Eski AYM Başkanı Kılıç: Şiir okuduğu için politik hayatın bitirilmesi ile, terörü övme suçunun içine gizleyerek ifade özgürlüğünü yok eden anlayış arasında fark yok

Eski AYM Başkanı Kılıç: Şiir okuduğu için politik hayatın bitirilmesi ile, terörü övme suçunun içine gizleyerek ifade özgürlüğünü yok eden anlayış arasında fark yok

Eski Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç, 2007 yılında kendisinin karşı oy kullandığı 367 kararı için "TBMM’nin toplantı yeter sayısının 367 oy gerektirdiği şeklinde oluşan düşünce ve kararların saygıyı hak ettiğini düşünmüyorum. Hukuk tarihimizde insan aklıyla alay edilen en talihsiz karar olarak da niteleyebilirsiniz" açıklamasında bulundu.

"Yaşanan olaylar göstermiştir ki, yargı mensuplarının sahip olduğu ‘yorum hakkı’ dürüst kullanılmadığında sorun üretir. İnançların, ideolojilerin ya da korkularının işgali altında kalan vicdan sahiplerinin adalet dağıtması zordur" ifadesini kullanan Kılıç, AKP'nin kapatma davasında yaşananlara ilişkin değerlendirmede bulunurken "Dün bir siyasetçinin şiir okuduğu gerekçesiyle politik hayatının bitirilmesine karar veren anlayışla, bugün de terörü övme ya da hakaret suçunun içine gizleyerek ifade özgürlüğünü yok eden anlayış sahipleri arasında fark yoktur" dedi.

Haşim Kılıç'ın, Sivil Siyaset Hareketi'nin sorularına verdiği yanıtlar şöyle: 

- Çok tartışılan kararlardan biri, Sayın Abdullah Gül’ün aday gösterildiği Cumhurbaşkanlığı oylamasında toplantı yeter sayısı için 367 oyun zorunlu olduğu iddiasıydı. 27 Nisan tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı 1.tur seçimlerinde 357 kabul oyu çıkmasına karşın 367 sayısına ulaşılamadığı için seçim 2. tura kalmış ancak AYM açılan dava sonucu meclisin 1.oturumunu iptal etmiştir. Bütün bunlar 27 Nisan 2007 tarihinde gece yarısı yayınlanan TSK, ‘E-Muhtıra’ olarak adlandırılan bir bildirinin gölgesinde yaşanıyordu. Bu olup bitenler karşısında mahkeme üyeleri arasında hukuki ya da siyasi hangi tür tartışmalar ağırlıkta oldu? Kendi tutumunuzdan söz eder misiniz?

2007 yılında yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminin oylamasında TBMM’nin toplantı yeter sayısının 367 oy gerektirdiği şeklinde oluşan düşünce ve kararların saygıyı hak ettiğini düşünmüyorum. Hukuk tarihimizde insan aklıyla alay edilen en talihsiz karar olarak da niteleyebilirsiniz. Bu düşüncenin hiçbir noktasında yorum masumiyeti olmadığı için hukuksallık değerlendirmesi de yapılamaz.

Nitekim AYM’nin 1 Mayıs 2007 günlü kararına karşı yazmış olduğum muhalefet şerhinin başında “tarihe not düşülmüş” bir bölüm vardır. Bu bölümde kararın hukuki mi yoksa boyun eğdirilmiş bir yargı kararı mı olup olmadığının ipuçları verilmektedir. İnanıyorum ki kararda imzası olan “bir kısım” üyelerimizin karar öncesi yaşadıklarını hukuk tarihine açıklamak gibi vicdani bir yükümlülüğü kendileri yerine getireceklerdir.

Hukuk tarihi, ‘hak ekseninden’ çıkılarak verilmiş kararların ‘halk iradesiyle’ düzeltildiği olaylarla doludur. AYM’nin TBMM’nin Cumhurbaşkanı seçebilmesi için toplantı nisabının 367 oy olması gerektiği kararı kamu vicdanını ikna edemediği için yapılan erken seçimde halkın iradesi, vesayet odaklarını hizaya sokmuştur. Tıpkı 2019 yılında yapılan mahalli seçimlerde YSK’nın İstanbul bölgesiyle ilgili verdiği karara karşı yenilenen seçimde “durumdan vazife çıkaranların” halktan gerekli cevabı aldığı gibi. Kuşkusuz bu kararın ağırlığı AYM’nin kararı kadar büyük olmasa bile, hak ihlalinde ortaya çıkan sonuca halkın iradesi aynı cezayı kesmekte gecikmiyor.

Yaşanan olaylar göstermiştir ki, yargı mensuplarının sahip olduğu ‘yorum hakkı’ dürüst kullanılmadığında sorun üretir. İnançların, ideolojilerin ya da korkularının işgali altında kalan vicdan sahiplerinin adalet dağıtması zordur. Yargı vicdanı bunlardan arınmadıkça devletin farklılıklar arasında hakemlik görevini adil bir eksende sürdürmesi düşünülemez.

- AKP kapatma davası bittikten sonra şöyle bir çağrı yapmıştınız: ‘Siyasi aktörlere buradan seslenmek istiyoruz. Topluma ters gelen anayasa kuralları varsa bu konuda süratle uzlaşarak gerekli düzenlemelerin yapılması zorunluluk haline gelmiştir’. Bu ifadelerden AYM’nin yapısal sorunlarının bulunduğu açıktır. Bu yönde çabalarınızı sürdürdünüz mü? Bu çağrıya siyasilerin olumlu yanıtları oldu mu?

Anayasal kuralların ya da yasal düzenlemelerin isabetle yazılmış olması tek başına yeterli olmuyor. Bu kuralları uygulayacak olanların, olaylar karşısında ortaya koyacakları tarafsızlık refleksini kamu vicdanı hissetmedikçe inandırıcı olamıyorsunuz. Yargıç vicdanı karar verirken, dostluk ve düşmanlık duygularından uzakta durması gerekir. Öznel duygular, konjonktürel iniş ve çıkışlar, mahalle baskısı, adalete ulaşmada engel yaratan tarafsızlık sorunlarıdır.

Bir gerçeğin altını çizmek isterim. Cumhuriyet kurulduğundan beri yargı, siyasi öfkenin silahı olarak kullanılmış ve halen de kullanılmaya devam edilmektedir. Dün bir siyasetçinin şiir okuduğu gerekçesiyle politik hayatının bitirilmesine karar veren anlayışla, bugün de terörü övme ya da hakaret suçunun içine gizleyerek ifade özgürlüğünü yok eden anlayış sahipleri arasında fark yoktur. Siyasi söylemleri ve eleştirileri kolayca suça dönüştürebilen yargı organlarının kararları sorun olmaya halen devam etmektedir.

AK Parti’nin kapatma davası sonuçlandıktan sonra yaptığım çağrının amacı tam da bu sorunu çözmeye yönelikti. Siyaset dünyasının sorunlarını hukuksal zeminlere oturtmanın güçlüğü açıktır. 2010 yılında gerçekleşen 26 maddelik anayasa değişikliği bu çağrımıza verilen en olumlu cevaptı. Ne yazık ki, tarafsız ve bağımsız bir yargı hayali bu değişikliklerle de gerçekleşemedi. FETÖ’nün yargıyı işgal hareketi, yeşeren umutları yeniden kuruttu. Sonuçta rengi farklı yeni bir vesayet odağı oluşmuştu bile. Denilebilir ki korkunun en acımasızca yaşandığı yargı kurumlarından adalet dağıtması beklenemez.

-  Mahkemede iki dönem başkanvekilliği, iki dönem de başkanlık yaptınız. Sizin döneminizde mahkemede neler değişti? Mahkemenin, hukuk devletinin ve temel hakların güvencesi bir kurum haline gelmesi için çaba harcadığınızı biliyoruz. Bu çabalarınızdan nasıl bir sonuç elde ettiniz? Sizden sonra mahkeme hızla siyasal iktidarın kontrolünde bir görüntüye büründü. Özeleştiri yapmanız gerekirse mahkemenin kurumsal bağımsızlığını sağlamak için daha fazla neler yapabilirdiniz?

Yargı kurumlarında başkan olmak yalnız başına bir değer ifade etmiyor. Mahkemenin mensupları, AYM’nin kuruluş, amaç ve felsefesine destek vermedikçe sonuç alamazsınız. 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği AYM’de de çok önemli değişikliği beraberinde getirdi diyebiliriz. Önemsediğim ve anayasaya girmesinde emeğimin geçtiği ‘bireysel başvuru’ yolunun açılmış olması, ülkem adına onur duyduğum ciddi bir değişikliktir. Kısa bir geçiş ve hazırlık döneminden sonra temel hak ve özgürlükler konusunda Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve AİHM kararlarının ötesine geçerek kararlar üreten çalışma arkadaşlarımın özverili ve cesur gayretleri hukuk tarihinde onurla anılacaktır. AİHM’in ve AB konseyinin Türk AYM’sini verdikleri bireysel başvuru kararları nedeniyle ‘örnek mahkeme’ seçmesi, Venedik Komisyonu’nun mahkememizi madalya ile ödüllendirmesi, yapılan hizmetin kalitesini ve evrenselliğini teyit eden gelişmelerdir. Bireysel başvuru kararlarında anayasal kavramlar daha özgürlükçü bir düzlemde yorumlanmaya başlanmıştır. Onurlu bir hayat için gerekli olan adaletin, demokrasinin, özgürlükçü laiklik anlayışının öncelendiği, kavramların evrensel ilkelerle yorumlandığı bir dönüşüm mahkemede yaşanmaya başlanmıştı. Böyle bir mahkemenin başkanı olmaktan kim gurur duymaz ki?

Mahkemenin özellikle sizden sonra güvenirliliğini kaybettiği kanaati yaygındır. AYM’nin ülkemizde hukuk devletinin, demokrasinin ve insan haklarının güvencesi haline gelmesi için, yapısında ve yetkilerinde sizce ne tür değişiklikler yapılması gereklidir? Sizce üyeler nasıl seçilmelidir?

Ben emekli olduktan sonra AYM’nin bugün itibariyle durduğu yerin değerlendirmesini yapmak benim için uygun düşmez. Olan biten, yaşanan her ne varsa halkımızın gözü önünde cereyan ediyor. Dileğim, mahkememizin hak ve özgürlükleri genişleten tavrını, anlayışını, yorumlarını kaybetmemesidir. Mahkemede bu tavrı sürdürecek ve geçmişte bu nitelikteki kararlara imza atmış birikimli ve deneyim sahibi yargıçlarımız mevcuttur.

Kurul halinde çalışan bütün kurumların yapısında ‘çoğulculuğu sağlayacak’ bir seçim düzeninin oluşturulması, bağımsız bir yargının da olmazsa olmaz koşuludur. Geçmişte yapılan tercihlerde “bizim mahalleden” anlayışının ülkemizi nasıl felaketlere sürüklediği her kesimden vatandaşın tanık olduğu acı gerçeklerdir. Kurullarda yer alacak farklı düşüncelerin oluşturduğu çoğulcu yapı, dengeleyici ve denetleyici niteliğiyle tarafsızlığın sağlanmasında olumlu katkılar da sunacaktır.