Eski Erbil Başkonsolosu Aydın Selcen, Türk Silahlı Kuvvetleri'nin de desteklediği Musul ve Cerablus operasyonlarıyla ilgili olarak "Sözün özü Türkiye, Irak ve Suriye siyaseti üzerinden ucu karanlık bir yola girmiş durumda. Buradan çıkabilmek için yalnızca kalem erbabına değil aslen ana muhalefete önemli ödev düşüyor. Ana muhalefetin söylemini mutlak surette Dışişleri ve Genelkurmay bilgi notları çerçevesinin ötesine taşıması ve yürütülen yanlış politikalara güçlü biçimde 'dur' demesi gerekiyor. Aksi takdirde, devlete sahip çıkmak kısvesi altında yapılan mevcut mahcup muhalefet tarzının, sahip çıkılacak devletin de topyekûn ortadan kalkmasıyla sonuçlanabileceği kaygısının artık ciddiye alınması şart" dedi.
Cumhuriyet'te "Musul: Ucu karanlık yollar" başlığıyla yayımlanan (21 Ekim 2016) yazı şöyle:
Tek taraflı ulusal bir duyuru niteliğindeki Milli Misak, uluslararası bir antlaşmaymış gibi kaba güçle komşu ülkelere dayatılmaya kalkışılıyor. Hem müttefiği olduğumuz NATO ve ABD’ye, hem Rusya’ya, hem bölge ülkelerine eşzamanlı meydan okunuyor. Orta sıklette bir bölgesel güç olan Türkiye kendi kapasitesini irdelemekten kaçınıyor.
Musul’un IŞİD’den kurtarılması belki haftalar, muhtemelen birkaç ay içinde sonuçlanacak. Kent IŞİD’den temizlenecek. IŞİD’lilerin bir bölümünün hatta büyük bölümünün Suriye yönüne, Rakka’ya çekilmesi beklenebilir. Kentin IŞİD öncesi iki milyonu aşan nüfusu bugün bir milyonun altında. Irak, 45 bin kişilik bir kuvveti bu harekâta ayırdı. 30 bin peşmerge de harekâta katılıyor. Belki bir o kadar, ağırlığını Şiilerin oluşturduğu Haşdi Şabi milisi de var. ABD’nin Irak’taki askeri mevcudiyeti 5.200’e ulaştı.
Musul’da halen 6000 civarında IŞİD militanı bulunuyor. Musul nüfus yoğunluğu yüksek, çetrefil ve geniş bir yerleşim birimi. Sivillerin arasına karışmak, tüneller kazmak, binaları tuzaklamak, bazı yerleri hendeklerle çevrelemek, intihar saldırıları gibi direniş yöntemleri görülecektir. İnsan kaybı herhalûkârda yüksek olacaktır.
Ankara, en üst yani Cumhurbaşkanı düzeyinden yapılan, sert çıkışlarla Musul harekâtında “sahada ve masada” olmak isteğini biteviye vurguluyor. Esasen alınabilecekler alındı: Irak Başbakanı İbadi, Musul kent merkezine sadece Irak ordusu ve onun müttefiği yerel aşiret güçlerinin gireceğini teslim etti. Bağdat’ın Başika’dan da TSK’yi çıkarması mümkün değil, zira burası KDP denetimindeki bölgede.
Ancak “Musul yalnızca Musul değil” denebilir. Cumhurbaşkanı, 1920’de Osmanlı Mebus Meclisi’nde kabul edilen Milli Misak’ın Musul’a müdahale hakkı verdiğini belirtiyor. 1923 Lozan Antlaşması’na “hezimet” olarak değiniyor. Terörle mücadelenin meşru müdafaa hakkı yarattığından bahsediyor. “Bağdat Şia’dır” diyor. Medyada “Musul’un kurtuluşu değil işgalidir yaşanan” yönünde başlıklara rastlanıyor. Aynı kalemden olmak üzere, 1923 zihniyetinin terk edilmesi gerektiğini, artık savunma hattında olunamayacağını, El Bab’a da, Mınbiç’e de, Rakka’ya da, Musul’a da girileceğini öfkeyle yineliyor Cumhurbaşkanı. O arada Doğu Halep’in Rusya’nın ve Şam’ın insafına terk edildiğini görüyoruz. Ama bunun diğer hamleler için ellerin çözülmesinin bedeli olduğu satır aralarından anlaşılıyor.
Tüm bunlar ırkçı ve mezhepçi bir söylem üzerine oturuyor. Bu Sünniliği, Türklüğü önceleyen söylem öylesine baskın ki, ana muhalefet dahi bunu sorgulamak yerine kendinin daha milliyetçi olduğunun altını çizmek gereğini hissediyor. Soydaşlık vurgusuyla Tel Afer ve Kerkük Türkmenlerinin durumuna dikkat çekilirken neden Kürtlerin, Ezidilerin ve Hıristiyan Asuri/Süryani/ Keldanilerin IŞİD elinde uğradıkları mezalimin anılmadığı sorgulanmıyor.
Böylece Irak ve Suriye, alışılageldik birer dış politika “dosyası” olmanın ötesinde, Türkiye Cumhuriyeti için varoluşsal ölçekte birer sınamaya dönüşüyor. Lozan ve Montrö gibi kurucu belgelerin yırtılıp atılması dillendiriliyor. Tek taraflı ulusal bir duyuru niteliğindeki Milli Misak, uluslararası bir antlaşmaymış gibi kaba güçle komşu ülkelere dayatılmaya kalkışılıyor. Hem müttefiği olduğumuz NATO ve ABD’ye, hem Rusya’ya, hem bölge ülkelerine eşzamanlı meydan okunuyor.
Orta sıklette bir bölgesel güç olan Türkiye kendi kapasitesini irdelemekten kaçınıyor. Askeri, istihbari ve diplomatik gücünü gerçekçi biçimde tartmıyor. Bu gerçek vurgulandığında, özgüven eksikliği eleştirisi getiriliyor. Oysa dış politikada somut güce dayanmayan özgüvenin balonu çok çabuk patlar, nitekim patladı da. Benim de 2003 sonrası Bağdat’ta görev yaparken savunduğum müdahaleci, girişken, değerlere dayalı dış siyaset yaklaşımından klasik, Vestfalyacı usüllere geri dönülmesi gerekli.
Henüz haritası çıkarılmamış alanlarda yol alınırken, temkinli davranmak aklın yolu. Ayrıca bir yandan Dışişleri Müsteşarı’nı Bağdat’a gönderip makulda uzlaşmanın yolları aranır, bu yönde istişareler devam ederken, beri yandan en üst düzeyde Ankara’dan hakaretamiz ve tehditkâr ifadelere başvurulmasının bu olumlu diplomatik girişimleri, henüz başlarken akamete uğratacağı bellidir. Böylesine öngörülebilir olmaktan çıkan devletler, uluslararası alanda muteber ve güvenilir olmak özelliklerini yitirirler.
Cumhuriyet döneminin en parlak diplomasi zaferi Hatay’ın Türkiye’ye katılması. Bu örnekte, dönemin bölgedeki başat gücü Fransa’yla kurulan ilişki, siyasetin ardına somut gücün konulması, kamuoyunun hazırlanışı ve tarihsel konjonktürün değerlendirilmesi doğru liderlik dersleri olarak hatırda tutulmalı. Bu hamleyi eli titremeden cerrahi bir keskinlikle yapabilen Atatürk’ün, askerlik kariyerinde Ortadoğu’da uzun yıllar bilfiil harp gördüğü ve Araplar arası meselelere nasıl mesafeli yaklaşılmasını vurguladığı da herhalde öyle. Oysa bir yandan NATO’yla palamarlar çözülürken, diğer yandan çarpık tarihsel anlatının genelgeçer doğru haline getirilmesi, milliyetçiliğin bir hezeyan halinde vatanseverliğin yerine ikamesi, Meclis işlevsiz kılınırken, özgür medyanın ortadan kaldırılması benimsenmekte olan çok tehlikeli dış politika seçeneklerinin düzeltilmesini, hatta denetlenmesini olanaksız kılıyor.
Sözün özü Türkiye, Irak ve Suriye siyaseti üzerinden ucu karanlık bir yola girmiş durumda. Buradan çıkabilmek için yalnızca kalem erbabına değil aslen ana muhalefete önemli ödev düşüyor. Ana muhalefetin söylemini mutlak surette Dışişleri ve Genelkurmay bilgi notları çerçevesinin ötesine taşıması ve yürütülen yanlış politikalara güçlü biçimde “dur” demesi gerekiyor. Aksi takdirde, devlete sahip çıkmak kısvesi altında yapılan mevcut mahcup muhalefet tarzının, sahip çıkılacak devletin de topyekûn ortadan kalkmasıyla sonuçlanabileceği kaygısının artık ciddiye alınması şart.