Ertuğrul Özkök: Dezenformasyonsuz tarihi kim yazacak: Erdoğan mı yoksa Billur Kalkavan mı?

Ertuğrul Özkök: Dezenformasyonsuz tarihi kim yazacak: Erdoğan mı yoksa Billur Kalkavan mı?

"Pazar Mektubu" başlığı altında,  yazdığı ve "newsletter" olarak paylaştığı yazısında bugün, 2022 Nobel Edebiyat Ödülü alan Annie Ernaux ve "Seneler" kitabına değindi. Özkök, 41 maden işçisinin yaşamını yitirdi Amasra maden faciasına ve  dün yaşamını yitiren sanatçı Billur Kalkavan'a da yazısında yer verdi. Özkök, "Annie Ernaux’nun tarihi ise Erdoğan’la Billur Kalkavan’ı aynı hizaya getiriyor." değerlendirmesini yaptı. 

Özkök'ün "Dezenformasyonsuz tarihi kim yazacak: Erdoğan mı yoksa Billur Kalkavan mı?" başlıklı yazısı şöyle: 

Dezenformasyonsuz tarihi kim yazacak: Erdoğan mı yoksa Billur Kalkavan mı?

Haber, bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nün kazanan Annie Ernaux’nun “Seneler” kitabını, 12 yıl sonra ikinci defa okurken geldi.

“Bugün Billur Kalkavan öldü…”

Bu kadar basit bir cümle.

Albert Camus’nun hayatımı derinden etkileyen kitabı “Yabancı” da işte tam bunun kadar kısa, katı ve ruhsuz bir cümleyle başlıyordu.

“Dün annem öldü…”

Camus üç kelimelik bu cümle ile nesiller boyu bir çok insanın küçük şahsi tarihini de tarihini yazdı.

Bir de şu haber:

“Dün 41 madencimiz öldü…”

O da bu kadar basit bir cümle…

“İşçi” dersek ihmal ve sorumluluklar bize kalacak diye “şehit” dedik, ilahi bir kefene sarıp, dezenformasyon hormonlu tarihe gömdük.

Sonra “Seneler” kitabı gözümde daha da büyüdü… Bir kere daha bitirdim ve kararımı verdim.

Bana göre Thomas Mann, Albert Camus ve Octavio Paz’dan sonraki en önemli Nobel’di…

Kimdi Billur Kalkavan, öldü denince ne hatırladık?

Billur Kalkavan 58 yaşındaydı.

Dün sosyal medyada yarattığı dalgalanmalı farkettiniz mi?

Peki kimdi Billur Kalkavan?

Çoğumuz için bir “magazin figürü…”

Anladık ki, o kadar basit değil.

“Embedded” bir kişilik. Yakın tarihimizde bir çok hatıraya iliştirilmiş bir şeyler var.

Ölümü bize o şeyleri hatırlattı…

 

Rusya tarihini Putin mi yazar Kamçatka yengeci mi?

İşte o nedenle sordum, “Dezenformasyonsuz tarihimizi kim yazıyor” diye.

Mesela Rusya’nın tarihini…

Şu an elindeki nükleer silahı bütün dünyanın suratına sallayan Putin mi…

Yoksa Tolstoy veya Dostoyevski mi; Kalinka şarkısı veya lüks restoranlarda karşımıza çıkan Kamçatka yengeci mi?

Ya İngilizlerinkini?

Sekizinci Henry mi yazdı, yoksa Shakespeare mi…

Churchill mi yoksa Rolls- Royce veya Beatles, Rolling Stones mu…

Fransa’ya ne dersiniz…

Onaltıncı Louis mi, Robespierre, Sartre mı…

Yoksa Normandiya Camembert peyniri mi…

 

Annie Ernaux

Bir maymun okur gözüyle bu yılki Nobel Ödülü

Şimdi bu pazar sabahı size “Durun biraz, şunu  yeniden düşünelim ” diyeceğim..

Sakın, tarihi isimleri kendilerinden büyük insanlar değil de hayatımıza giren küçük “şeyler” yazıyor olmasın…

Diyecek olan ben değilim.

Bu yıl Nobel Edebiyat Ödülü'nü kazanan Annie Ernaux söylüyor.

Özellikle de onun, Can Yayınevi tarafından Türkçede de yayınlanan “Seneler” (Annees) adlı kitabı

Ben “maymun bir okurum…”

Aynı anda birkaç kitabı okumaya çalışırım.

Hiç şüphesiz her maymun okur gibi, bazı kitaplara haksızlık edebilirim.

Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirim.

Hayatım boyunca hakkını tam vererek okuduğum kitaplardan biri Annie Ernaux’nun “Seneler” romanıdır.

O nedenle şunu da ikinci defa rahatlıkla söyleyebilirim.

Benim için Ernaux; Albert Camus, Thomas Mann ve Octavio Paz’dan sonra Nobel’in en fazla haketmiş yazardır.

Yine de kimseye haksızlık etmeyeyim.

Benim için böyle…

Bir pop sosyolog bu basit paragraflarda ne bulur?

“Seneler” kitabını çok sevmemin özel nedenleri var.

Bir sosyolog, özellikle de Fehmi Koru’nun deyişiyle bir “pop sosyolog” olarak bana en yakın ve sempatik gelen bir kitap.

“Seneler” bildiğimiz bütün edebi yazma biçimlerine meydan okuyor.

Adı roman ama roman denilebilir mi pek emin değilim.

Çünkü alta alta yazılmış ve birbirinin takibi olmayan paragraflardan oluşan bir yazma tarzına sahip.

Ne mazlumu, ne zalimi ne aşk acısı çeken kahramanı var

Romanın iyi kahramanı yok.

Aşk acısı çeken kahramanı da yok.

Kötü karakteri de yok.

Yani bir kahramanı yok.

Sadece akıp giden bir zaman var.

Tıpkı Proust’un “Kayıp Zamanın eşinde” romanı gibi, akıp giden bir zaman.

Ve bu zamanı bize bir kahraman, bir mazlum veya bir zalim değil, birbiri arkasına akan isimler, mekânlar, yerler, olaylar, eşyalar, yani “şeyler” anlatıyor.

Fransızların deyişi ile “Les Choses de la Vie…”

Hayatın şeyleri.

Taşralı bir öğretmen hangi tarihi yazabilir?

Taşrada doğmuş, büyümüş, yaşamış bir kadın, tarih diye bize ne anlatabilir ki…

Hele hele bir Türk’e…

Hayır…Anlatır…

İşte edebiyatta ve sosyolojide, “millî ve yerli” kelimelerinin manasını tamamen yitirdiği yerdir burası…

Ben Fransızca biliyorum, 6 yıl Paris’te yaşadım.

Ama inanın “Seneler’i” hiç bunları bilmeden yaşamadan okusaydım da en az bu kadar anlardım.

Kitabın ne girişi var ne bitişi…

İpana diş macunlarının yazdığı kolektif tarih

Seneler İkinci Dünya Savaşı'nın bitişiyle başlıyor ve 2000’lere kadar geliyor.

Bir yanıyla otobiyografi…

Ama öznesi olmayan bir biyografi…

Şahsiyetsiz…

Maktulu yok, meçhul faili de yok.

Her şey apaçık. Kenarında oturduğumuz nehrin şurasından burasından geçen şeyler…

“Önümüzden veya uzağımızdan gelip geçen ve zihniyetimizin kaydettiği her şey tarihtir” diyor.

Bu Nobel tarihinde İzmir'den de biri var

İçinde Fransızların İpana diş macunu sayılabilecek nesneler var.

Renault 4’ün Deux Chevaux arabalar, Brigitte Bardot var.

Ama aynı zamanda, mesela ben de varım.

Bir sayfasında “İzmirli Dario Moreno’nun Mambo İtaliano” şarkısı olarak geziniyorum.

Kayıp zamanın peşinde koyarken Beatles’a da, Pink Floyd ve Sex Pistols’a da rastlıyorsunuz,.

Sonra bir sayfa geliyor ve karşınıza o dedikodu çıkıyor:

”Isabelle Adjani AIDS mi oldu…”

Victor Hugo ile dönemin komedyeni Coluche’ün isimlerinin yan yana yazıldığı, hiyerarşisiz bir tarih bu...

Ciddiyet ehliyetini verme yetkisini sadece kendinde gören bazı insanlar için, böyle bir “aynı haneye yazılmak” kabul edilebilir bir şey değil tabii ki…

Annie Ernaux’nun tarihi ise Erdoğan’la Billur Kalkavan’ı aynı hizaya getiriyor.

Bir Emanuel koltuk erkek hafızamıza hangi tarihi yazmıştır?

Oralarda gezindikçe de şunu görüyorum.

Aslında bu sadece Annie Ernaux’nun tarihi değil.

Hepimizin ortak tarihi…

Bir sayfada bir Emanuel koltuk kelimesi geçiyor..

Yetmişlerin erkek hafızasına,  Churchill’den,  Erdoğan’dan, Putin’den, Sekizinci Henry’deni Fatih Sultan Mehmet’ten daha yakın bir tarih değil mi…

Yani tarihimizi onlar da yazıyor.

Denizli Paşabahçe'de gördüğüm limon sıkacağı

İsterseniz siz de deneyin.

Yazın kendi “Seneler” romanınızı.

Google sayesinde artık daha da kolay.

Benim “Seneler” romanım, bundan 7 yıl kadar önce Denizli’de Paşabahçe Cam Fabrikası'nın arşiv müzesini gezerken yazılmaya başladı.

Orada bir limon sıkacağı gördüm. Hani şu kalın camdan, ortasında yarım kesilmiş limonu tersinden koyup sıktığımız, her evde bulunan basit eşya…

Gördüğüm an çocukluğumun bir bölümü bütün halkalarıyla geldi gözümün önüne. Formika masalar, plastik masa örtüleri…

İnce belli bir çay bardağı…

Post me too dönemin ilk Nobel Ödülü

Annie Ernaux bana göre Post MeToo döneminin ilk Nobel'i.

Onun çok gençken çocuk aldırmak için çektiği acıları anlatan kitabı, Camus’nun Fransa’da idam cezasının kaldırılması için yazdığı metin kadar etkisi olduğuna inanıyorum.

Nitekim Nobel’i aldığı gün yaptığı ilk açıklama şu oldu:

“Hayatımın son anına kadar bir kadının anne olma veya anne olmama hakkını savunacağım…”

Bu Nobel, bütün dünyada popülist iktidarların çocuk aldırma ve LGBT’ye karşı açtıkları savaşa güçlü bir itiraz oldu.

Diyorum ya, dezenformasyonsuz bir tarih bu.

Hoşa gitmemeyi göze alan mahallesiz haymatloslar

“Seneler”, “Aşklarımı yazıyorum; Yazdıklarımı yaşıyorum” diyebilen yazarların kaleminden çıkmış bir “Hepimiz tarihi…”

Emin olun Hitler’lerin, Putin’lerin, şunun bunun yazdığı tarihten çok daha sahici, çok daha hakiki…

Cesur bir tarihçi bu… Hayatı boyunca solcu olmuş.

Ama sol mahalleden ikâmet raporu almayı rededen bir dimağ bu.

Alice Ferney bu haftaki “L’OBS”  dergisinde onun için şunu söylüyor:

“Mahallesinin veya başkasının hoşuna gitmek için yazmadı. Hoşlarına gitmemeyi göze alacak bir cesareti var…”

Yani, ‘Mahallesiz haymatlos’ bir yazar aldı bu yıl Nobel’i…

 

Siyasetin pinokyo burnunu sokamadığı Halley tarihi

Bize diyor ki;

1945’le 2000 arasında kaybettiğimiz her şey hepimizin tarihidir.

Dokunduğumuz, ellediğimiz, yanımızdan, uzağımızdan geçen, bütün Halley yıldızlarının hikâyesi yani.

Siyasetin burnunu sokamadığı nesnelerin, şeylerin, insanların yazdığı bir kitap.

Devletin, müfredat programlarının burnunu sokmadığı, sokamadığı Dezenformasyonsuz bir samimi bir küçük şeyler tarihi.…

Ve görüyoruz ki; böyle bir  tarihi ancak Annie Ernaux gibi mahallesiz haymatloslar yazabilir.

Emin olun, her gece burnunu televizyonlardan odalarımıza sokup sadece kendi mahallesinin hoşuna gitmek için konuşan kafalar bu seçimden sonra hüsrana uğrayacak.

Yepyeni Türkiye’nin gerçek tarihinini, her mahalleninin, hoşa gitmemeyi, mahallesinin basmakalıp klişelerine, kendi mahallesinin dezenformasyonuna karşı sesini yükseltmeyi göze alacak  haymatlos çocukları yazacak.

***

(*) ANNIE ERNAUX: “Seneler”, Çev. Siren İdensanlarmen, Can Yayınları