ABD-Türkiye hattında konu başlıkları çok. ABD’de Cumhurbaşkanı ve AKP Genel Başkanı Tayyip Erdoğan’ın “dostum” diye hitap ettiği Donald Trump’ın seçimleri kaybedip, Joe Biden’ın Beyaz Saray’a gelmesiyle ilişkiler de yeni bir döneme girdi; iki başkent arasında gündemde olan başlıklar ise artmaya devam ediyor.
Türkiye’nin eski Washington Büyükelçisi Namık Tan, Ankara-Washington hattındaki kritik başlıkları T24’e değerlendirdi.
Namık Tan, ABD'yi devasa bir transatlantiğe benzeterek, "Yavaş hareket eder. Küçük bir tekne gibi çabuk yön değiştiremez. Yön değiştirdiği vakit de, istikametini eskiye döndürmek uzun zaman alır" değerlendirmesinde bulundu. Tan, "Benim endişem, (ABD-Türkiye ilişkilerinde) kilitlenmenin aşılması için zamanlıca adım atılmadığı takdirde, ilişkilere hâkim olan güvensizlik havasının, kalıcı hale gelmesidir" diye konuştu.
Büyükelçi Tan, 24 Nisan yaklaşırken ABD’de 1915 Olayları’nın Ermeni Soykırımı olarak tanınmasıyla ilgili alınmış "daha önceki kararların da siyasi olduğu, alınacak yeni kararların da siyasi olacağı" değerlendirmesinde bulundu. Tan, Biden’ın 24 Nisan’da yapacağı açıklamada bilinen çerçevenin dışına çıkmayacağını düşündüğünü belirtti. Biden’ın zaten sorunlarla dolu olan ABD-Türkiye ilişkilerinin daha da sarsılmasına izin vermeyeceğine inandığını belirten Tan, “Hatta, Biden, bu konuyu Türkiye’den beklediği esnekliğe zemin hazırlamak bakımından bir araç olarak dahi görüyor olabilir” değerlendirmesinde bulundu.
Montrö Anlaşması’nı Ankara’nın dış politikada bir pazarlık aracı olarak kullanmadığını düşündüğünüi söyleyen Tan, “ Bence, iktidar, Montrö konusunu, bir rant projesi olduğunu düşündüğüm Kanal İstanbul’un yanlışlığı ve gereksizliği üzerindeki değerlendirmeleri örtülemek, ayrıca yaşanan ciddi ekonomik sıkıntıları halkın dikkatinden kaçırmak için, gündem değiştirmek amacıyla kullanıyor” dedi. Tan, “İktidar, Boğazlar üzerindeki mutlak egemenliğimizin teminatı olan Montrö’nün sorgulanmasına yol açacak bir tasarrufta bulunmanın ağır maliyetinin farkında” diye konuştu ve “ABD’nin, Karadeniz’de kalıcı ve etkin bir deniz gücü bulundurmayı ve bu amaçla Montrö’de delik açmayı arzu edeceğini düşünebiliriz” diye devam etti.
Dış siyaseti, iç siyasete, tabanın duygularına ve desteğine, ideolojik saiklere göre yapmanın yapılabilecek en büyük hatalardan olduğunu belirten büyükelçi, “İdeoloji esaslı diplomasi, zaman içinde, sizi bütün sorunların tarafı haline getirir” değerlendirmesinde bulundu ve ekledi;
“Türk siyasetçilerinin, dış politikada hamaset söylemleriyle yaratılan geçici heyecanların, sonuç almayı ve çıkarları etkin şekilde korumayı sağlamadığını anlamaları gerekmektedir… Aksi takdirde, Türkiye’nin, yeni bir küresel düzen oluşturulması amacıyla dünyanın başat güçlerince başlatılan girişimlerin dışında kalması kaçınılmazdır”
Türkiye’nin eski Washington Büyükelçisi Namık Tan’ın T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle...
- S-400’lerin Biden yönetiminin Türkiye dosyasının en tepesinde olduğu görülüyor. Kongre, Ulusal Savunma Yetkilendirme Yasası aracılığıyla yürütmeye Türkiye’ye S-400’ler sebebiyle yaptırım uygulamayı zorunlu kıldı. Sizce Biden yönetiminin S-400 krizi konusunda taviz verme olasılığı veya alanı var mı?
ABD, kuvvetler ayrılığı ilkesinin özenle gözetildiği bir ülkedir. Bu yüzden, Başkan ne kadar güçlü ve yetkileri ne kadar geniş olursa olsun, karar ve tasarrufları diğer iki erkin bir çeşit denetimine tâbidir. Örneğin, bir ABD Başkanı, Kongre’nin onayı olmaksızın devlet bütçesinden bir cent dahi harcayamaz. Yani, Kongre’nin yasaya bağladığı bir konuda, yasa hükümlerinin hilafına veya onları görmezden gelerek tasarrufta bulunamaz. Dolayısıyla, yönetim, Savunma Bakanlığı Bütçe Yasasının bir âmir hükmü hâline gelmiş olan CAATSA yaptırımlarını uygulamakla yükümlüdür. Bizim, anlamakta zorluk çektiğimiz husus tam da budur. Diğer bir ifadeyle, ABD yönetiminin, Türkiye’nin satın aldığı S-400’ler yüzünden ortaya çıkan krizi yönetmek bakımından manevra alanını Kongre yok etmiştir. Ayrıca, hem NATO hem AB, Türkiye’nin S-400 alımına karşıdır. Diğer taraftan, yönetimin bu husustaki uygulamaları, S-400 sistemi almayı planlayan veya satın alma süreci içinde olan ülkeler açısından da, caydırıcı veya teşvik edici bir örnek teşkil edecektir. Dolayısıyla, bu aşamada, eli kolu bağlı durumda olan ABD yönetiminin, istese dahi herhangi bir taviz verebileceğini düşünmüyorum. Aslında, ilişkilerde S-400’lerin yarattığı kilitlenme olmasaydı, Biden’ın, yumuşamayı sağlamak bakımından belki de birtakım esneklikler göstermesi mümkün olabilirdi. Ancak, bu aşamada ilk adımın ABD tarafından gelmesi pek olası değil.
- Peki sizce S-400 krizi çözülmeden Türkiye- ABD ilişkilerinin bir iyileşme sürecine girmesi mümkün mü?
Mevcut restleşme durumu sürdürülebilir değildir. İlişkilerde kırılma yaşanması riskini dahi barındırmaktadır. Bu, her iki tarafa da ağır maliyet getirir. Ancak, daha fazla kaybeden biz oluruz. Dolayısıyla, ben, bardağın dolu tarafını görmemiz gerektiğini düşünüyorum. Türkiye-ABD ilişkileri, evvelki dönemlerde, siyasi, askeri, ekonomik alanlarda karşılaştığı benzer sorunları aşabilmeyi başarmıştır. Bu defa da, sağduyunun galebe çalacağını ümit ediyorum. Vakti zamanında, bir siyasi lider bana, “ABD ile ilişkilerini sağlıklı şekilde yürütemeyen herhangi bir ülkenin dış politikasından hayır gelmez” demişti. ABD’deki görev tecrübem bana bu sözün ne kadar doğru olduğunu göstermiştir. Dış politikada, çıkarlar esastır ve bazı hallerde çıkarlarınız esneklik gösterilmesini gerekli kılar. Şu sırada, ilişkilerde olumlu istikamette bir hareketlenme yaratabilmenin yegâne yolu, S-400’ler konusunda esneklik gösterilmesi gibi görünüyor. Nasıl bir esneklik diye sorarsanız, bunu size tarif edemem. Ancak, siyasi iradenin bu esnekliği gösterebileceğine, hatta göstermesi gerektiğine inanıyorum. Nitekim, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, geçmişte, benzer durumlarda gereken pragmatizmi sergilediği hepimizin malûmudur. Böylece, ilişkilerde en azından bir müzakere dönemi başlayabilir diye düşünüyorum. Aksi takdirde, kilitlenmenin, yapısal hasarlar oluşturması kaçınılmaz olacaktır. ABD, devasa bir transatlantike benzer. Yavaş hareket eder. Küçük bir tekne gibi çabuk yön değiştiremez. Yön değiştirdiği vakit de, istikametini eskiye döndürmek uzun zaman alır. Son yıllardaki gelişmeler, transatlantiğin, Türkiye ile ilişkiler bakımından, olumsuz istikamette hayli yol katettiğini gösteriyor. Benim endişem, kilitlenmenin aşılması için zamanlıca adım atılmadığı takdirde, ilişkilere hâkim olan güvensizlik havasının, kalıcı hale gelmesidir.
- Trump döneminde kurumlar arası temastan çok Ankara-Beştepe hattında direkt iletişim görmüştük. Biden, Erdoğan’ı aramayarak bir mesaj vermeye çalışıyor olabilir mi?
Biden, sadece ikili alanda değil, çok taraflı alanda da, ABD dış ilişkilerini kurumsal zemine çekti ve bundan taviz vereceğe hiç benzemiyor.
Görebildiğim kadarıyla, Erdoğan’ın yegâne arzusu, telefon görüşmesi neticesinde, Biden’ı, büyük bir pazarlık için görüşme masasına çekebilmek... Bu görüşmeyi sağlayabilirse, Biden’ı ikna edebileceğini düşünüyor. Biden ile eskiye dayanan özel ilişkilerine ve Türkiye’nin ABD bakımından vazgeçilmez bir ülke olduğu yolundaki mutlak inancına güveniyor.
Oysa, ABD’nin öncelikleri pandemi yüzünden tamamen değişmiş durumda. Covid’le mücadelede mutlak başarıyı başlıca hedef olarak belirlemiş olan Biden’ın öncelikleri arasında ne Erdoğan ne Türkiye ne Orta Doğu var.
Kurumsal ilişkilerin hem ikili hem uluslararası planda yeniden güçlendirilmesi, demokrasi, insan hakları ve özgürlükler gibi Biden yönetiminin öncelikleri arasında yer alan konular da Erdoğan’ın gündemiyle çelişiyor.
Üstelik, tarafların adeta bir restleşme içinde oldukları bir dönemde, gündemi son derece yüklü olan Türkiye–ABD ilişkilerindeki gerginlikleri bir telefon görüşmesiyle yumuşatmak pek mümkün gözükmüyor.
Dolayısıyla, Biden’ın telefonu belki ne kadar geç gelirse, o kadar iyi olacak gibi görünüyor. Nitekim, Biden da Türkiye’nin pozisyonlarında ısrar etmesine ve esneklik göstermemesine susarak cevap vermeyi tercih ediyor.
- Bu doğrultuda şunu sorayım; Trump dönemine kadar ABD’deki büyükelçilerin Senato ve Temsilciler Meclisi üyeleriyle yakın temasta olduğunu biliyorduk. Trump döneminde iletişimin Beştepe-Beyaz Saray hattına çekilmesiyle büyükelçilerin bu rolden uzaklaştığını gözlemledik. Sizce yeni dönemde Türk diplomatlar bu ilişkinin temelini tekrar oluşturmak zorunda kalacak mı?
Trump, ABD’nin, yabancı devletlerle ve uluslararası örgütlerle ilişkisini kişisel zeminde yürüttü. O sıralarda, Türkiye’de de iktidarın benzer bir yaklaşımı mevcuttu. Dolayısıyla, iki ülkenin liderlerinin dış politikayı icra yöntemleri ve anlayışları adeta örtüştü. Her iki lider, ülkelerindeki dışişleri bakanlıklarını adeta işlevsiz bıraktılar. Tabiatıyla, bu durum iki ülkenin diplomatlarının temaslarını da büyük ölçüde anlamsızlaştırdı. Diğer bir ifadeyle, diplomatlar dış politikanın yapım sürecinden dışlandı. Dış politika, bir anlamda, aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıya işleyen bir süreç çerçevesinde oluşturulmaya başlandı. Aslında, bu durumun bütün kurumlar açısından geçerli olduğu söylenebilir. Burada önemli olan nokta, büyükelçilerin görevlerinin esasını teşkil eden, Kongre ile temas etme konusundaki rollerinden uzaklaşmış değil, bir nevi uzaklaştırılmış olduklarını anlamak gerekliliğidir. Yeni dönemde, Türk diplomatlarının, hiç vakit kaybetmeden, eskiden olduğu gibi, ilişkinin temelini oluşturan rollerini üstlenmeleri elzemdir.
- Peki Kongre’de Türkiye karşıtı söylemin yaygınlaşmasında diplomatların etkisizleştirilmesi sizce bir rol oynadı mı?
Mutlaka, belli ölçüde rol oymamıştır. Ancak, ilişkilerdeki sıkıntıları tamamen buna bağlamak doğru olmaz.
Türk hariciyesi, daima demokrasiye, hukuka, adalete, evrensel değerlere, özgürlüklere saygı ve bağlılık düsturunu esas almış, bilimden ve akılcılıktan hiçbir zaman ayrılmamıştır. Türkiye, diplomasisini her zaman tutarlılık, kararlılık, güvenilirlik ve öngörülebilirlik ilkelerine sadık kalarak yürütmüştür. Bu yüzden de, uluslararası planda saygınlığa, etkinliğe, itibara ve inandırıcılığa sahip olabilmiştir.
Türk diplomatları, dış politikayı yürütürken, hamasetten ve duygusal tepkiler vermekten, kişisel dostlukları veya husumetleri öne çıkarmaktan, ideolojik önyargılarla hareket etmekten özenle kaçınmışlardır.
Dış politikada, içi boş hamasi söylemleri kullanarak kitleleri heyecanlandırmakla, sonuç almak ve çıkarları korumak arasında herhangi bir ilişki bulunmadığını, duygusallığın bir dış politika tarzı ve yöntemi olarak çok maliyetli olduğunu usta-çırak eğitimi almış bütün Türk diplomatları bilir.
En büyük hatalardan birisi de, dış siyaseti, iç siyasete, tabanın duygularına ve desteğine, ideolojik saiklere göre yapmaktır. İdeoloji esaslı diplomasi, zaman içinde, sizi bütün sorunların tarafı haline getirir. Giderek yalnızlaşır, tıpkı bugün Türkiye’nin yaşadığı gibi, dostlarınızı ve müttefiklerinizi kaybetmeye başlarsınız.
Dış politikada haklı olmak veya karşı tarafın haksız olması yeterli değildir. Sonuçta, haklılığı ve haksızlığı iyi savunmak ve anlatmak durumundasınızdır. Karşı tarafı anlamak, onun hangi yetenek, amaç, öncelik ve beklentiler içinde hareket ettiğini de bilmek zorundasınızdır.
Kısacası, diplomasi bir nevi bilim dalıdır. Okulu da, 150 yıllık tarihe sahip Dışişleri Bakanlığı’dır. Diplomatlar ise, ülkelerinin çıkarlarını koruyup, kollamak üzere bu köklü okulda özveriyle çalışan öğrencilerdir. Devlet kurumlarımızın göz bebeği olan Dışişleri Bakanlığımızı, siyasete bulaştırmaktan özenle kaçınmak durumundayız.
Dışişleri Bakanlığımızı, ayrıca, iç siyasetin dar kulvarından çıkararak, bir an önce küresel gündemi düşünmeye ve bu istikamette fikir üretmeye odaklandırmalıyız.
Diplomasinin yerindelik, objektiflik, tutarlılık ve üslupta ölçülülük ilkeleri epeydir tamamen bir tarafa bırakılmış vaziyette. Üstten bakan, aşağılayan, meydan okuyan bir dille konuşmak ve yazmak bir meziyet olarak görülüyor.
İşte, Kongre’de Türkiye karşıtı söylemin yaygınlaşmasında, asıl bu ilkelerden uzaklaşılmasının rol oynadığını düşünüyorum.
- Biden birçok eski ABD başkanı adayı gibi 1915 olaylarını soykırım olarak tanıyabileceğinin sinyallerini verdi. 24 Nisan yaklaşıyor, bu Türkiye için de önemli, ilişkileri derinden etkileyebilecek bir gündem. Sizce Biden 1915 olaylarını Ermeni Soykırımı olarak tanıyacak mı? Sizce böyle karar almasında siyasi gerekçeler de etkili olur mu?
Bir kere, bu konuda evvelce alınmış ve şimdi alınacak kararların tamamen siyasi olduğunu bilmemiz gerekir. Ancak, Biden’ın, Kongre’ye ve özellikle Senato Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Menendez’e, Ermenilerin soykırım iddiaları konusunda alan açacağını ve Türkiye'ye her türlü eleştirinin yapılmasına göz yumacağını, fakat yönetimin 24 Nisan açıklamasında, bilinen çerçevenin dışına çıkmayacağını düşünüyorum.
Biden’ın, zaten sorunlarla dolu olan ilişkilerin, yeni bir gerginlikle sarsılmasına izin vermeyeceğine inanıyorum. Hatta, Biden, bu konuyu Türkiye’den beklediği esnekliğe zemin hazırlamak bakımından bir araç olarak dahi görüyor olabilir. Yani, Afganistan sorunu ile ilgili Türkiye’ye arabuluculuk çağrısında bulunarak bir jest yaptığı gibi, bu konuda da bilinen söylemi tekrar etmek suretiyle Türkiye ile ilişkilerin iyice zedelenmesine izin vermediğini göstermek isteyebilir.
- Türkiye, Ukrayna konusunda NATO ile beraber hareket ediyor. Öteki tarafta Rusya’dan S-400 alarak NATO çerçevesinin dışına çıktı; bu yüzden ABD yaptırım kararı aldı, Türkiye’yi F-35 programında çıkardı ancak yine de Ankara ile Washington’ın ortak noktada olduğu birçok konu var. Libya’da uzun süre karşı taraftalardı, şimdi Mısır ile Türkiye arasında bir normalleşme dönemi başlıyor. Bunlar sadece birkaç örnek. Türkiye’nin bu kaos dış politikasından bir çıkış yolu var mı?
Diplomaside her zaman çıkış yolları vardır. Gerekirse, çıkış yolu yaratılır. Ancak, bunun için liyakat sahibi profesyonel kadrolarınıza itimat etmeli ve onların telkinlerine itibar göstermelisiniz.
ABD küresel bir güçtür. Dolayısıyla, ABD ile ilişkilerinizi doğru yönetebilmek için büyük düşünmeniz gerekir. İki ülkenin ortak çıkarına hizmet edebilecek sayısız işbirliği alanı mevcuttur. Sadece, iç siyasetin size dikte ettiği sığ gündeme odaklanır ve dış politikanızı buna göre belirlerseniz, mevcut işbirliği alanlarını göremezsiniz.
Kanımca, uluslararası planda yapayalnız kalmamıza yol açan dış politikamızın bir an önce gözden geçirilmesi gerekliliği vardır. Bu bağlamda, gerçekçilikten, akılcılıktan ve tutarlılıktan uzak yaklaşımlar terk edilmelidir.
Türk siyasetçilerinin, dış politikada, hamaset söylemleriyle yaratılan geçici heyecanların, sonuç almayı ve çıkarları etkin şekilde korumayı sağlamadığını anlamaları gerekmektedir. Duygusallığın bir dış politika tarzı ve yöntemi olarak çok maliyetli olduğunun bilincine varmaları icap etmektedir.
Aksi takdirde, Türkiye’nin, yeni bir küresel düzen oluşturulması amacıyla dünyanın başat güçlerince başlatılan girişimlerin dışında kalması kaçınılmazdır.
Biden’ın, deyim yerindeyse, Trump’ın dağıttığı masayı toparlamak amacıyla bir gayret içinde olduğu görülüyor. Bunun için geleneksel müttefiklerine, kurumsal olarak da, Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya mutlak ihtiyacı olduğu aşikârdır. Nitekim, hem Avrupa Birliği hem NATO bunun farkındadır. ABD ile yenilenmiş bir ittifak yapısına geçmek amacıyla çalışmaların başladığı, birkaç ay önce, AB tarafından açıklamış bulunmaktadır. Bu, Trump döneminde ciddi bir darbe alan transatlantik ilişkilerinin Biden yönetimince rehabilite edilmesini de sağlayacaktır.
Türkiye’nin de, AB ve NATO üyeliklerinin dış politikasında tayin edici özellikte olduğunu ve Batı’nın siyasi, ekonomik ve sosyal yapılanması içinde yer almasının kendisine güç verdiğini unutmadan, müttefiklerinin başlattığı rehabilitasyon ve yeniden yapılanma sürecine anlamlı katkılar sağlaması gerekir. Bu katkılarının karşılıksız bırakılmayacağının ve dış politikasında “beyaz sayfalar” açılmasına vesile olacağının bilincine varması icap eder.
Bu çerçevede, dış politikada öncelikle yumuşak güç unsurlarının yeniden devreye sokulmasına, yapıcı ve uzlaşıcı bir dil kullanılmasına, İsrail ve Mısır gibi bölge ülkeleriyle ve ayrıca ABD başta olmak üzere NATO ve AB üyesi ülkelerle ilişkilerin süratle normalleştirilmesine odaklanmak şarttır. İnandırıcılığımıza ve güvenilirliğimize gölge düşüren tutarsız politikalardan, yakın çevremizde sert güce dayalı hamlelerle sonuç alma saplantısından bir an önce kurtulunmalıdır.
Son zamanlarda, bu konularda bazı mütevazı girişimlerde bulunulduğunu görüyoruz. Ancak, uluslararası alandaki güvenilirliğimiz öylesine zedelenmiş durumda ki, muhataplarımız nezdinde bir türlü inandırıcı olamıyoruz.
- Montrö sizce iktidar için dış politikada bir pazarlık aracı haline mi geldi?
Hiç zannetmiyorum... Bence, iktidar, Montrö konusunu, bir rant projesi olduğunu düşündüğüm Kanal İstanbul’un yanlışlığı ve gereksizliği üzerindeki değerlendirmeleri örtülemek, ayrıca yaşanan ciddi ekonomik sıkıntıları halkın dikkatinden kaçırmak için, gündem değiştirmek amacıyla kullanıyor. Yoksa, Boğazlar üzerindeki mutlak egemenliğimizin teminatı olan Montrö’nün sorgulanmasına yol açacak bir tasarrufta bulunmanın ağır maliyetinin farkında. Bu yüzden de, Kanal İstanbul’un, Montrö’nün tesis ettiği hassas dengeyi bozmayacağını öne sürüyor. Ancak, bu hususta hiç kimseyi ikna edemiyor. Zira, Montrö’nün hükümleri gayet sarih. Kanımca, Kanal İstanbul’un yapılmasının, Boğazlar üzerindeki mutlak egemenliğimizin yitirilmesine neden olacak bir sürecin kapısını açacağı kesindir. Diğer taraftan, Rusya’nın da Montrö’nün delinmesine izin vermeyeceği açık. ABD’nin, Karadeniz’de kalıcı ve etkin bir deniz gücü bulundurmayı ve bu amaçla Montrö’de delik açmayı arzu edeceğini düşünebiliriz. Ancak, “Amerikan ayrıcalıklığını” yeniden tesis etmeye dönük adımlar atmaya çalıştığı mevcut uluslararası konjonktürde, ABD’nin, Rusya ile olağanüstü bir gerginliği göze alabileceğini hiç düşünmüyorum. Türkiye’nin de, bütün bu hassas dengelerle oynamak pahasına, sonuçları kestirilemeyecek bir maceraya atılmayacağını ümit ediyorum.
- Ukrayna ile Rusya arasındaki krizin ısınması durumunda ABD’nin Türkiye’den talepleri ne olabilir?
Krizin ısınmasından kastınız silahlı çatışma ise, ABD’nin, bu hususta Türkiye’den doğrudan herhangi bir talebinin olacağını sanmıyorum. Bu çerçevedeki talepler, olsa olsa NATO çerçevesinde gelir ki, NATO’nun da mevcut şartlarda Rusya ile doğrudan bir çatışmaya sebep olacak bir süreci başlatmasını mümkün görmüyorum. Ne ABD ne NATO, Rusya ile bir sıcak savaşı göze alabilir. Yapıcı bir anlayışla düşünürsek, hem Ukrayna hem Rusya ile görece iyi ilişkileri olan Türkiye’den ABD’nin yegâne beklentisi, gerginliği yatıştırmak üzere arabuluculuk yapması olabilir. Ancak, böyle bir talebi de, mevcut şartlarda pek gerçekçi bulmadığımı söylemeliyim. Zira, Türkiye’nin herhangi bir arabuluculuk girişiminin sonuç vermeyeceğini ABD’nin bildiğini düşünüyorum.