Ertuğrul Mavioğlu BirGün'den Nazım Hikmet şiiriyle ayrıldı

Ertuğrul Mavioğlu BirGün'den Nazım Hikmet şiiriyle ayrıldı

BirGün Gazetesi yazarlarından Ertuğrul Mavioğlu dün yazdığı yazısıyla okuyucularına veda etti.

Ertuğrul Mavioğlu twitter adresinden "son yazım" notuyla birlikte yazısını paylaştı. Mavioğlu daha sonra da "BirGün'ün kıymetini bil çünkü fena kırmızıdır" twitini attı.

Ertuğrul Mavioğlu'nun Birgün'de yayımlanan son yazısı şöyle:

 

Annemin duası

 

Annemle kahvaltı faslı sonrasında “yazımı yazmalıyım” diyerek ‘zengin kalkışı’ yaptığımda, arkamdan seslenip “güzel yaz” diye tembihledi. Annem benim tek sadık okurum. Geri dönüp boynuna sıkı sıkı sarıldım. Biliyorum, iyi şeylerden bahsetmemi istiyordu. ‘Hayırlısıyla’ diye kapıdan yolcu ederken, yalnızca onun duasına inandığımı düşündüm. 90’ına merdiven dayamış, uzun yıllar öğretmenlik yaparken iki yakası asla bir araya gelmemiş, hiç eksilmeyen otoriteden, elinden tokmağını düşürmeyen devletten nasibini fazlasıyla almış, kaderi makûs bu ülkenin acılarını derinden hisseden bu yaşlı kadın, hayatımızın düzelmekte olduğuna dair cümleler duymak, okumak, “boşuna çekilmedi bunca acılar” demek istiyor artık. Sadık okurum biliyorum beklenti içinde lakin benden de bir türlü iyimser cümleler çıkmıyor. Mesela, ‘modernleşme’ ya da ‘dönüşüm ‘ diyerek kentlerin kazma vurulmadık hiçbir köşesini bırakmayanlara övgüler düzemiyor, ‘Allah sizden razı olsun, hayatımızı güzelleştiriyorsunuz’ diyemiyorum. Çünkü biliyorum ki, yoksullar sürüldükçe kentler, cüzdanı şişkinlerin, ciplerin arka koltuklarına yayılanların arasında yeniden pay ediliyor. Borsa yükselirken sevinç çığlıkları atamıyor, ‘ekonomi tıkırında’ diyemiyorum. Çünkü biliyorum ki, borsa harekete geçtikçe varsıl servetini katlıyor, küçük yatırımcılar ve yoksullar ise tekrar tekrar yıkıma uğruyorlar. Hiç kuşkum yok, boğalar ve ayılar tepiştikçe çimler eziliyor. Dersim katliamı için özür dilendiğinde, derin bir ‘ohhh’ çekip heyecan içinde ‘memleketin karanlığa gömülmüş geçmişiyle hesaplaşılıyor işte’ diyemiyorum. Öyle ya, Dersim’de özür dileyenin dili, 1915’i yaşayan Ermeniler karşısından neden bu kadar zalimdir? Dersim için özür dileyen, Roboski’de masum insanların üzerine bomba yağdırmak için savaş uçaklarını neden havalandırır? ‘Darbelerle hesaplaşıyoruz’ dediklerinde, ‘vesayet bitti’ korosuna sesimi katamıyorum. Çünkü biliyorum ki, darbecilerin, yasama, yürütme, yargıyı tek elde toplayarak bu ülkenin ezilenlerini sıra dayağına çekmek için yonttukları sopayı, bu cümleleri bol keseden atanlar ellerinde tutmaktalar. Meydanları yasaklayanlar, itiraz edenleri gazlayanlar, cümlemize tuzaklar kuranlar, yatak odalarına kadar kulaklarını, gözlerini, kameralarını sokuşturanlar bunlar. Tıpkı darbeciler gibi, öğrencileri, sendikacıları, işçileri, Kürtleri, devrimcileri hapislerde çürütmeye ant içmişler, yollarından döndürene aşkolsun. ‘Kürtlerle helalleşiyoruz’ dediklerinde, rahat bir nefes alamıyorum. Çünkü biliyorum ki, helalleşme ölenle yapılır. Cemaat üç kez üst üste ‘helal olsun’ diyecek ve diri diri mezara gönderip üzerimize toprak yığacak. Ana dili, ana sütü gibi doğal bir hak değil de bir pazarlık nesnesi gibi görenle, ölen insanları istatistiğe dönüştürenle, meydanlarda vatan, millet, Sakarya nutukları eşliğinde ‘tek’leyenlerle ne çeşit bir barış olabilir acaba? **** İşte bunların tamamı ve daha fazlası, şu yaşadığımız topraklarda üzerimize fena halde abanan, bir nebze oksijene muhtaç bırakan ve tam da bu nedenle hepimizi zehirleyip hareketsiz kılmış, maişete mahkûm hayatlarımız.

Yine de ‘çıkış yok’ denilen bu karanlık dehlizde bir geçit olmalı; bizi ışığa ve havaya kavuşturup, içimizdeki zehri sağaltmalı. Bu tarihsel zorbalık, eğer asıl gücünü herkesi kölesi haline getirmeye muktedir olduğu sanılan parasından, silahından, mahkemesinden, ordusundan, polisinden, meclisinden, yasasından değil; ezcümle yalanlarla hayallerimizi yok etmekten alıyorsa, tek bir çıkış yolu olduğunu biliyorum ve mutlaka denemeye değer. Mesela, kaldırım taşlarının altındaki ‘özgürlük’ yazısını bir zamanlar dosta düşmana göstermiş olanları anımsamakla başlayabiliriz. Hayallerimizi vitrinlere gömüp, hepimizi topluca alıklaştırmaya muktedir iseler, o ışıklı camekânlara pekâlâ arkamızı dönebiliriz. Ya da her birimizin cebine sızmış olan ve sürekli kulaklarımıza ‘al, al’ diye fısıldayarak geleceğimizi ipotekleyenlere, bitmeyen borçlara mahkûm edenlere bir el işareti çekip, plastik kartları kırıp çöpe atabiliriz.

Toplanıp yüzlerle konferanslar, binlerle mitingler düzenlemeyi becerebiliyorsak, bu kurtlar sofrasında kendimize sığışacak küçücük bir yer aramak yerine, özgürlük, adalet, eşitlik için kendi kardeş soframızın hayalini yeniden kurmayı deneyebiliriz. Sanayi mahallesindeki tamir atölyesine 10 yaşında çırak edip, yağ, kir, pas içinde arabaların altına sürenlere, madenlerde kazmaları ölümüne elimize tutuşturanlara, hızla akan ‘Ford’un bandına yetişebilmek için kan ter içinde bırakanlara, güneşin alnında çapa sallatanlara, eğer çalışmazsak asla iyi bir yaşam kuramayacağımızı öğütleyenlere kocaman bir ‘hayır’ demeyi yeniden öğrenebiliriz.  Aslında bu hiç de zor değil ve sadece ‘biz kimiz?’ sorusunu sormak bile yetebilir. Annemin her biri yeni bir hayal aşılayan kitaplarının arasında yaptığım masal gibi yolculuklardan birinde gözüme çarpmış, çocuk gözümle okumuştum. Siz de hatırlayacaksınız, Nazım Hikmet o şahane dizeleriyle, bizi bize anlatıyordu:

“Demir, kömür ve şeker ve kırmızı bakır ve mensucat ve sevda ve zulüm ve hayat ve bilcümle sanayi kollarının ve gökyüzü ve sahra ve mavi okyanus ve kederli nehir yollarının, sürülmüş toprağın ve şehirlerin bahtı bir sabah vakti değişmiş olur, bir şafak vakti karanlığın kenarından onlar ağır ellerini toprağa basıp doğruldukları zaman.”