikiye ayrılır” klişesinden mi yürüyor? Kadınlar ikiye ayrılır, evlenilecekler ve eğlenilecekler. Kadınlar ikiye ayrılır, “tango”lar ve “Anadolu kadınları”.
Sodom ve Gomore’nin Leyla’sı, tipik bir “tango”dur. Alafrangadır her şeyden önce. Eğitimli, zevkine düşkün, bencil ve sığ. Erkeklerin başını döndürür ama alttan alta tiksindiren bir yanı da vardır. Alafranga erkekleri gülünç ve kadınsı yapan şey, kadınları tiksindirici ve korkutucu hale getirir. Yakup Kadri’nin, bir başka “tango”, Selma için Ankara romanında söyledikleri, kadın düşmanlığının şahikasıdır: “Küçücük cinsiyeti, daha çocukluktan henüz çıkmış kalıbının içinde bir cerahatli çıban gibi işliyordu.”
Osmanlıyı içten çökerten de bunlardır. Bizanslı dilberleri kendine râm eden Bahadırların yerini harem entrikalarına kurban giden şehvet düşkünü padişahlar almasaydı, belki de…
“Anadolu kadını” ise, mitik bir tiptir. Cahildir ama bilgedir de. Yoksuldur, çalışkandır, iffetlidir, anadır, soframızda yeri öküzümüzden sonra gelir, ezilmiştir, güçlüdür. Sessizdir. Galiba en önemli meziyeti de budur. Sesini duymayız. Onun hakkında konuşan erkekleri duyarız. Tıpkı Leyla’nın, Seniha’nın sesini duymadığımız gibi.
Erkekler kadınlıkla böyle baş ediyor olabilirler: Onu ikiye ayırarak. Fantezi dünyalarına karışmak bize düşmez tabii ama iş orada bitmiyor. Kadınların ikiye ayrıldığı fikri, kurucu önemde ve güçte bir fikir. Bütün kurucu güçteki fikirler gibi, fikir düzeyinde kalmıyor. Fanteziye, duyguya, inanca ve tutuma sirayet ediyor. Erkeklerin ve kadınların idraklerini biçimlendiriyor.
Recep Tayyip Erdoğan seçmenlerin ortak duyusundaki bu güçlü fikre hitap ediyor işte: Kadınlar ikiye ayrılır, feministler ve hanım kardeşlerimiz. “Feminist” derken o aslında bir fanteziden söz ediyor. Yozlaşmış, iffetsiz kadın. Dinleyenler hemen anlıyor neden bahsettiğini; evet işte, imparatorluklar yıkan, orduları bozguna uğratan o cerahatli çıban!
Sesini çıkaran, hayatının dizginlerini eline almaya kalkan, bu dünyada bir varlık olarak ortaya çıkmaya cesaret eden kadınlar, o ürkütücü kadınlık imgesiyle yüzleşmek zorunda bırakıyor insanı. Yani erkeği. O da korkusunu son derece canlı bir imgelem içinde ifade ediyor: Şeytanın ortağı, yoldan çıkmaya teşne, sıkıca kapatılmazsa patlayabilecek bir “şey”. Ruhunun olduğundan kuşku duyması, “kadınlar ne ister?” diye sorması, kâh duygusallığı kâh hesapçılığı hakkında sızlanması bundan. Onun hakkında anlattığı bütün hikâyeler, bu korkunun izini taşıyor. Bütün hikâyeler, gelip o tek, büyük hikâyeyle birleşiyor. Bu, kolektif algımızın kurucu bileşenlerinden biri.
Kadınlık, kendini erkeklikten değil, başka kadınlıklardan farklılaştırarak kurar. Erkeklik normdur çünkü. Ona yaklaşmak, değere yaklaşmak demektir. “Erkek gibi kadın” ile “kadın gibi erkek” arasındaki uçurumu düşünün! Başka kadınlıklardan farklılaşmanın en bildik ve kolay yolu, o klişeye inanmış gibi yapmaktır: Kadınlar ikiye ayrılır. O yüzden kadın düşmanlığı, kadınlar arasında da taraftar bulur. Öteki kadınları cahil, çirkin, zevksiz, görgüsüz… bulmanın böyle bir anlamı vardır. Öteki kadınlar hakkında bu kadar güçlü bir hikâye varken ve ısıtılıp ısıtılıp önümüze sürülüyorken, en kolayı ona kapılıp gitmektir.
“Fıtraten” erkeklerden farklı olan kadın, hiç olmazsa karanlık taraftaki kadınlarla arasına yüksek sınırlar koyarak değer ve güç kazanabilmeyi umar. Hikâyenin bir aydınlık tarafı olduğuna inanmak ister – güçsüzlük biraz da böyle bir şeydir, değil mi?
Bazen hakikati yüksek sesle haykırırsınız ama sesiniz kadim hikâyelerin duvarlarına gömülüp kaybolur. Düşünce, bilgi, gerçeklik… bu hikâyelerin karşısında gücünü kaybeder. Bazen gereken şey megafon değil, matkaptır.