15 Temmmuz gecesi eşi Erol Olçok ile oğlu Abdullah Tayyip Olçok’u kaybeden Nihal Olçok, darbe girişimi gecesi eşinin vurulma haberini aldıktan sonra yaşadıklarını anlatırken “Koşarak acile girdim. Üzerinde personel yazan bir kapı gördüm. Meğer ikisi o odada yan yana yatıyormuş. İyi ki de girmemiştim. Ölürdüm onları orada görseydim. Her deliliği yapabilirdim. Bu dünyada bir orduyu yıkabilecek tek bir güç vardır: Bir kadının, bir ananın yüreği” ifadelerini kullandı. Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan'ın Erol Olçok'ın şehit edilmesinden sonra Cumhurbaşkanlığı Sarayı'nda verdiği davete gidemediğini belirten Nihal Olçok, “Çok fazla insanın gözüne baktım. Ama en çok Tayyip Bey’in gözünün içine baktığımda, O’nun içimdeki acıyı göreceğimden ve karşısında bayılacağımdan korktum hep. Sanki ikimizde neyi kaybettiğimizi anlayacaktık. Ve onun gözlerinde onu görmek, beni daha kötü yapacaktı. Aslında O’nun omuzuna başımı koyup saatlerce ağlamak istiyordum'' dedi.
Erol Olçok’a Erol Olçak demeyi tercih ettiğini berliten eşi Nihal Olçok'ın Hürriyet'ten Fatme Aksu'ya hac için gittiği Mekke’de yaptığı 15 Temmuz'da gerçekleşen darbe girişiminde yaşadıklarıyla ilgili açıklamalar şöyle:
“Herkes beni arıyordu o gece, ‘Ne oluyor Nihal, Erol Abi ne diyor?” diye. Kardeşim, ‘Eniştem rahatsızlanmış’ diye mesaj attı. Arabaya fırladım. Kalp krizi geçirdiğini düşünüp hastaneye koştum. Numune Hastanesi’ne doğru yola koyuldum. Avucumun içi gibi bildiğin yolları o gün karıştırdım. Hastaneye çıkan yolu bir türlü çıkaramadım. Kendimi Koşuyolu Medipol Hastanesi’nin önünde buldum. Oradan devam ettim, E-5’in girişinde ama ters yöndeydim. Ya o trafiğe tersten girecektim, ya o hastaneye gitmekte geç kalacaktım. Tersten trafiğe girdim. 5 dakika sonra Numune’nin bahçesindeydim. O kaosta hastane bahçesinde tek arabalık yer vardı. Sanki benim için ayrılmıştı, oraya girdim.”
“Koşarak Acil’e girdim. Her taraf doluydu. Her yerde kan kokusu ve yanık et. Dokunmadığım yaralı kalmadı. Bağırıyordum. Dört salonun hepsine girdim ama yoktu kimse. Bu kadar adam oraya geliyorsa bir şekilde onlar da gelecekti elbet. Bir tane kırmızı kapı gördüm. Üzerinde personel yazıyordu. Meğer ikisi o odada yan yana yatıyormuş. Dün gibi, bugün gibi. Ben o kapının önüne kadar gitmiştim ve personel yazdığı için girmemiştim. İyi ki de girmemiştim. Ölürdüm onları orada görseydim. Kullanamayacağımı, çalıştırsam da durduramayacağımı bile bilsem, ölümü göze alır, onları o hale getirenlerin üzerine sürerdim. Tıpkı onların yaptıkları gibi. Bu dünyada bir orduyu yıkabilecek tek bir güç vardır. Bir kadının, bir ananın yüreği. Her deliliği yapabilirdim. Yaptım da. Odalardaki bütün yaralılara dokundum. Bir can kurtarabilmek için hemşirelerle birlikte sağa sola koşuşturdum.”
“Yerler kan gölünden yürünmez haldeydi. Doktor ve hemşireler bir yaralıdan diğerin kanlı zeminde kayarak koşturuyordu. Kopmuş bacaklar, kasığından kurşun yemiş, kan fışkıranlar... Kanın sesinin ve kokusunun olduğunu ben unutmamak üzere orada öğrendim. O sırada çocukların geldiğini söylediler. Onlara bakmak için dışarı çıktım. Çocuklar bankın üzerinde oturuyorlardı. Birden üzerimizden F-16 geçti. Çocuklarımın üzerine kapaklandım. O sesle birlikte, çocukları alıp oradan gitme vaktimin geldiğini anladım. Çünkü Erol Bey olsa, çocukları alıp oradan götürmemi isterdi.”
“Ve işte şu an Kâbe’deyim. Eminim Rabbim, benim ne yaşadığımı ve benim ne söylemek istediğimi biliyor. Şuna yürekten inanıyorum ki, cennet kapısından girerken sağda ben, solda Olçak, ortada çocuklarla beraber gireceğiz. Onunla yine buluşacağız. Onları şahadetiyle, ölüm öldü benim için. Ölümü öldürdüm. Artık, ölümün bende bir hükmü yok.”
“Ölmeden 3 gün önceydi. Abdullah geldi, içerde iki tane arkadaşım var. Birini hiç tanımıyor. Salona onlara merhaba demeye girdi. Karşıdan izledim. Birden, ‘Abdullah, böyle kalsana annem’ dedim. Etrafında döndü. Tişörtünü çıkardı. Pazularını, kollarını okşadım. ‘Herkül’üm, Zeus’um’ diye sevdim. ‘Abdüş sana bir şey olmuş annem’ dedim. O an mümkün olsa Abdullah’ı dondurmak istedim. Hep, karşımda duran şu haliyle kalsın diye. İlk onun sesinden duydum anne kelimesini. Ve en çok o kocaman gür sesinden ANNEEEE diye bağırışını özleyeceğim. Eğer biraz daha gücüm olsaydı Abdullah’ın ve Erol Bey’in tabutlarını almaya giderken çok büyük bir konvoy yapardım. Ve her arabanın aynasına oyalı havlular bağlatırdım. Bir gelin almaya gider gibi… Çünkü Hz. Mevlânâ diyor ya, ‘Bu düğün gecesi, bu Şeb-i Aruz.’ Ve kendim de, beyazlar içinde bir düğün elbisesiyle uğurlamak isterdim onları, şehitlik tahtına oturturken. Elhamdülillah Müslümanım. Elhamdülillah Türküm.”
“Herkesin hatırasında Erol Bey’in ayrı bir yeri vardı elbette. Erol Bey’i ona tanımlarken 'Hiçsin' derdim. Asıl varlık ‘hiç’ti çünkü. Olçak’ı herkes tarif etti. Ama ben binlerce Olçak yaşadım. Hangisini anlatayım ki. O yüzden tanımlayamam. Reklamcı Olçak, danışman Olçak, baba Olçak. O kadar çok adam vardı ki onun içinde. Bense en çok, ‘benim olanı’ sevdim. 17 yaşımda, kalbimi ellerine verdiğim 35 yaşındaki o adamı. Biliyorum ki, bir o kadar da yerin altında vardı Olçak. Başka bir yerden beslenen farklı bir enerjisi vardı. Herkese yeten, herkese yetişen. Benim için, evrim teorilerini altüst eden bir adamdı o.”
“Çok fazla insanın gözüne baktım. Ama en çok Tayyip Bey’in gözünün içine baktığımda, O’nun içimdeki acıyı göreceğimden ve karşısında bayılacağımdan korktum hep. Çünkü benim tanıdığım bütün Olçakların hepsini o da tanıyordu. Sanki ikimizde neyi kaybettiğimizi anlayacaktık. Ve onun gözlerinde onu görmek, beni daha kötü yapacaktı. Aslında O’nun omuzuna başımı koyup saatlerce ağlamak istiyordum. Evet, Olçak’ı sadece Tayyip Bey ve ben her şeyiyle tanıyorduk. Cumhurbaşkanımızı görünce, ona karşı bir Cumhurbaşkanı gibi davranamayacağımdan korktuğumdan, Külliye’deki o davete bile gidememiştim.”