17-25 Aralık yolsuzluk operayonları sonrası "22 Temmuz" ve "14 Aralık" soruşturmaları kapsamında tutuklanarak Silivri Cezaevi'ne gönderilen dönemin İstihbarat Daire Başkanlığı C Şube Müdürü Ali Fuat Yılmazer, 2010 yılında İzmir merkezli başlatılan kamuoyunda 'askeri casusluk' olarak bilinen 'Devletin güvenliğine ilişkin bilgileri temin etmek ve kişisel verilerin kayıt altına alınmasına yönelik casusluk davası'na ilişkin yeni iddiaları gündeme getirdi. Dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ'a, dönemin emniyet müdürü Hüseyin Çapkın ve dönemin valisi Muammer Güler aracılığı ile "notebook üzerinden operasyon hedefi şahısların kendi çektikleri pornografik görüntülerin izletildiğini" iddia eden Yılmazer, bu görüntüler karşısında Başbuğ'un şu tepkiyi verdiğini ileri sürdü:
“Yaa, ben böyle bilmiyordum. (Kuvvet Komutanlarını göstererek, argo bir hitapla) bunlar bana işin bu tarafını anlatmıyor ki! Tamam ben anladım, teşekkür ederim Müdür Bey... Lütfen bu konudaki gelişmeleri bundan böyle benimle paylaşabilir misiniz?”
O dönem başbakan olan Tayyip Erdoğan'ın "İlker Başbuğ ile doğrudan bilgi paylaşımına müsaade etmediğini" öne süren Yılmazer, "Bu gelişmenin hemen sonrasında bizzat bana yaptığı tembihatta Erdoğan, 'Tamam bir sefer olmuş, ama bir daha gidip aktarmasınlar. Siz tüm bilgileri bana getirin. Benim üzerimden hangi kuruma nasıl gidecekse, biz takdir ederiz' dedi" iddiasında bulundu.
“Ergenekon soruşturması başlamasaydı, AKP kapatılırdı" görüşünü dile getiren Yılmazer, "Şimdi derin odakların bu politikalarını AKP eliyle uyguluyor olmaları kaderin bir cilvesi” ifadesini kullandı.
Özgür Düşünce yazarı Nazlı Ilıcak'ın sorularını yanıtlayan (6 Şubat 2016) Ali Fuat Yılmazer'in açıklamaları şöyle:
- Sahte olduğu iddia edilen belgelerden biri de, İstanbul’da yapılan Casusluk ve Fuhuş operasyonu
İlker Başbuğ bu konuda çok aleyhte propaganda yaptı. İstanbul’da fuhuş ve casusluk operasyonu, Ergenekon soruşturma safahatındaki en güçlü dosyadır. O konudaki tüm iddialar yüzde yüz teyitlidir ve her bir sanık açısından somut delillerle de sabittir. Dosya münderecatını incelerseniz, bunu çok rahatlıkla görebilirsiniz. Fakat dosyaya girmeyen hususlar da vardır. Deniz Kuvvetleri’nden tutuklanmanın çok olmasının en önemli sebebi, bu çalışma kapsamında ele geçen ve tereddütsüz bir şekilde doğrulukları tespit ve teyit edilen deliller sebebiyledir. Biz o soruşturmada, şu an bile ifadelendiremeyeceğim içler acısı bir durumla karşılaştık. “Milli Orduya kumpas!” diyenler, sözde milli(!) ordu mensuplarının ne hale getirildiğini de yürekleri yetiyorsa çıkıp açıklasınlar. Şu kadar söylemiş olayım ki, akla gelebilecek en ileri derecede ahlaksızlıklara saplanmış ve çoğunlukla da üst rütbeli komutan(!) ve eşlerinin, artık kurumsallaşmış bir sistematikle nasıl yozlaştırıldığının inkâr edilemez delillerine ulaştık.
‘İnkâr edilemez’ tabirini şöyle izah edeyim:
Operasyondan hemen sonra, yine adet olduğu üzere, dönemin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un aleyhte beyanları basına yansımıştı. O günlerde gerçekleştirilen bir organizasyon sebebiyle (Harp Akademileri mezuniyet töreni olabilir) İstanbul’da bulunuyordu. Bu toplantıda İlker BAŞBUĞ, İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin ÇAPKIN’a “Yeter artık Müdür Bey, buraya kadar geldi!..” diyerek elini boğaz hizasına götürüp sitemde bulununca, Hüseyin ÇAPKIN, “Efendim, konu bildiğiniz gibi değil. Uygunsanız ben size programdan sonra detayları aktarayım” diyor.
Benim tarafımdan kendisine ulaştırılan kapsamlı bir dosyayı Vali Muammer GÜLER ile birlikte İlker BAŞBUĞ’a, dört Kuvvet Komutanının da belli mesafede yanlarında olduğu bir ortamda aktarıyorlar. Notebook üzerinden bütün görseller ve tabii ki operasyon hedefi şahısların kendi çekim şaheserleri olan(!) pornografik görüntüleri de İlker Başbuğ’a mecburen izlettiriyorlar. Yanlış hatırlamıyorsam iki saate yakın bir sunumdur bu ve sonunda İlker Paşa’nın sözleri şöyle olur: “Yaa, ben böyle bilmiyordum. (Kuvvet Komutanlarını göstererek, argo bir hitapla) bunlar bana işin bu tarafını anlatmıyor ki! Tamam ben anladım, teşekkür ederim Müdür Bey... Lütfen bu konudaki gelişmeleri bundan böyle benimle paylaşabilir misiniz?”
Gel gör ki Başbakan Tayyip Erdoğan, İlker Başbuğ ile doğrudan bilgi paylaşımına müsaade etmedi. Bu gelişmenin hemen sonrasında bizzat bana yaptığı tembihatta “Tamam bir sefer olmuş, ama bir daha gidip aktarmasınlar. Siz tüm bilgileri bana getirin. Benim üzerimden hangi kuruma nasıl gidecekse, biz takdir ederiz” dedi. Genelkurmay Başkanı’nın doğrudan bilgilendirilmesine karşı çıktı. Bu dosya, işte bu kadar inkâr edilemez, bu kadar ikna edicidir. Anlattığım hususlar bütünüyle gerçektir. İsimleri de zikrederek detaylarıyla aktarmış oldum.
Bu fuhuş boyutu. Bir de bu dosyada, TSK içerisinde bir kısım muvazzaf subayların yabancı iki ülke hesabına casusluk faaliyetlerinde bulunduğuna dair de, aynı şekilde somut tespitler yapılmıştır. Başbakan Tayyip Erdoğan’ın yanına gittiğimde, İlker BAŞBUĞ’dan kendisine iletilen hassasiyetler konusunda bana tembihatta bulundu: “Aman bu dosyadaki bilgileri çok iyi muhafaza edelim. Özellikle ‘casusluk’ konusu çok önemli! Dünyaya rezil oluruz; bütün itibarımız iki paralık olur! Bunların Genelkurmay üzerinden gereğini yapsak olmaz mı? Başbuğ gereğini yapabileceklerini söylüyor” dedi. Esasen doğru olan da buydu. Söz konusu delillerin ifşa edilebilmesi asla kabullenilecek bir durum değildi. Savcılık, dosyanın bu kısmını tefrik ederek, gereği yapılmak üzere Genelkurmay Başkanlığı’na intikal ettirdi. Genelkurmay’daki casusluk soruşturması başladı mı? Yoksa üzeri kapatıldı mı? Bilemiyorum. Dış merkezlerle (küresel emperyal güçlerle) gizli angajmanlık içerisinde, kirli ittifaklara girerek, bu toprakların gerçek sahibi Anadolu insanının üzerine kâbus gibi çökenler, medyayı bütünüyle susturup, bir süreliğine yalan ve iftiralarla bu gerçekleri karartmış olsalar dahi, kendilerini kurtarabileceklerini mi zannediyorlar? Bunlara iftira diyenler... TSK içerisine sızmış (sızdırılmış) derin çeteleri, dış merkezlere angajmanlı Ergenekoncu casusları koruyup, olayı ‘Milli Ordu’ kandırmacasıyla (Perinçek ağzı ile) kamufle etmeye çalışanlar, Yalçın AKDOĞAN ve İlker BAŞBUĞ, birlikte çıkıp AÇIKLASINLAR.
Dönemin İstanbul Valisi Muammer GÜLER ile İstanbul Emniyet Müdürü Hüseyin ÇAPKIN’ın, İlker BAŞBUĞ’a bizzat elden teslim ettikleri dosyada yer alan; - Deniz Kuvvetlerindeki rütbeli subaylara ait (kendi çekimleri) pornografik fuhuş görüntülerini, - ’Swinger’ uygulamalarını ve bunun için kendilerince hazırlandığı açıkça belli olan eşli pornografik tanıtım videolarını, - ’Jigalo’lar için ödenen paraları, bu paraların kimler tarafından ödendiğini, - Deniz Harp Okulu bayan öğrencilerinin (kendileri poz vermek suretiyle) nasıl erotik fotoğraflarının çekildiğini, bu fotoğrafların altında yer alan tanıtım bilgilerinde hangi cinsel fantazilere yatkın olduklarını ve tanıtım fotoğraflarının hangi komutanlara gönderilmek üzere hazırlandığını, - Ve bütün bunların nasıl sistematik bir şekilde kayıt altına alındığını, neden bu şekilde sistemli ve kurumsal nitelikli kayıt takip sisteminin oluşturulduğunu, - Aynı zamanda uyuşturucu tedarikinin de sağlandığı bu organizasyonda dönen bütçenin ne kadar olduğunu ve bu paranın kimler arasında, nasıl pay edildiğini, - Bu sisteme dahil olmayan (kendi çekim pornografik görüntüler göndermeyen, cinsel taleplere yanaşmayan) öz be öz hakiki vatan evlatlarının ve TSK mensuplarının hangi gerekçelerle ordudan nasıl ilişiklerinin kesildiğini, Anlatsınlar!.. Ben anlatamıyorum... Edebim, namusum, hamiyet duygularım detayına girmeme izin vermiyor!.. Çıksın onlar anlatsınlar; yürekleri yetiyorsa ‘Milli Ordu’nun kimler tarafından ne hale getirildiğini bir bir anlatsınlar bu topluma!.. Bu vesile ile ‘Millilik’ten ne anladıklarını da bir zahmet izah etsinler.
- Ergenekon soruşturması başlamasaydı, AK Parti aleyhindeki kapatma davası nasıl neticelenirdi?
AKP kesinlikle kapatılmış olurdu; bunda hiçbir tereddüt yok. Özellikle Veli Küçük’ün gözaltına alınmasının (Ocak 2008) hemen sonrasında, Aydınlık Grubu’na yönelik operasyonel çalışmalar kapsamında, AKP aleyhinde Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığınca hazırlanan iddianameye ilişkin Doğu Perinçek ve İlhan Selçuk üzerinden şekillenen girişimler tespit edilerek delillendirilmiştir. O zamanlar ‘Google iddianamesi’diye adlandırılan ve bütünüyle medya haberlerinden derlenen bilgilere dayalı kapatma davası iddianamesinin, aslında ‘fabrikatör’ lakaplı Aydınlık (Doğu Perinçek) tezgâhlarında maksatlı üretilmiş, kara propaganda haberleriyle şekillendiği, somut delilleriyle birlikte açığa çıkmış oldu. Zaten Aydınlık Grubu’na yönelik operasyonun hemen öncesinde, Başbakan dahil herkes kapatma kararına kesin gözüyle bakıyordu. Melih Gökçek’in Yüksek Yargı mensupları nezdinde (o günlerde pek güvenilen, kendine özgü imkânlarını seferber ederek) yaptığı tüm girişimler sonuçsuz kalmıştı. Aydınlık operasyonu aslında gerçekleştiği tarihten 2 ay kadar önce yapılacaktı. (Başbakan’ın da bilgisi vardı.) Ancak Aykut Cengiz Engin ve Celalettin Cerrah, TEM Şube görevlilerini bloke ederek, operasyonun gerçekleşmesini önlediler. Savcı Zekeriya Öz de önceden talimatını verdiği operasyonu başlatamadan geri adım attı.
Aydınlık operasyonu zamanında yapılabilmiş olsaydı zaten bu iddianame hiçbir şekilde Anayasa Mahkemesi’ne gönderilemezdi. Fakat yapılamadı. Başbakan da o süreçte olaya müdahil olamadı. Kolu kanadı düşmüş, cesareti kırılmıştı. Bana “Şu dava sürecinin sonucunu bekleyelim hele” diyerek, tüm çalışmaların durdurulmasını istedi. Bu arada Celalettin Cerrah, İstihbarat Şubesi’ne adeta çöktü. İstihbarat Şube içerisinde kendisine bir makam odası hazırlattı. Sık sık gelerek Şb. Md. Yrd. ve Büro Amirleri ile toplantı yapmaya başladı. Kendi imzasıyla bir görevlendirme yazısı hazırlayarak, Şb. Md. Yrd. ve büro amirlerinin görev dağılımını değiştirdi. Örneğin bu çalışmalardan sorumlu Şb. Md. Yrd. Erol Demirhan’ı İstihbarat Şube’nin Anadolu yakasında bulunan hizmet binasına gönderdi ve Vatan Caddesi’ndeki Şube merkezine gelmesine yasak koydu.
- Ergenekon süreci olmasaydı AK Parti kapatılırdı diyorsunuz. Peki o zaman siyaset nasıl gelişirdi?
O günün konjonktürel şartları çok farklıydı. Yeniden bir 28 Şubat süreci yaşanabilirdi. Geçmişte askeri darbeleri yapanlar (re-organize edilmiş Ergenekon sistematiği içerisinde) örgütlü toplumsal yapıları yeniden formatlayarak, en az 10 yıllık bir yol temizliği gerçekleştirebilirlerdi. Derin yapılar, kendilerine angajmanlı isimleri tekrar etkin pozisyonlara getirecek, AB reformları ülke gündeminden düşürülecek, demokratik kazanımlar tırpanlanacaktı. Laikçi, ulusalcı, Kuvvacı, medeni dünyadan soyutlanmış, devletçi ideoloji tahkim edilmiş olacaktı. Bu ülke hiçbir dönemde olmadığı kadar dindarlar, Kürtler ve azınlıklar için daha bir yaşanmaz hale gelecekti. Ulusalcı söylemlerle toplumsal ayrışma körüklenecek, ülkeyi bölünmeye götürecek bir vasat oluşturulacaktı. Çünkü ulusalcı söylem ve politikalar (asli olarak) ülkede birlik ve bütünlüğe değil, ayrımcılığa hizmet eder. Hele ki bizim gibi çok kültürlü ülkelerde... O günlerde bu politikaların önünde bir engel olarak gördükleri AKP’yi kapatmak için ciddi uğraş veren derin odakların, bu günlerde politikaları AKP eliyle açıktan uygulayabiliyor olmaları da kaderin bir cilvesi galiba...
İSTANBUL CASUSLUK VE FUHUŞ OPERASYONU
İstanbul’daki Casusluk ve Fuhuş operasyonunu düzenleyen dönemin Organize Şube Müdürü Nazmi Ardıç’tı. Ardıç, sahte delil iddialarıyla ilgili şu bilgileri veriyor: “O gün itibariyle bu operasyon bizim için yabancı kadınları zorla alıkoyarak, cebir ve şiddet yöntemleriyle fuhuşa zorlayan bir suç örgütüne karşı yapılmıştı. Aramalarda ele geçen dijital materyaller tarafımızdan bilinmiyordu. Çoğunluğu itibariyle kriptolanmış şifreli dosyalar olduğu laboratuvar incelemesinde ortaya çıktı. Aslında operasyon anında da, özellikle askeri personelin adreslerinde yapılan aramalarda garip durumlarla karşılaştık. Askeri mahallere ait krokiler, bazı askeri personel hakkında yazılı materyaller. Hatta bir adreste, üst düzey bir askeri personele ait olduğu değerlendirilen, üzerinde şahsın adının yazılı olduğu bir delil poşeti içerisinde sperm bulaşığı olan bir iç çamaşırı görmek bizi şaşırttı. Aramalar iki hazurun ve şüpheli eşliğinde yapılmıştır. Kamera ile de kayda alınmıştır. Arama işlemine nezaret eden şüpheli ve hazurunlar da arama tutanağına imza atmıştır. Kamera kayıtları da dosyaya eklenmiştir. Sahte delil iddiaları, arama esnasında değil, aylar sonra yargılama safahatında dile getirilmiştir. Arama esnasında böyle bir iddia dile getirilse, hazırun olanlar da bunu teyit etseler, o takdirde ciddiye alınabilecek bir iddia sayılabilirdi. Ancak delilleri şüpheli hale getirmenin bir yolu olarak, aramadan çok sonra, dava açılıp mahkeme görülmeye başladığı süreçte, bu iddianın dile getirilmesi nedeniyle mahkemece de itibar edilmemiştir.”