Kapatılan Zaman gazetesi yazarlarından Ahmet Turan Alkan, "FETÖ'nün bir terör örgütü olduğuna ancak 15 Temmuz darbesinden sonra görebildim, Erdoğan ve Bahçeli'den helallik diliyorum" açıklamasını yaptı.
“Son beş yılda herkesle birlikte önemli olaylar yaşadım. Siyasi ve toplumsal büyük depremler geçirdim, etkilendim ve yeniden düşünmek için fırsatım oldu. Şimdi değişen ve değişmeyen şeyler hakkındaki bazı tesbitlerimi sizlerle bölüşmek istiyorum” diyen Alkan, "Fikir dünyamda iz bırakan dalga Ülkücülük oldu. Karşılıklı şiddetin çok kan döktüğü yıllarda, önemli bir arkadaş çevresinde “Kültür Milliyetçiliği”nin daha kalıcı ve doğru bir yön olduğu fikri gelişmeye başladı bende. Cemil Meriç, Erol Güngör, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sabri Ülgener gibi hâlâ önem verdiğim düşünürlerin açtığı çığırı önemsedim; bu çığırda kendimi ifade edecek önemli argümanlar buldum ve hâlâ bu fikri çığırda sabitkadem olduğumu zannediyorum." düşüncesini dile getirdi.
Kendi sitesinde kaleme aldığı yazıda Alkan, "Gazete yazarlığı, zihni hayatımda süratli değişkenliğe yol açacak oynak ve güvenilmez bir zemin oldu. Yazı hayatımda bir angajmana girmemeye, “kendim gibi” kalabilmeye emek verdim. Yazdıklarımın 'gazete politikası'nı yansıtmaktan ziyade şahsi görüşlerimin ifadesi olmasına itina gösterdim. Bunu bir yere kadar başarabildimse de son derece sert, hızlı ve sivri köşeli politik gelişmelerden ne kadar yıprandığımı, savrulduğumu sonraları anladım." görüşünü savundu.
Alkan, “Ülkü Ocakları Derneği'ndeki sıradan üyeliğim dışında üniversitedeki meslek hayatım ve yazarlığım müddetince herhangi bir kuruluşla resmi bağım olmadı. Yazdığım gazete ise resmen değilse bile 'alenen' bir cemaatin sözcüsü durumundaydı. Hayatımın en büyük hatası, cemaat angajmanlı bir gazetede fikren hür ve müstakil kalabileceğimi varsaymak olmuştur. Ben bunu başardığımı zannediyordum; dönüp ardıma baktım ki... Kalemimi başka vadilerde de işletebilir, hatta çok daha iyi bir seçenek olmak bakımından hiç yazmayabilirdim de... Hatam yazmayı seçmek oldu. Vaktiyle bana hatırşinaslık ve nezaket gösteren insanlara vefa göstermeyi önemsiyordum. Bu vefa duygusunun, çok kritik bir eşikten sonra nasıl düpedüz 'saflık' ve 'enayilik' noktasına dönüştüğünü de öğrendim. Acı bir şeydi..." ifadesini kullandı.
Alkan şunları kaydetti:
Ve asıl mesele, asıl dramatik viraj. Ülkeyi ve toplumsal huzuru altüst eden fitne-fücur fırıldakları esnasında gazete yöneticilerinin birer ikişer yurtdışına “tüymeleri” beni uyarmalıydı. İtiraf ederim ki uyanamadım. Gazete sayfalarında gayet demokrat ve liberal görünenlerin meğer gizli ajandaları, kağıt üzerindeki iş arkadaşlarımın meğer sahte yüzleri de varmış. Saflığın bu derecesi elbet karşılıksız bırakılamazdı ve bunun cezasını çok ağır ödedim, ödüyorum.
Yazıyla uğraşanlar bilir; şehvet-i kelâm diye bir budalalık türü vardır. Bir de 'nükte yapma hırsı'. Yazarlık hayatımda bu iki benlik girdabına kapıldığım zamanlar, bu 'şevkle' incittiğim insanlar, zedelediğim şahsiyetler oldu ki bunlar meyanında Reisicumhurumuz ve sayın Devlet Bahçeli de var maalesef. Bunlar bir yazar için zihinde iyi tadlar bırakan şeyler değil; şimdi hatırladıkça hicab ediyor, kendilerinden helallik diliyorum.
FETÖ’nün bir terör örgütü olduğuna ancak, o melun 15 Temmuz darbesinden sonra görebildim ama çok geçti. Olup bitenlerin hemen ardında, kökü ve ucu Atlantik ötesine doğru uzanan, mahiyeti belirsiz, gölgeli insanlardan müteşekkil yarı mistik, alçak ve yılan gibi dessas bir örgüt vardı. Devletin içine yuvalanmış her seviyede binlerce bürokratın varlık sebebi darbeden sonra su yüzüne çıktı, komplo âşikâr oldu.
FETÖ'nün en büyük fenalığı, yargı kararlarına da yansıdığı gibi, ne yaptığını gayet iyi bilen fesat yönetici ağabey ve imam takımı dışında binlerce masum ve samimi insanın hayatını karartması olmuştur. Bu insanların dramlarıyla her yüz y ze geldiğimde bu deniz anasını andıran paralel örgüte lanet okudum. Mahalli tabirle, “Allah karartılarını kaldırsın!” diye ilenmekten nefsimi men edemedim.
Kendini bir “Sivil toplum hareketi” diye takdim eden FETÖ, tam aksine bütün kurum ve birimleriyle devleti sinsice ele geçirme hesabı yürüten ikiyüzlü ve tehlikeli bir örgüt. Kibirli, dünyaperest, çıkarcı, faydacı ve zalim bir şer şebekesi. Meşru devlet ve hükümet uzuvlarına karşı riyakâr tuzak tertipleyip, Türkiye’yi bazı dış güçlerin hesabına yeniden dizayn ederken suçüstü yakalandılar. Atlantik ötesinden kerâmet umanlar kötü yanılıyor. O cerbezesine güvenen ağlak adamın ve avanesinin artık bu topraklarda geleceği yok. Dış mihrakların pençesinde bir avuç gafil rehine durumundalar.
Peki, şimdi neredeyim? Türkiye ile ilgili hassasiyetlerimde büyük bir değişiklik olmadı. Her Türk, anasından biraz milliyetçi doğar ve milliyetçilik kavrayışı zamanla biraz dönüşürse de Gasset’in hükmünden kurtulamaz. Ünlü filozof şöyle demişti: “Bize gelince, durum pek farklıdır: Millî endişelerden uzaklaşmak isteyen her İspanyol günde on kere onların ağına düşecek, sonunda anlayacaktır ki, Bidasoa ile Cebelitarık arasında doğmuş bir insan için, bir numaralı, dört dörtlük, kaçınılmaz mesele İspanya’dır”.
Zihnimde bir kekrelik; aldanmış, enayi yerine konulmuş olmanın verdiği acı bir tatsızlık ve derin bir hüzün. Örgütün güya beyin takımı ve prensleri batı ülkelerinde safâ sürerken, ülkesine güvenip evinde kalan bir avuç aldatılmış insan vicdan ızdırapları içinde. Pişmanlık mı? Evet! Özür mü? Elbette!
Peki, okuyucudan ve hasbetenlillah sevenlerimden de özür dileyebilecek miyim? Deneyeceğim: Özür dilerim ey okuyucu. Eğer hâlâ merak ediyorsanız, ara sıra buralarda olurum muhtemelen... Huz mâ safâ, dâ mâ keder demiş şair: Hoşuna gideni al, sevmediğini bırak gitsin.